Cemil Meriç, Hisar Dergisi, Haziran 1975, sayı: 138, sayfa: 6,7,8


47 liler harcanan bir nesil, harcanan veya intihar eden. Silahlar sustu ama zaman zaman isyan çığlıkları yükseliyor, maşerî vicdanı ürperten çığlıklar. Bir zelzeleyi yaşayan bu bahtsız nesil öfkesiyle, acılarıyla, aldanışlarıyla aramızdadır. Kayıplarımızı rakama vurmadık henüz. Uğradığımız felaketler bir alın yazısı mıydı? Fırtına bulutları
dağıldı mı?
Tarihin münakaşa kabul etmez şahadetiyle sabit Zor hiçbir çağda inançları yokedememiştir, inançları veya iştiyakları. Diğer hükümleri - ister abese dayansın, ister ilme- ancak başka değer hükümleriyle sökülebilir. Cinnet hiçbir ülkede sopayla tedavi edilmiyor artık. Aydınların görevi gerçeklerden korkmamak, şuursuzluğa karşı koymak değil mi? Diyaloğun yasak olduğu yerde hakikatten söz edilemez.

47 liler günahları ve sevaplarıyla bü ülkenin çocukları. Neden bir itham ve intikam ordusu gibi karşımıza dikildiler? Ezilen bir sınıfı mı temsil ediyorlardı? Hayır... Savaşa atılanların çoğu ''mutlu azınlık ''tandılar. Ne açlığı tatmış, ne sefaletle kıvranmıştılar. Bir kelimeyle onları sosyalizmin kucağına atan iktisadî mahrumiyetler de değildi, içtimai tenasüd duygusu da. Sosyalizmleri bir rüyâ sosyalizmi idi, daha doğrusu bir sanrı. Tecrübesizdiler. ilimle ideolojiyi, hakikatle hayali birbirine karıştırıyorlardı. Bilmiyorlardı ki içtimai ilimlerde cihanşumul kanunlar yoktur. Hiçbir izm insanlık tarihinin bütününü izah edemez. Diyalektik kendi sınırları içinde yani bir araştırma yöntemi olarak aydınlatıcıdır. Zavallı çocuklar çok pahalıya ödedikleri vehimlerinin kurbanı oldular. Onlara öyle geldi ki, kendilerinden önceki her nesil günahkârdır, haindir veya gaflet içindedir. Vatanperverlik de kendi inhisarlarındadır, şuur da, kahramanlık da. Bağımsız düşünen, hakikatleri gören yalnız kendileridir. Bu imtiyazı nereden almışlardı? ilhama mı mazhardılar? Marksistler, proletaryayı felsefenin biricik gerçekleştiricisi, objektif ilmin tek temsilcisi sayarlar. Daha doğrusu bu hayalî sınıfı dünyanın bütün meziyetleriyle süslemek isterler. Bizde böyle bir proletarya var mı? Varsa 47 lilerin onunla münasebetleri ne?

Bu garip bir vehim, ama mucib sebeplerden mahrum değil. Avrupa fikriyatı ya kaçak yollardan giriyordu ülkeye, yahut da Avrupa nın işine geldiği gibi, yani noksan ve çarpıtılmış olarak. Avrupa yı tanımaya çalışırken kendimizi unutuyorduk. Sanıyorduk ki böyle bir fetih kişiliğimizi inkâr etmeden gerçekleşemez. Mazimiz tecessüsümüzü tahrik etmiyordu artık. islâmiyet afyondu; Osmanlı tarihi, insanlığın yüzkarasaydı. Padişahlar zorbaydılar, salaktılar, seksomanyaktılar vs. O sayfalar kapanmıştı ve bir daha aralanmamalıydı. ilericiliğin tek şartı vardı: ecdada sövmek.

Hiçbir topluluk kendine bu kadar sefil, bu kadar yalancı bir tarih imâl etmemiştir. Tarih, Batıda da bir ideolojidir yani gerçekleri çarpıtarak aksettirir. Ama bu yarı ilmin belli bir hedefi vardır orada: mazi denilen mezbedeyi pisliklerden temizlemek, cinayetleri fazilet diye göstermek, içtimaî hodgâmlığı kutsîleştirmek. Bir kelimeyle Batı da bir dev aynasıdır tarih. Her millet kendini bu esrarlı aynada, daha büyük, daha muhteşem görür. Bizde bir şeytan aynasıdır tarih, Andersen in aynası. Her fazilet çirkinleşir bu aynada, her güzellik ucubeleşir. Tarih Avrupalılar için bir inşâ cehdidir. Avrupalı bu hayâlî maziye bakarak daha parlak, daha muhteşem bir gelecek kurmak ister kendine. Ve bir destane benzettiği tarihi ile övünmekten zevk alır. Biz ise dünyanın en muhteşem gerçeğini inkâr ettik, ve rezil bir hayâlîyi geçirdik onun yerine.

47 lilere ezberlettiğimiz tarih böyle bir abesler mecmuasıydı. Bu uğursuz, bu kirli maziden kurtulmak istiyorlardı. Avrupa lı değil miydiler? Sosyalizm, Avrupa ilminin son merhalesiydi. Ayrıca insanî idi de. Beşeriyeti bölmüyordu. Ezilenlerin son ümidiydi, son ümidi ve son kalesi.

Belgrad ormanında toplanan Yeni Osmanlılar da bir rüyâyı yaşıyorlardı, kendilerinin olmayan bir rüyâyı, Carbonari liğe hayrandılar. Teşkilatlanmak, döğüşmek istiyorlardı. Carbonari cemiyeti Lombardiya da kurulmuştu, yabancı çizmesi altında inleyen, parçalanmış bir ülkede. ittifak ı Hamiyet kime karşı savaşacaktı? Bu müreffeh bürokrat çocukları da devrimcilik oynuyorlardı sadece, bir asır sonraki torunları gibi. ama onlardan daha talihliydiler, zira o çağın yeldeğirmenleri bizimkiler kadar tehlikeli, sarp ve yaralayıcı değildi.

Evet 47 lileri cedlerinden iğrendiren bizi. Onlara atalarını küçümsemekten başka ne öğrettik? Hakikatte bütün suç daha önceki nesillerin. Tarihi karalayan, mukaddesleri kirleten, maziyle istikbal arasındaki köprüyü yokeden biz değil miyiz? Bu zavallı çocuklar gözlerini bir enkaz yığını arasında hayata açtılar. Bütün kaleleri yıkılmıştı, yaşamak için inanmak zorundaydılar. Neye inanacaklardı?

Onları masallarla oyalamağa çalıştık, soğuk, sevimsiz, sıkıcı masallarla. Oyuncaklarını öfkeyle parçaladılar ve üzerimize yürüdüler. Şuursuz bir öfkeydi bu şüphesiz, hedefini tayin edemiyen bir öfke. Türk gençliği ilk defa yaşadığını ispat ediyordu. Bizi kızdıran bu isyan değil, âsillerin yüzümüze tuttukları aynaydı. O aynada kendi şuursuzluğumuzu, kendi günahlarımızı gördük. Bu zavallı, bu sahipsiz, bu serkeş çocuklar kimin çocuklarıydı? Moskova dan mı gönderilmiştiler, Çinden mi? Onları iki düşman kampa bölen biz değil miydik? Onları kinle, husumetle dolduran biz değil miydik? infilâk hazindi ama tabii idi.

47 liler kurban edilen bir nesil... Ne uğruna? Uzaktan ayak sesleri geliyor. Uçurumu görmeden ilerliyorlar. Onlara dur demiyecek miyiz? Bu dramın son perdesi oynanmamıştır henüz ve oynanmamalıdır. 47 lileri tanımaya çalışmalıyız. Füruzan ın romanına bu düşüncelerle eğildim. içtimaî bir anket miydi bu? Yarının tarihçisine yeni vesikalar mı sunuyordu? Bir müdafaaname karşısında mıydık? Roman bize hakikati aksettirdiği ölçüde muhteremdir. Üstadlar böyle diyorlar. Ama peşn hükümlerimizden, sevgilerimizden, kinlerimizden sıyrılmak mümkün mü? istesek de yapabilir miyiz bunu? Hele kalbimiz kanıyorsa... Tarihçiler, vakaların tesbit ve tahliline girişmek için aradan en az otuz yıl geçmesini beklerler. Roman da fırtınalı bir çağı tasvir etmekte aynı sabrı, aynı ihtiyatkârlığı göstermek zorunda değil midir? Romancının işi ne sisleri yoğunlaştırmak, ne anlaşmazlıkları körüklemektir. Önce bir müşahittir o, bir müşahit yani bir araştırıcı.

47 liler bir kâbusla başlıyor. Bir kaç ay önce yaşadığı bir işkencenin korkunç intibalarını silmek isteyen bir genç kız, hatıralara sığınıyor. Bu bir roman değil, 650 sayfalık bir kâbus. Arada bir insanca pırıltıla, Erzurumdan bir iki kartpostal, birkaç sevimli çehre. Sonra işkence, işkence, işkence... Gerekçesi olmayan bir ithamname bu. Cellatlar korkunç, kurbanlar deli. 47 liler sayıklar gibi konuşuyorlar. Ne söylediklerini anlayamıyoruz. Karşılarında da habis ve kıyıcı hayâletler. Kitap inandırmıyor, isyan ettiriyor. Her adımda bir bataklığa gömülüyorsunuz. Ve içinizden korkunç şüpheler geçiyor: tımarhanede miyim? Bir roman değil, bir kâbus. Yazar uçurumu derinleştiriyor, insanla insan arasındaki uçurumu. Oysa 47 lileri daha çok sevdirebilirdi bize. Nesiller arasında bir diyalog zemini hazırlayabilirdi. Türkiye bir uçurumun kenarındadır. Etrafımız düşmanlarla dolu. Kuvvetimizin zerresini bile boşa harcayamayız. Mazinin hatalarını unutmak, istikbale doğru kol kola yürümek... Biricik parolamız bu olmalı. Unutmayalım ki her kin, yeni bir kinin habercisidir.

47 liler haklı. Türkiye de birçok ülkeler gibi emperyalizmin istismar alanı içindedir. Emperyalizme karşı koymak her namuslu insanın vazifesi. ama böyle bir savaş ilmin ışığında yapılmalı, ilmin ışığında ve bütün kuvvetlerimizi teksif ederek, birbirimizi yiyerekveya intihar ederek değil.
(bkz: hitman codename 47)
(bkz: kırk yedi liler)