bugün

sözlük yazarlarının itirafları

geçenlerde orada yazdım. şu ithaf şeyinden bahsettim. ithaf ediyordum ya hani. belki hatırlarsın sen de. o ithafların bir bağlayıcılığı olduğunu mu düşünmüştüm acaba. kesin öyle. 5 isme de dolaylı yollardan, ima ederek, ya da özelliğini belirten takma isimlerle ithaf etmek. öyle olunca hiç tanımadığım kimseler bile bakıp, "bana mı diyo acaba" diyebilirdi aslında. hele hele esas muhattap aldığım kişilerin bu siteyle hiç işi olmaması ihtimali de var aslında. o 5 kişiden 3'ü biraz olsun sevdiğim, aşık olduğum kişilerdi. diğer ikisini arkadaşlarımdan seçmiştim. niye yaptım? bir tanık arama güdüsüyle mi, bir koro yönetmek ister gibi mi, yalnızlığı bir nebze azaltmak için mi, kaderlerine hükmetmek –gibi saçma düşünceler– için mi? bilmiyorum.
--- o dönem olan çoğu şeyi bilmiyorum zaten. çoğu şey bilinmezlik içinde kaldı, unutuldu. çarpıtılan, bir yere bağlanır gibi olan, altında söylenmek istenen başka şeyler saklayan, başka bir bilineni saklayan sözler işittim çoğu zaman. en çok o sözler vardı havada. benim fazladan mânâ aramamı da atlamayayım ama, havadaki tekinsizlik, insanlardaki tedirginlik sözlere dönüştüğünde içimin burkulduğu, gitmek istediğim, tepki vermek istediğim falan oldu. herkes her şeyi biraz bilir, duyar. toplulukların bir araya geldiği, düğüm düğüm iç içe geçtiği ortamlar, bu gibi söylenmeyen, duyulmayacak sesle söylenen dedikodularla kaynar zaten hep. kendi kişisel ortamınız sadece görünürde güvenli bir yerdir. sizi, hayatınızı, size farkettirmeden deşecek insan çoktur. stalker da demiyim, stalk değil çünkü bu. her neyse...

insanın kendi yazmadığı şeyleri birilerine ithaf etmesi, olsa olsa, hediye verilen kitabın kapağının iç tarafına yazılacak bir nottan ibaret olabilirdi oysa. metni bozma pahasına, yazarın kendi kişisel ithaflarını değiştirmek sonradan bana da saçma göründü. hem amaçsız bir iş. ölmüş birine bir şeyler ithaf edesim geldi sonra da, bununla alakasız. ölenler anılmaya daha çok hak kazanıyor sanki. onu da henüz yapmadım. kendim yazıp ithaf etmek daha yerinde olur

sesleri daha az duyar oldum. duymaya da alıştım. en çok duyduğum şey "heyecan yaptı..." yorumu. sinir bozucu ama, heyecan falan yapmadığımda bunu niye duyarım ki? işin kötü tarafı, bu seslerin ne kadarının sokaktan, yan evlerden geldiğini, ne kadarının da benim kafamın içinde oluştuğunu pek ayırt edemiyor olmam. olsun duyulmuyor şimdi.
--- yaptığım şeyleri eleştiren, yorumlayan, fikir veren, saçmalayan, benimle konuşmaya çalışan sesler duyuyordum. delirmenin daha iyi bir göstergesi, bir belirtisi yoktur belki de. bir videoda adam şizofreni hastalarının yaşayışını anlamak için, dediğim seslere benzer konuşmaların kayıtlı olduğu bir ses kaydını kulaklıkla dinleyerek sokakta yürümeye çalışıyordu. gerginlik veren bir şey olduğunu falan söyledi sonra da. bunu kendi kendime yaptığım için, aslında şanslı sayılırım. hastalık yüzünden olsaydı bir ömür ilaçlarla falan, o şekilde geçerdi. bazen istediklerini yapıp, kendi iç sesimle o kafamın yarattığı karakterlere cevaplar bile verdiğim oluyor. beynim bu işi nasıl yapıyor, benim olmayan seslere benim olmayan düşünceleri söyletmeyi nasıl başarıyor hiç bilmiyorum. ama gerçekten konuşanlar da yok mu, kesinlikle var. onlar sokağın bir parçası haline geldikleri için yapıyorlar bunu. en çok akşam saatlerinde azıtırlar, iyice gece olduğunda ses kesilir. bir yazı yazarken, duvarlardan gelen sesler olunca, duyduklarımı yazının içine eklediğim bile oldu bazen. yalnız kendi adıma konuşmak değil, çevredeki tanımadığım insanların da sesi olmuş olabilirim biraz. bu son dediğim biraz abartılı oldu; bir kelime duyup "okursa belki bağırdığı için utanır" diye yazdıydım, hatırladığım kadarıyla

---

o değil de o bahsettiğim dönem boyunca (aslında iki dönem demeli, ikinciye geri dönmüştüm aynı yere) işi –düşüncelerimi– vardırdığım ruhani, varoluşsal konulara nasıl giriyordum, olmadık kuruntuları nasıl açıklanamaz şekillere sokup anlatıyordum şimdi hiç anlamıyorum. zaten istesem de anlayamam çünkü o aralar yazdığım ne varsa sildim. kalıntı bile yok artık. geri dönüp okuyup anlamaya çalışmak gibi bir fırsatı kendi elimle yok ettikten sonra, çok da umrumda olmadığını anladım. şimdilerde de, ara ara, güzel modlara girip güzel şeyler yazdığım oluyor, ama hep değil. o zamanki üstü kapalı, hissettirilen düşüncelerin yoğunluğu, dahası bu düşünceleri gerçekten düşünüp öyle yazıyor olmam (önce kendim inanarak) çok etkiliydi sanırım. bunları böyle açıkça tartışır gibi anlatmaktan şimdi hiç çekinmiyorum. ilk olmasının da milleti hazırlıksız yakaladığı, belki benim kendi kendime yaşadığım şaşkınlıktan daha da büyük bönlüklere yol açmış olduğu düşünülebilir. ciddiye almanın sonucu. ama ben de ciddiydim sanırım. öyleyse neden...
--- bilmiyorum. tanrıyı aramak, düşünce yoluyla ona ulaşmayı denemek gibi şeylere ayıracak boş vaktim vardı belki. sadece o olsa iyi. şeytanın aklına gelmeyecek manipülasyonlara da kalkışmışımdır muhakkak. çevrede değişen, değiştiği görülen şeylere kendinden bir pay biçmek, gençken kapıldığımız bir çeşit sanrı aslında. çok iyimser bir düşünce o. yine de hiç yok değiliz ya, sen de biliyorsun. bu dünyanın üzerinde dolaşıp, bu yaşamı idare eden, şekillendiren bizleriz. hiç üzerime vazife olmayan işlere bakıp değiştiklerin görmüşümdür en fazla. bir şeylerin değiştiğini görmekten, izlemekten haz duyanlar vardır benim gibi. üzerine konuşacak bir konu olması demektir bu. felsefi yolculuğum tanrı arayışı ile insanları fişteklemekten ibaret değildi. anlam aramak, anlam yaratmak, edebiyat kaygısı duydum. edebiyat deyince "uydurma" şeylerin hemen akla gelmesi gerekir. "şunu yaptım, bunu etmiştim, şöyle yapıyorum" diye anlatan birinin uydurduğunu, özellikle de bunları yazıyorsa uydurduğu ihtimalini gözden geçirmek gerekir. birinci ağızdan konuşarak da öykü yazılabildiği unutulmamalı.
--- eskiyi özlemiyorum ama eski üzerine düşünmeyi seviyorum. hatıraları, anıları düzene koymak, elden geçirmek gerek. şimdi millet eskisi kadar salak değil neyse ki. her dediğime inanıp kafayı yiyenleri görmüyorum eskisi gibi.