bugün

hoşçakal

"yoksun; kardan adam(k)lar büyütüyordum bir dağ kasabasının serinliğinde, yüzüme tipiyordu ellerinin soğukluğu ve ben ışıklı bir çam ağacı gölgesinde oturmuş lugatıma kattığın yeni kelimeleri ve giderken götürdüğün mecaz anlamları düşünüyordum... noktaları birleştirmemizi ve hatta şaşı bakıp şaşırmamızı "emrediyordu" ilahi adalet, ben inandığım tüm "kutsal", "tutsak" ve "yasak" değerlere inat üşüyordum ve tüm ana haber bültenlerinde "yılın ilk karı" haberi oluyordum sanki... varsayımlardan, "yok canım"lardan başlamıştım yürümeye sanıyorum bir aralık soğuğuydu yine; erimiş buzlar vardı radyomun cızırtısında ve ben sessizliğinden yeni "sen"ler türetmece oynuyordum...

yoksun.. oysa ben ne zaman döksem gözyaşlarımı, sana sığınıyordum.. en sevdiğim şarkının coşkusunda hıçkırıyor apansızca, sana koşuyordum tüm çaresizliğimle, seni sayıklıyordum ulu bir cami dinginliğinde.. sana dolanıyor, sana büyüyor, seninle büyüyordum bir çocuk beyazlığında ve karlar yağıyordu kendi ellerimle ördüğüm şeker pembesi beremin ponponuna.. sen yoktun.. kırmızı bir şarabın çalkantısında, elimde elma şekerim, eski bir fotoğraftan kalma kocaman çocuk gözlerimle bir arkadaşımı seyrediyordum zaman adında ve bir trafik kazası haline geldiğinde gözlerimden akan yaşlar -üstelik arkadan çarptıkları için suçlulardı da-, "adını ağlıyordum" sayısını bilmediğim aylardan sonra hıçkıra hıçkıra..

yoksun.. şehre usul usul kar(bonmonoksit) yağıyordu ve şairin de dediği gibi "kapalı mekanlarda sevişmeyi öneriyordu (ana) haber bültenleri".. sevişirken buğu yaptığım araba camlarına nefesimle ismini yazıyordum kimseler görmeden ve hiç basılmamış karlara basmak gibi seviyordum seni; hiç gidilmemiş bir şehir gibi keşfediyordum yokluğunda "adını ağlamayı".. bir dizi sahnesi oluyordun bazen şehrin bir yakasında; bazen bir şehirden diğerine ağlayıp dönmüş kaça(ma)k bir feribot yolcusu. öylesine başlanmış her satır sana tamamlanıyordu tek bir noktasını dahi koy-a-madan, öylesine diziliyordu artık noktalama işaretleri anlam aramaksızın keyfe keder ve öylesine güzeldin ki içimde; kurmaya korkuyordum sıfat tamlamalarını güzelliğine hakaret olur diye..

yoksun.. yokluğuna şarkılar adamak kolay olandı oysa ben zoru seçmiştim.. yıllar dönüp gelirken bizi bulmaya başka yıllarda aynı günlerde; iki farklı duvarın acıklı saatlerinde, ben bir fon müziği eşliğinde "bu kalpsiz dünyayı sevebilmek için" gözlerinden dışarıyı izliyordum.. dışarıda usul usul kar yağıyordu ve sen kimbilir hangi şehirlerarası otobüsün camına dayamıştın başını da akıp gidiyordu beyaz kesik çizgiler sollamaya teşvik edercesine.. konuşacak gibi oluyordun; "sus!" diyordum içinden bir yerden, tüm kalbimle duymanı diliyordum.. "sus! yoksa düşerim" diyordum, duyuyor muydun bilmiyorum ama ben sana "daha fazla söyleme" diye yalvarıyordum..

yoksun.. istanbuldan nefret ettirdiler yokluğunda; aralarında kısacık mesafeler olan iki oda bir salon aşklarından mahrum ettiler beni üstelik bir yandan da yalnızlığa mahkum ettiler.. bir apartmanın 3. katında ölü bulundu rengi kan kızıla henüz dönmüş saçlarım ben 12. katın camında çayımı içip lapa lapa yağan karı keyifle seyrederken.. cinayet romanlarına, korku filmlerine taş çıkartırcasına oynadılar rollerini, hem yazmaya hem yönetmeye kalkıştılar hikayemi... başrollerimi çaldılar, sustum; oysa kulağına fısıldayacak çok mutsuzluğum vardı daha.. bilirdim anlardın; çünkü yılbaşı alışverişinde aynı eldivene göz dikmiş iki yabancıydık biz; birbirine yabancı iki romantik komediydik tesadüfen çalan şarkılarımızla.. oysa hayat!..

yoksun..
bu şehre sabah kar düştü..
gördüğüm her şey adı "ho$çakal" olan bir düştü.."