bugün

ben bu yazıyı sana yazdım

rengarenk bir yerde uyandı aberystwyth. yumuk gözleriyle çevresine baktı merakla. bir anlam veremedi. neden evinde olmadığı hakkında hiçbir fikri yoktu ve hiçbir şey hatırlamıyordu. yavaşça yerinden kalktı. kendisini çok yorgun hissediyordu...

üstüne başını silkeledi. yeniden çevresine baktı. uçsuz bucaksız bir yerdeydi. daha da ileriyi görmek için parmak uçlarıyla yükseldi ama bu işe yaramadı. her yerde mavi mavi ağaçlar ve kırmızı taşlar vardı. kafasını kaldırdığında turuncu bir gökyüzüyle, siyah bulutlarla karşılaştı. ufak ellerini uzattı, çiseleyen yağmurun damlalarına dokundu. gülümsedi...

ellerini indirdi ve renklere basarak ilerlemeye başladı. nereye gideceğini bilmiyordu, tedirgindi. mavi ağaçların içinden patika gibi bir yola girdi. girişte durup yolun sonuna baktı, bir şey göremedi. yürümeye başladı, ufak adımlarıyla. hava hala bulutluydu. birkaç dakika sonra yolun ilerisinde bir karaltı gördü aberystwyth. yaklaştığında, karaltının dev, ürkütücü bir duvarın gölgesi olduğunu anladı. eliyle duvara dokundu, soğuktu. yerden siyah bir taş aldı ve duvara bir kapı çizdi, yamuk çizgilerle. bitirdiğinde taşı elinden bıraktı. çizdiği kapıya yavaşça dokundu...

kapı ağır ağır açıldı. kapıdan geçti aberystwyth. kapattı...

duvarın diğer tarafından farklı değildi geldiği yer. tam karşısında göğü delen, masmavi ağaçlar vardı. ağacın yanından da sarı bir nehir akıyordu. nehrin kenarına gidip yansımasına baktı, uzun uzun. elini kaldırdı... nehir aynı şekilde karşılık verdi.

aberystwyth yeniden gökyüzüne baktı, hala turuncuydu ve yağmur çiselemeye devam ediyordu. nehrin kenarından ayrılıp ağacın diğer yanından aşağıya doğru yürümeye başladı. yine uzun, yılan gibi kıvrılan bir yol vardı karşısında...

ve mavi, sarı ağaçlar; kırmızı, mor taşlar, rengarenk kuşlar... her şey büyüleyici bir güzellikteydi...

yaşamın aslında sandığı gibi flu, soluk olmayabileceğini düşündü aberystwyth. bunların nasıl olabileceğini, nasıl gerçekleşebileceğini...

bu büyülü dünyada olmaktan mutluydu... havayı içine çekti. toprağın kokusu geldi burnuna. onu sakladı. yılan gibi kıvrılan yolda ilerlemeye başladı, acele etmeden. yorulmuştu ama bunu o kocaman kafasına takmıyordu. çok geçmeden, biraz ileride bir karaltı daha gördü. bunu beklemiyordu, şaşırdı. durup kafasını kaldırdı...

yine bir duvar vardı karşısında, neredeyse her yeri karanlığa gömecek kadar büyük olan. aberystwyth etrafına baktı. biraz uzağında bir siyah taş gördü. oraya gidip taşı aldı ve duvarın yanına geldi.

bir yol çizmeye başladı duvara, uzun, sonu görünmeyen. bitirdi...

taşı yavaşça elinden bıraktı. çizdiği yola doğru bir adım attı. sonra bir adım daha...

artık yoldaydı. arkasına bakmadı, "yoluna" devam etti. burası da o büyülü dünyanın bir parçasıydı. her yerde bir "renk" vardı. çizdiği yolu da geçtiğinde, kısa ama derin yeni bir yolun ortasında buldu kendisini...

yolun kenarına ve dışına baktığında bazı ağaçların ve taşların renksiz olduğunu gördü. şaşırdı, morali bozuldu. beklemediği bir şeyle karşılaşmıştı. neden böyle olduğuna bir anlam yükleyemedi, belki de yüklemeye gücü yetmedi.

umutsuzca çevresine bakarken, yolun dışında bir şeylerin olduğunu gördü. koşarak oraya doğru gitti...

her renkte boya kutuları vardı. mavi, kırmızı, sarı, mor, siyah... her renkte... bir de boya fırçası.

mavi boyayı ve fırçayı aldı. renksiz ağacın yanına gitti ve fırçayı boya kutusuna soktu. ağacı boyamaya başladı... bitirdi.

bu defa da kırmızı boya kutusunu alıp renksiz taşları kırmızıya boyadı...

çok yorulmuştu. olduğu yerde uyuyakaldı... yeniden uyandığından hiçbir şey hatırlamıyordu...

(bkz: yaşamınız ne kadar renkli olabilir? belki de sadece "istediğiniz kadar")