bugün

kocaman elli kovboy

oğuz aral'ın 2004'te hürriyet pazar için yazdığı yazı. hayatının özeti gibidir.

büyük üstat bu yazıda kendi hayatını kaleme almıştır. vefatından sonra penguen dergisinde de yayınlanan bu yazı, her okuyuş ardından tekrar duygulandırır kişiyi ve çizim yapma isteğini tekrar canlandırır.

şöyledir:

kendinden geçmişti. burnunun dibine kadar yaklaşıp kendisini seyrettiğimin farkına bile varmamıştı. bir káğıdın üstüne yumulmuş, bir şeyler çiziktiriyordu. 3-4 yaşlarında sevimli bir çocuktu.

‘bir adamın eli kafasından büyük olamaz’ dedim.

‘bu adam değil ki, bu kovboy.’

‘kovboy da olsa, eli kafasından küçük olmalı.’

‘sen anlamazsın, bu yumrukçu bir kovboy!.. eli küçük olursa bir vuruşta haydutları nasıl yere yıkabilir?’

‘kafalarına odunla vurabilir!..’

ayıplayan gözlerle yüzüme bakıp kovboyun elini silgiyle sildi, sonra da kovboya daha büyük bir el resmi çizdi.

************************

birkaç yıl sonra onu bir ağacın altına yatmış, mutlu bir ifadeyle dalları ve yaprakları seyrederken gördüm.

‘ağaçları çok seviyorsun galiba.’

‘hayır, suat’ı çok seviyorum. hatta, ona aşık oldum.’

‘suat da kim?’

‘karşı komşumuzun kızı.’

‘ama sen zaten başkasına aşık değil miydin?’

‘ben resimlerde ya da rüyalarımda gördüğüm kızlara hep aşıktım. ama suat, dünkü kuka oyununda ‘onu oynatmazsanız ben de oynamam! deyip benim yüzümden oyunu terk edince aşık olmayıp da ne yapacaktım?’

‘peki suat’ın bu aşktan haberi var mı?’

‘suat’ın değil, ama annesinin haberi var. çünkü, beni anneme şikáyet etmek için dün bize geldi.’

‘kadını kızdıracak ne yaptın ki?’

‘güya ben suat’ların bahçesindeki bütün papatya yapraklarına ‘suat... suat...’ diye kızının ismini yazmışım.’

‘doğru mu bu?’

‘tabii yalan!.. yüzlerce, binlerce yaprağa yazı yazmaya kalem mi yetişir? ben sadece 5-10 yaprağa yazabildim. ama kadının göreceği tutmuş işte!..’

************************

yıllar sonra onu gördüğümde bir ağacın gövdesine sarılmış ağlıyordu. ağacın kabuklarına tırnaklarını geçirmişti. gözlerinde kederden çok hayret vardı. hayret ederek ağlıyordu. 10 yaşına gelmişti. yüzüme aldatılmış insanların küskün bakışlarıyla baktı:

‘bugün babam öldü. artık çizdiğim resimleri kim beğenecek, kim bana aferin oğlum diyecek?’

‘korkma, eğer resimlerin gerçekten güzelse bir gün çok kişi aferin der... hatta arada babanın aferin diyen sesini bile duyarsın.’

************************

onu birkaç yıl sonra üsküdar sahilindeki çiftekayalar’da beş oğlanın ortasında dayak yerken gördüm. sıska bedeniyle direniyor, hatta arada bir kendinden daha iri çocukları yumruklayıp canlarını yakıyordu. aralarına girip kavgayı durdurdum. onu bir kenara çektim, öbür çocuklar,

‘o bize saldırdı amca!’ dediler.

‘ne halt etmeye 5 kişiyle kavgaya tutuşuyorsun? işte böyle eşşek sudan gelene kadar sopa yersin!’

‘ama onlar bana durup dururken küfür ettiler!’

‘boşverseydin.’

morarmış gözüyle yüzüme bir tuhaf baktı.

‘bazen dayak yemek, boşvermekten iyidir!’ dedi.

************************

heybeliada askeri deniz lisesi’nde giriş sınavları yapılıyordu. son sınav matematiktendi. onu pencereden görünen deniz manzarasına gözlerini dikmiş kara kara düşünürken buldum. önünde boş bir sınav káğıdı vardı.

‘cevapları biliyor musun?’

‘biliyorum, zaten ben bu yıl lise ikinci sınıfa geçtim. ama burada birincinin sınavına soktular.’

‘kim soktu?’

‘annem, babam öldükten sonra deniz subayı olursam geleceğim kurtulur diye düşünüyor.’

‘olmayacak mısın?’

‘ne yazık ki olacağım. bu sınav káğıdını boş versem bile, girdiğim diğer sınavlardan aldığım notların toplamı okula girmeme yetiyor.’

‘öyleyse gözün aydın. aslan gibi bir deniz subayı olacaksın.’

‘olmayacağım.’

‘niye be?’

‘ben subay olursam, karikatürleri kim çizecek?’ dedi ve matematik sınav káğıdına askerlikle ilgili tuhaf karikatürler çizip sınıf subayına verdi.

************************

yıllar sonra perspektif dersinden kaçarken, ona akademinin kapısında rastladım.

‘yine mi okulu kırıyorsun?’

‘ne halt edeyim, gazeteye geç kaldım. zaten dün anatomi dersi yüzünden karikatürümü yetiştirememiştim. bugün de karikatür çizmezsem beni gazeteden atarlar.’

‘bu gidişle akademiden de atacaklar ama... biraz dişini sıkıp okulu bitir. sonra istediğin kadar karikatür çizersin.’

‘artık çok geç, para kazanmam gerek. çünkü haftaya evleniyorum.’

‘sen çıldırdın mı be?.. 19 yaşında evlenilir mi?’

‘ya kaç yaşında evlenilir? bu işin tarifesi var mı?’

‘gel beni dinle, evlenme işini 3-5 yıl ileriye bırak da önce şu akademiyi bitir’ dedim ama lafımın yarısı havada kaldı. önümüzden geçen tramvaya atlamıştı bile.

artık çizdiklerini gazete ve dergilerde görüyordum. fena çizmiyordu. hatta, bir hayli ünlenmişti. ama birkaç yıl sonra yazıp-çizdikleri sayfalardan yok oldu. çizgilerine yıllarca rastlayamadım.

bir gün beyoğlu’nda yürürken yanımda opel kapitan bir araba durdu. şoför fırlayıp beni arabaya buyur etti. o, arka koltukta oturuyordu.

‘ooo... maşallah, lüks arabalar, şoförler... anlaşılan köşeyi dönmüşsün’ dedim.

‘evet döndüm. ama köşeyi tekrar geri geri dönmek niyetindeyim.’

‘nasıl yani?’

‘gazete ve dergi için çizdiklerimin onda birini bir şirket için çizince, köşeyi birkaç kez dönüveriyorsun. babıali’de iş bulamayınca kendimi reklamcılığa vurdum. ne yapalım, evin nafakası sözkonusu olunca meslek seçme şansın fazla olmuyor. ama yarın tekrar babıali’ye dönüyorum. gık dedim ve reklamcılık şirketimi ortağıma bedelsiz bıraktım.’

‘hálá evli misin?’

‘evet ama, bu evlilik başka evlilik... senin dediğin doğru çıktı. o yaşta evlenilmezmiş meğer. ama şimdiki evlilikten çocuklarım bile var.’

‘o zaman rahat para kazandığın bu işini bırakma. karikatürü arada bir keyif için çiz.’

‘denedim, ama karikatür keyif için çizilmiyor, yazı keyif için yazılmıyor. bu işler ancak çaresizlikten ve can havliyle yapılıyor. yanında ikinci bir işi kaldırmıyor.’

öfkeyle,

‘nasıl biliyorsan öyle yap!’ dedim.

************************

yıllar sonra bir gece, meyhane dönüşü çıkardığı dergiye uğradım. bir sürü tüyü yeni bitmiş delikanlıyla kapak karikatürü için tartışıyorlardı. kapaktaki resme baktım.

‘sen aranıyorsun, bunu basarsan yarın seni ince kıyım doğrarlar. bak, arkadaşların senden genç ama, senden akıllı. onlar bile bu kapağın basılmasını istemiyorlar!’

‘eğer bu kapağı basmazsak, bugüne dek onca karikatürü niye çizdik? bu delikanlılar bundan sonra çiklet resmi mi çizecekler?’ dedi.

kapağın yayınlandığı gün o zamanki askeri cunta dergiyi kapattı. yakalamak için de bizimkinin peşine düştü.

************************

pijamasıyla bahçesini sulayan yaşlı adamın yüzü bana pek yabancı gelmedi. o da kırpıştırdığı miyop gözlerini yüzüme dikti.

‘gözün aydın, nihayet kazasız belasız güllerini sulayan bir emekli olmayı becermişsin’ dedim.

‘beceremedim, yarın ünlü bir gazetede yazıp çizmeye başlıyorum.’

‘niye, paraya mı ihtiyacın var?’

‘hayır, hatta bana para vermeyin dedim ama kabul etmediler.’

‘bir kere de benim sözümü dinle. tekrar başlama. kendine ait kalan son zamanı gönlünce kullan. ister floransa’ya gidip müzeleri gez, ister küstüğün bağlamanla barışıp türkü çığır... kitaplıkta sonra okurum diye biriktirdiğin kaç kitabın oldu haberin var mı?’

************************

dün gece sabaha karşı kapım anahtarla açıldı. uykum tilki uykusundan hafif olduğu için yataktan fırladım. çocukluğundan beri tanıdığım adam gözlerinin altındaki mor halkalarla bana bakıyordu.

‘bu hafta bulamadım’ dedi.

‘neyi bulamadın?’

‘bu hafta gazeteye yazacağım pazar yazısının konusunu.’

‘o zaman yazma... zaten insanoğlu niye yazı yazar anlamıyorum.’

‘tekil yaşayamadığı için!.. yazma nedeni insanlarla bir arada yaşadığını hissetmek içinmiş. resim yapıp şarkı söylemek de öyle!..’

‘sabahın köründe felsefe yapmayı bırak. baştan beri sözümü dinleseydin, başına bunca bela gelmeyecekti.’

‘bir banka kasasında garantili olarak yaşasaydım daha mı iyiydi yani?.. bütün belalarım can baş üstüne... ben belalarımı da seviyorum. ama bu pazarın yazısı ne olacak?’ çocukluğundan beri tanıdığım herife, yani kendime,

‘nah bu olacak!..’ dedim ve önüme bir káğıt çekip kocaman elli bir kovboy resmi çizdim. sonra yanımdaki 4 yaşındaki küçük çocuk, kovboyun elini silgiyle silip daha büyük bir el çizdi.