bugün

çetin altan

Biten yüz yılın ilk yarısındaki iki Dünya Savaşı bizden önceki kuşaklarla bizim kuşaklara o kadar pahalıya mal oldu ki, bombardımanlar, yıkılan kentler ve toplamı 80 milyonu bulan öldürülmüş insanlarla peş peşe yaratılan küresel cehennemlerden herkes bir ölçüde kavruk çıktı.

***

Benim de ortaokul ve lise yıllarım 1939-45 yıllarının karanlık dönemlerine rastladı. Adam başına düşen ortalama ulusal gelir zaten 100 dolar cenderesine hapsolmuş gibiydi. Bir de buna vesikayla alınan ekmekten, bulunmayan ilaçlara ve hatta una kadar çeşitli kıtlıklar eklenmişti.

***

Yatılı okuldaki yemek porsiyonları nerdeyse esmer yüzlü bir pilavda 3 kaşığa kadar inmişti. Otoriter ve gerçekten de sorumlu bir müdür olan rahmetli Behçet Bey, tam yetişme çağında olan öğrencilerin öğünlerde bir dilimlik ekmekle doyamayacaklarını düşündüğünden, bir dilim ekmeğin yanında, bir de haşlanmış patates vermeye başlamıştı.

***

1876-77 Osmanlı-Rus Savaşı’ndaki büyük Balkan göçünde, islimye’den 7 yaşındayken ailesiyle birlikte önce istanbul’a gelen, sonra da Bergama’ya iskân edilen babaannem, sade yoksullukların değil, aynı zamanda yoklukların koşullanmasıyla eli sıkılıkta adeta düğmük düğmük olmuş gibiydi. Evde zeytinyağlı fasulye biraz bolca yağla pişmişse, sofrada cumbulumsu yağ fazlasına dik dik bakarak:
- Oh babam, derdi; tencereye tenekeyi mi boca ettiniz, ne yaptınız? Ve söylenmeye başlardı.

***

Babam Ankara’da görevli olduğu için, okuldan hafta sonu çıkışlarında kendimi tümden öksüz hissetmeyeyim diye, Göztepe’deki dedemin köşkünde babaannem, tek başına kalmıştı. Pazar akşamları okula dönerken, boş bir prünol şişesine tuzla biberi karıştırarak doldurur, ekmek banarak yemem için yanıma verirdi:
- Tuzla biber hızlı gider, derdi.

***

Hali vakti yerinde ailelerin çocukları evden getirdikleri börekleri çörekleri yerken, ben de tuzla bibere ekmek banardım. Ailenin olanakları o ölçüde kısıtlı olduğundan değil; babaannemin, kişisel tüketimi, neredeyse sıfıra doğru indirmeye dönük koşullanması, daha ötesine geçit vermediğinden...

***

ikinci Dünya Savaşı yıllarında, ilk gençliğim yamalı çoraplarla, dirsekleri yamalı okul içi ceketleri giyerek geçti. Yakası eskimiş gömleklerin arka eteğinden bir parça kesilerek yakalar onarılır, tabanı delinmiş ayakkabılara en az iki kez pençe yaptırılırdı.

***

Ortaokula başladığımda babaannem de Ankara’daki ailenin yanına gitmişti.
1 lira haftalığım vardı. Sinemalarda alt salon koltuğu 66 kuruştu. Okulun karşısındaki içkisiz şarküteride küçük boy sandviçler 5, büyük boy sandviçler 10, sucuklu yumurta da 50 kuruştu.
Ve girip çıkanlarla dükkânın kapısı açılıp kapandıkça, mis gibi sucuklu yumurta, haşlanmış sosis kokuları taşardı dışarıya...

***

1 liralık haftalık hem sinemaya gitmeye, hem de sucuklu yumurta yemeye yetmezdi. Neyse ki o zamanki Lale sinemasının en tepe balkonu 22 kuruştu. Dayanamayıp sucuklu yumurta yediğim zamanlarda oraya giderdim...

***

Öğrenci arkadaşlar, cumartesilerle pazar akşamlarını evlerinde geçirirlerken, ben birkaç avuç parasız yatılının kaldığı bomboş okula dönerdim kös kös... Aileleri istanbul dışında olduğu için kendilerine bekâr öğrenci denilen 30-40 arkadaşın doldurulduğu ortak bir sınıfta, kuytu bir sıra seçer, onların itiş kakışları arasında roman okurdum.

***

ikinci Dünya Savaşı yıllarında iç benliklerimize hangi silinmez damgaların vurulmuş olduğunu kestirmek kolay değil...
Hâlâ daha paketlerin iplerini elimde sarıp belini düğmükleyerek bir yerlerde saklarım. Hâlâ daha kendime bir şeyler alma dürtüleri pek şahlanmaz içimde...

***

Savaşlar da gelir geçer, ama işte eski bir deyimle “deler de geçer.”

http://gundem.milliyet.co...detay/1758632/default.htm