bugün

denizde yüzen bok görmek

hayatımın en iğrenç anını yaşamama vesile olan hadisedir. efendim daha yaşça küçük ve beyin olarak da küçük olduğum bir döneme denk gelmiş ve beni derinden etkilemiş bir mevzuyu paylaşmak, bir anı defteri olarak sözlük konusuna iyi bir örnek olacaktır.

denizde o çocukluğun verdiği deli heyecan ile şapada şupada ile yüzülmektedir. kollar ve bacaklar desenkronize bir şekilde hareket ederken aynı zamanda da etrafta insanların olmadığı bir bölgeye giderek maksimum hareketlilik ve su sıçratma, minimum düzeyde de insanlardan fırça, paylama elde edilir. bu terkedilmiş bölgede ise ileride ufukta -tabii ki bir çocuk için ufuk bir kaç kulaç ilerisidir- bir kütle görülür. yüzerek yaklaşılır ve görülür ki bir tahta çubuk. çocuk olmanın verdiği merak ve oyun hissi ile tahta çubuğa el uzatılır ve yakalanır. işte bu anda o tahta çubuk ortadan ikiye ayrılır. meğersem o tahta çubuk denilen şey denizde yüzen kocaman bir bok parçası imiş. muhtemelen oraya gelen turistlerin kabız olanlarından birinin denizde bıraktığı nadide bir eser idi. tabii elimle bir bok parçasını tamamen kavramış olmanın -ki çocuk eli küçüktür, bok da kocamandı, maşallah tüm elimle kavradım boku- verdiği his ile, tek el havada olmak suretiyle yüzerek kıyıya çıkıp tuvalete koşturup elleri 354 kere yıkadım. (bkz: kusuratlı sayı verince inandırıcı olmak). hayatımın en kötü tecrübelerinden birini yaşamış olarak ileriki nesillere, kullanmaları için bir atasözü yaratmama vesile olmuştur bu olay;

(bkz: denize düşen yılana sarılsın ama boka sarılmasın)