bugün

Japonya'da olan biteni televizyonlarından izleyip de " kıyamet" düşüncelerine kapılmayan tek bir insan oldu mu dünyada acaba? Bakmayın kıyıda her zaman hazır kıta bekleyen deprem ve felaket uzmanlarının dakkasında ekranları doldurup etrafa felaket enformasyonları üfürmesine... Hayır, her bakışımızda, şaşkınlıkla ağzımızdan çıkan her sözcükte, içten içe her ürperişimizde biz kıyameti düşünüyor, onu yaşıyoruz. Bütün bu görüntüler kendini dünyanın hakimi gibi görmeye alıştırmış zihinlerimiz için tabiri caizse bir tür 'kıyamet fragmanı'.

Deniz dev dalgalar halinde geliyor, hayatı önüne katıp götürüyor. Her şeyi... Evler kibrit kutuları gibi sürükleniyor öfkesi kabaran suyun kollarında. Arabalar, gemiler, uçaklar küçük plastik oyuncaklar gibi oradan oraya götürülüyorlar. Yıllarca dehşetini efekt ustalıklarıyla kurgulamaya çalıştığımız kıyamet, en gerçek, en canlı görüntüleriyle oturma odalarımızda. Orada bizim gibi bazı insanlar bu kıyametin içinde, can pazarındalar... Bir çok insana gerçek dışı gibi geliyor bütün bu olan biten, sığdıramıyor bir çok insan bu olan biteni havsalasına.

Bu devrin insanı beş duyusunun üstüne yıktı kendine bir gerçeklik inşa etme yükünü. Varlığını bildiği ve sezdiği halde, beş duyunun kavrayamadığı şeyleri "bilinmez" diye yaftalayıp öteledi. Şimdi dünyada sınırları beş duyunun menzilinin ötesine taşan bir şeyler meydana geldiğinde şaşırıp kalmamız, yaşananları anlamlandırmamız, olan biteni kendi içimizde bir izaha kavuşturmamız bu yüzden. Ve yine bu yüzden; bütün küçük bilinmezleri bir büyük bilinmezin çuvalına doldurup geçmeye çalışıyoruz: Kıyamet!

Doğru, insanı çaresizliğe düşüren bütün bu felaketler en temelde bizim kıyameti hatırlamamız içindir. Ama bunun da ötesinde içimize döşediğimiz güvenlik ve konforu da biraz yıkıp geçmek içindir. Zaman, mekan, alem, büyüklük ve küçüklük, dış dünya ve iç dünya, gerçek ve hayal gibi çok temel, çok öz kimi hayat-memat meselelerindeki zihinsel kireçlenmelerimizi bir parça kırabilmek içindir.

Ucunu bucağını bilmediğimiz, bilsek de fani zihinlerimize sığdıramayacağımız bir büyük alemin içinde bir nokta bile değiliz. Bütün birikim ve enerjimizi kullanarak uzaya gönderdiğimiz araçlar, gezegenimizin kendi yıldız sistemi içinde bile mavi bir bilye kadar küçük olduğunu gösterdi bize. Bizim büyüklük ve küçüklük kavramlarımız, kendi beden boylarımıza nispetle kurduğumuz nazari bir mantık sisteminin ürünü... Mesela mikro-kozmos canlıları için, karıncalar, böcekler, kurtçuklar için bizler de birer deviz. Öyle ki herhangi birimiz bir bahçe hortumuyla bir tsunami yaşatabiliriz bir karınca yuvasına. Ömür dediğimiz şey bizim için ortalama 60-70 yıl... Bir gün içinde ömrünü tamamlayan ya da hayatiyetini yüzlerce sürdürebilen canlılar da var dünyamızda. Saatler, dakikalar, bizim için ne ifade ediyor, onlar için ne ifade ediyor? Ve mesela iç dünyamızdaki dünya var; aklımızdan geçenler, hayallerimizde ve rüyalarımızda olan bitenler, bütün bunların dış dünyamızdaki zaman, mekan ya da boyutlardan ne kadar bağımsız şekilde yaşandığını sükunet içinde düşünelim.

insanlar ve diğer canlılar, birbirinden farklı gerçekliklere sahip olarak bir arada yaşıyorlar. Bugünün gerçekliğinin nerede kırıldığı önemli! insanlığın yüzlerce yıllık birikimiyle kırdığı uygarlık, denizin derinliklerinde yaşanan bir fay kırılmasıyla bir anda yerle bir oluyor, adeta oyuncaklaşıyor. Geriye kalan tek anlamlı insani görüntü, bir köşeye büzülüp dua eden yaşlı kadınlar!

Yalan dünya çatırdıyor artık, bu belli. Tutunacak gerçek bir dünyamız var mı peki?

(bkz: gökhan özcan)
özet : alah var lan ... bak wallaha diyorum ...