bugün

siyah beyaz ölüm yaşam

Uyandığında henüz sabah oluyordu. Okul telaşındaki servis arabalarının sesi uzaklardan gelen ezan sesine karışıyordu. Bir süre yataktan çıkamadı. Ayağının ulaşabildiği tüm yorgan altlarındaki soğuk ona acı veriyordu. Baş ucundaki komidinde duran karısının resmine baktı uzun uzun. Yanında duran siyah-beyaz algılanamayan ultrason çıktısı iliştirilmişti. istekle ve dikkatli bakıldığında bu bir bebek yüzüydü. O bebek doğamamış ve doğamamışken annesinide yanında ölüme götürmüştü. Adam, hastane koridorlarındaki yalnızlığını düşündü. Şimdi bu sabah,bu yataktaki kadar yalnız ve soğuktu gerçekler. Karısı doğum sırasında, çocuğuyla birlikte öleli tam bir sene oluyordu ve o bir sene boyunca da adam her gün yaşamaya çalışıyordu. Yataktan çıkmadan gün boyu yapacağı işleri düşündü. Para kazanacaktı ama kimin için? Yemek yapacaktı ama kime? O an kafasında muhteşem bir ölümün onu çağırdığını hissetti. Yaşamaktan keyif alamıyorsa, yaşadığı küme içerisinde kısıtlı kaynakları tüketmenin anlamının olmadığını düşündü. Evet bu gün ölecekti.

Bir anda sevinçle sıyrıldı yataktan. Duş aldı. Tıraş oldu. Hafta sonu olduğu için rahat kıyafetler giydi üzerine. Çay demlenirken yatağını düzeltti, yatak örtüsünü serip, içine özenle pijamalarını katladı. Dolap kapaklarını kapayıp, ne zamandır sürmediği karısının hediyesi losyonu yüzüne boca etti. Kapıyı açtığında kapıcıyla karşılaştılar. selamlaşıp, gazetesi ve sıcak ekmeğini aldı torbadan. Çay demlenmişti. Tulum peyniri ve tereyağı ile enfes bir kahvaltı etti. Gazetedeki kısır siyasi çekişmeler, zam haberleri, kriz tellalları hatta Arjantine benzeme telaşı bile ona komik geliyordu. Gazetenin en ilginç haberi bir derby maçı için alınan önlemlerdi. Oldum olası anlayamıyordu şu futboldan ve maç heyecanından. Alt kültür eğlencesi geliyordu ona. Çay bardağını ve çatal-bıçağı makineye dizdi. içinde üç beş parça bulaşık olduğu halde çalıştırdı makineyi. Kahvaltılıkları buzdolabına dizdi. Her şey düzenli ve yaşayışın ritmine uygun olmalıydı. Bugün geride bırakılacaklar için bir yok oluş değil, bir kayboluş olmalıydı. Yitirilmenin ailesine ve dostlarına vereceği acıdan kurtulmanın tek yolu ölmüş değil, gitmiş, uzaklaşmış, kaçmış gibi yapmaktı. internetten ileri tarihli aidat ödemelerini yaptı. Kapıcının hesabına her ay eşit miktarda gelmek üzere 12 ayrı havale düzenledi. Üzerine beyaz montunu aldı, yağmur yağıyordu şemsiye yerine siyah beresini taktı. Kapısını kilitledi. Son bir kez kapıya baktı. Bir daha göremeyecekti. Oysa hiç anahtar kullanmayacağı ve zile basıp kapıyı kucağında bebeği olan karısının açacağı günleri hayal ederek giriyordu bu kapıdan. Asansörden indi. Kapıya durumu anlattı.Uzun bir seyahate çıkıyordu. Para gelmeye devam ettiği sürece kapıcı, çiçeklere ve muhabbet kuşuna bakacak, karısı da on beşte bir temizliğe gelecekti. Anahtarı bıraktı ve yola çıktı. Muhteşem bir ölüm olmalıydı. izsiz,telaşsız,ani ve muhteşem. Yolda düşünceli yürürken bir araba ayak ucunu sıyırarak geçti. irkildi birden. Çok adi bir ölüm! Kanıt olmamalı. Sarı bir dolmuş geçti önünden. Taksim-Bostancı yazıyordu üzerinde. Evet, çözüm buydu; Boğaziçi Köprüsü. Dolmuş durağına doğru yürüdü. Nedense idam mahkumlarının son saatleri geldi aklına. Şiirler dolaşıyordu dilinin ucunda. Öptüğüm kızlar geliyor aklıma Ne garip onun aklına öptüğü hiçbir kız gelmiyordu. Sanki bu dünyada bir kız bile öpmemişti. Tamamen silinmişti aklından biriktirdiği tüm güzel öpüşmeler. Durakta önünde bekleyen kızı öpse ne olurdu. Fikrine güldü sonradan. ilk gençliğinde ilk kez öpme girişiminde bulunduğu kızla olan mücadelesini anımsadı. O ilk teslim olmayış. Saygı duydu içinden, sonradan sıradanlaşacak bir salgı transferinin verdiği o tadı hak edene vermeye çalışan o teslim olmayışa ve o kıza. Dolmuş tecrübesi pek yoktu ama ayaklarını sığdırabileceği bir cam kenarı seçti kendine, kapıya yakın. Otomatik açılan kapının manuel çalışma tarzını keşfetmek istesede şöförün tersleyişi ile vazgeçti. Bir milyon sekiz yüz bin liralık yolun yarısında ineceğini bile bile parayı uzattı şöföre. Dolmuş hareket etti. Son kez görüyordu şehrin kendi içinde anlamsız telaşını. Köprüye iniş anında doğulu bir bilgenin hipotezi geldi aklına. Hayatın anlamını çözmeye çalışanlar, o anlamı bulma peşinde hayatlarının nasıl geçtiğini anlamazlar.. Yada ona benzer bir şey. Bu anlamı o da bulamamıştı ve o anlam içinde oda ölmeye gidiyordu. Zaman geçmek bilmiyordu. Hava kararmak üzereydi. Dolmuş köprüye iniş viyadüğü üzerinde trafiğe takılmıştı. Dakikada yarım teker bile dönmüyordu araba. Sarayburnu ışıklarını yakmış, Topkapı Sarayı belirmişti. Adam camı kenarından saraya baktı. O çağlarda yaşayan insanları düşündü. Kuldular. Padişah efendilerinin bin yaşaması için duacıydılar. Bugünkü kadar tüketmiyor, kolay harcayamıyorlardı. Buna rağmen emindi ki bugüne kıyasla mutluydular. Çünkü yaşadığı çağdaki mutluluk paraya endeksliydi ve aşk bile bozuk para gibi harcanabilirdi. Ki parası vardı ama hayat ölümler yaşamasa bile ona anlamsılaşmaya başlayacağını biliyordu. Sevmek ve bağlanmak bu zaman insanlarına göre değildi onun için. Ama o sarayı yapan insanlar, yaptıkları bir sarayı en azından geleceğe bir miras bırakabilmişlerdi. Adam ise geride yalnız, üç beş parça çiçek ve bir muhabbet kuşunu bırakıyordu. isyan edesi geldi.

Aynı anda Beşiktaş motor iskelesinde bir grup genç karşı yakadaki stada o meşhur derby maçını izlemek üzere motora biniyorlardı. Neşe içinde slogan atıyorlar, ellerindeki bayrakları sallıyorlardı. Motor iskeleden ayrıldığında, uzun sopalı bir koca bayrağı motorun en yüksek yerine diktiler. Şiddetle esen rüzgar bayrağı alıp götürmesin diye ne kadar can yeleği varsa altına desteklemişler ve dalgalara karşı ülkeler fethetmeye giden Barbarosun Leventleri gibi motorun ucunda ve ayakta yağmura karşı geliyorlardı. Hava sertti ve dalgalar oynanacak maçtan daha çok heyecanlandırıyordu motordaki gençleri. Boğazın ortalarına geldiklerinde sert akıntılar, zaten maç öncesi mazotunu almış olanları daha bir sarhoş ediyordu. Ama yinede sloganlarla inliyordu hem Avrupa, hem Anadolu yakası.

Köprüde kaza varmış dedi şoför. Yan yan açıldı trafik. Köprüye çıkmışlardı artık. Mavi bir kum saati vardı adamın ta çocukluğundan kalma. Üniversite imtihan testleri çözerken ters çevirip başlardı sorulara. Mavi kumlar bitti diye düşündü. Kum saatinin üstü ne kadarda saydammış diye düşündü. Çocukken çok ateşi olduğu geceler aklına geldi. Sert ve büyük bir kum canavarı gelirdi gözünün önüne, havaleler gelmeden önce ve saat normalinden ağır işlermiş gibi olurdu. işte yine aynı şey oluyordu ama artık sonu yaşamak istiyordu. Bir bakıma en çok istediği düşü de gerçekleştiriyordu. Bir hastalık yada yatarak karşılamıyordu ölümü. Dinç ve isteyerek gidiyordu. Köprünün bağlantı halatları kısalıp, dev çelik halat yol ile buluştuğu noktada çıkacaktı dışarı. Şansı yaver gitti ve tam o noktada trafik akışı durdu. Evlilik yüzüğünü dolmuşun camı ile siyah contası arasına sıkıştırdı, cüzdanını koltuğun yırtık döşeme boşluğuna soktu. Artık hayattan arınmıştı. Kapı kolunu çekti, sağ ayağını dışarı attı. Bariyerin üzerinden tenis topu gibi sıçrayarak korkuluklara tırmandı. Saflığı düşündü. Kendini boşluğa bıraktı.

devamı aşağıdadır..