bugün

entry'ler (43)

akustikhane

performansların albüm kalitesinde kaydedildiği program. tüm performanslar onlarca kanal kayıt ediliyor, mixing ve mastering aşamalarından geçiyor. sonuç; evladiyelik performanslar. pek çok sanatçının pek sevdiğimiz şarkılarının malesef düzgün kaydedilmiş akustik kayıtları yok.

akustikhane bir müzik programı olmasının çok ötesinde ülkenin biriktirmiş olduğu müzik kültürünü hakettiği şekilde arşivliyor.

allah yoktur diyen profesöre einstein in cevabı

- korkarım gene yanılıyorsunuz sayın profesör.
+sen nasıl konuşuyorsun öyle bakim. korkarım da ney! götünüzden dialog uydurmayın.

anam avradım olsun

küçükken anlamadığım küfürdü. annem olsun, karım olsun demekti benim için. insanın annesinin ve karısının olması güzel bir şey değil miydi?

bedelli askerlik

Yaş sınırının 30 olacağı yönünde bugün haberler çıkmıştır. yaş sınırının 30 olması ciddi bir fırsat eşitsizliği yaratacaktır. misal 27-28-29 yaşında tonla yüksek lisans ve doktora öğrencisi vardır. bu yaş grubunun akademik kariyeri 30 yaş üstüyle paralel ilerlerken çıkacak yasayla 30 yaş ciddi bir avantaj elde edecektir.

adam bedelli yapıp gelecek kariyerine aynen devam sen ciddi bir zaman kaybı yaşayacaksın.

25 yaşın akademik kariyer yapan pek olmadığı için o yaş dilimi pek olası değil. lakin 30 yaş da epey yukarıda kalıyor bunun 28 veya 27'ye çekilmesi lazım.

akademik kariyer mevzuğunu örnek olsun diye verdim. bir çok alanda kariyerini tırmandıran adam var 27-28 yaşında.

bu ülkeye sadece asker değil doktor, mühendis, avukat ve sanatçı da lazım.

ülkeye asıl katkıyı yapacakları alandan alınıp askerlikle sündürülen geçlerimizi bu 30 yaş sınırıyla da perişan etmeseler çok iyi olacak.

not: 29 yaşındayım. evet en çok bana dokunuyor.

günler sonra edit: sanırım ben yararlanabiliyorum. zengin değilim ama kimseyi öldürmek istemiyorum. harç borç ödemeyi düşünüyorum.

sözlükte yükselen asker ve askerlik düşmanlığı

askerlik ve şehitlik kavramlarını hürriyet gazatesinden öğrenmiş elemanların hassaslaşıp incindiği düşmanlıktır.

bak evladım. iyi oku. şehitlik rıza ile olur. yani kişi kendi rızası için inandığı bir değer uğruna cepheye gider ve ölürse şehit olur.

oysa bugün askere gitmek zorunlu. yani kişi kendi hür iradesiyle cepheye gitmiyor. zorla götürülüyor. zorla gittiği cephede ölen adama şehit denmez.

ve kimin cepheye gönüllü, kimin gönülsüz gittiğini bilemeyiz.

gazateden, televizyondan takip ettiğiniz masalların çok ötesinde bir gerçek var ki götünüze pamuk tıkandığında konuşamıyor oluyorsunuz.

konuşamayan, çoktan ölmüş insanların ardında ''bu vatan uğruna şehit oldu'' demek aymazlıktır.

o adam yattğı yerden kalkıp ''öldüm ulan ben sikeyim vatanınızı'' dese ne diyeceksin.

çanakkale'de dedelerimiz arkada bıraktıkları namusları, toprakları için savaştılar, bir çoğu şehit oldu.

bugün kimle ne için savaşıyoruz?

1997 yılında şehit olmuş yunus şahinsar senin için ne ifade ediyor. hiç değil mi? adını bilmiyorsun bile.

o yüzden o içi boş milliyetçiliğini kimselerin göremeyeceği bir yerine sok.

ölmek, öldürmek çocuk oyuncağı değil.

askerliğin hizmetçilik olduğunu iddia eden mal

her sabah komutana manavdan günlük 500gr hıyar almanın askerlik olduğunu düşünen maldan farklıdır.

edit: kendi evimde istediğimi yaparım. başkasının evinde yapınca adın zaten hizmetçi oluyor otomatikmen.

(bkz: döl israfı)

18 ay boşuna askerlik yapmış olan vatan evladı

18 ay boşuna askerlik yapmayan akranları yurtdışında çoktan farkı koymuştur. aç karnına milliyetçilik yapmayı marifet sayanlar günümüz dünyasında parası olanın diğerini öttürdüğünü görememiştir. dünyanın en zengin ülkesi katar'ın ordusu yok.

ben sana milliyetçilik yapma demiyorum hobi olarak yine yap. sen önce bi götünü topla sonra bak bakalım sana kimse dokunabiliyor mu?

almanya başbakanı merkel'in önünde ip gibi diziliyor avrupalı diğer liderler. almanya'nın ordusu yok. cayır cayır sanayi var.

(bkz: beyin bedava)

osmanlı nın aslında barbar bir imparatorluk olması

(bkz: babanla doğru konuş)

plato film

çalıştırdığı insanlara paralarını ödememek için attığı taklalar yaptığı işlerden daha kalitelidir.

konuya örnek teşkil etmesi açısından erkan nurhan'ın facebook profilinde yayınladığı yazısını sizlerle paylaşıyorum.

''aslında baya uzun süredir bu notu yayınlayıp yayınlamamak üzerine düşünüyorum. çünkü belki birazdan okuyacaklarınız size tamamen gereksiz, saçma ve yersiz gelebilir. ama bunu yazmak zorundaydım, affola...

malum, çok hassas günlerdeyiz. namlunun iki ucunun olduğu, birisinin düşmanı! diğerinin ateş edenin vicdanını öldürdüğü, ikişer üçer kez ölünebilen, utanmaktan yorulunan, ciğer testlerinde ikmale bile kalınamayan ama toplamda sınıfta kalınan, kimin ne olduğunu ortaya çıkaran, acısı taze, zor ki ne zor günler...

hikaye, 2009 haziran’da başlıyor. malum; biricik kızım, yaşama amacım, en bi varlığım, minik “rüya”mın hayata gözlerini açtığı yıl.

2009 yılının mayıs ayında, isim vermekten çekinmeyeceğim (ki bu sebep aynı zamanda bu yazının amacıdır ve herhangi kimseyle kişisel bir münasebetim olmadığından kişi isimlerini kendime saklayıp firma ve iş isimlerini açık etmekte sakınca görmüyorum) bir yapım şirketi olan “plato film”in, aylavyu adlı filminin görüşmesine gittim. haziranın ikici haftasında başlayan ön hazırlık aşaması temmuz ayının ikinci haftası sonuna dek toplam 5 hafta sürdü. yaptığımız görüşmede işin genel koordinatörü ile, ön hazırlık aşamasında yarım haftalık, sette tam haftalık olmak üzere anlaştık. bu ön hazırlık aşamasının sadece ilk haftasının ücretini alabildim. geri kalan 4 yarım haftalığın sete çıkıldıktan sonra peyderpey ödeneceği söylendi.

14 temmuz’da mardin’de filmin çekimleri başladı. zor şartlar, kötü yemekler herkesin zaten aşina olduğu şeyler... filmin mardin’deki çekimleri tam 5 hafta sürdü. planlanan çekim takvimi de 4-4,5 haftayı kapsıyordu. mardin etabının dışında 1 günlük de istanbul çekimi planlanmıştı. mardin’deki 5 hafta boyunca ekibin neredeyse tamamı, güneş geçmesi-dizanteri-ishal-kusma-halsizlik gibi şikayetlerle bazen hastanede serum takılarak, bazen şefleri tarafından dinlendirilerek, bazen de kendi buldukları yöntemlerle çalışmaya devam edebilip filmi bitirmeye çalıştılar. bu şartlarda devam eden (temmuz ayı ve mardin sıcağı) bir filmin çekimleri sırasında ekibi ayakta tutabilecek yegane şey moraldir. moral nasıl sağlanır? ekibin bir ekip olduğunun farkına varması, maddi-manevi yönden tatmin olması sayesinde gerçekleşir ancak. şartlar yönetmen arkadaşın kimsenin anlam veremediği tuhaf yöntemleri sayesinde daha da zorlaşıyor, yönetmen; filmin ikinci gününde sanat yönetmeni-üçüncü gününde de görüntü yönetmeni ile kavga etmeye başlıyordu. ben ise arada tampon olmaya çalıştıkça kemiklerimin çatırdadığını duyuyor ama vazgeçmiyordum. sonunda mardin çekimlerinin bitmesine iki gün kala, bana da setin ortasında gözümün içine baka baka hakaret edip, bunu aslında başkasına söylemiş olduğunu itiraf edip, benim alınganlık etmiş olduğumu belirtmesi ile bende kayış koptu! o anda genel koordinatör ile konuşup beni ilk uçakla istanbul’a göndermesini istedim. ilk uçak iki gün sonra idi. eşyalarımı toplayıp istanbul’a döndüm.

16 ağustos 2009... istanbul’a dönmemle hastalanmam bir oldu. bir ay hasta yattım. dizanteri... set aşamasında ödemeler nispeten iyileşmiş görünüyordu. filmin 5 haftalık çekim süresinin ilk 3 haftalık ücretleri mardin’de iken ödenmişti. kalan 2 haftalığın ilkini de, ekibin stanbul’a dönüşünden yaklaşık bir buçuk veya iki ay sonra ödediler. kalan son haftalığın akıbetini sorduğumuzda ise aldığımız yanıt şahaneydi... “film gişede 1 milyonu geçerse öderiz!” sanki sözleşmeli, sigortaları ödenen insanlarız da sözleşmeye böyle bir madde konmuş, biz de imzalamışız! bu arada filmin yukarıda bahsettiğim bir günlük istanbul çekimi de henüz yapılmamıştı. kostüm ekibi, ancak bu sahnelerdeki devamlılıklı kostümleri vermemekle tehdit ederek kalan parasını alabildi. o da, şefleri aldığı üç kuruşu asistanlarına verdi, bitti gitti... gerek telefon görüşmeleri, gerekse bizzat yerlerine cihangir’e gidip paramı istemek sonuç vermiyordu. (kalan 4 yarım haftalık + 1 tam haftalık = toplam 3 tam haftalık alacağım vardı) avukat bir arkadaşımla görüşüp ne yapabileceğimi sordum. icra takibi başlatmaya karar verdik. icra takibinin açılmasından çok kısa bir süre sonra, plato film-muhasebe’den bir telefon geldi. “erkan bey, ödeme yapacağız, şirkete gelebilir misiniz?” tamam dedim. işe yaradı. yanıma sette beraber çalıştığım bir asistanımı alıp (bu arkadaşı da sevgiyle anıyorum burdan) cihangir’e gittik. iki saat beklettiler. iki saat sonunda, muhasebeye gittik. muhasebe görevlisi kalan ödemenin 4’te biri olan bir ücreti gözümün önünde sayıp uzattı. arkadaşına seslendi. “şu ibranameyi verir misin?” ibraname mi? şoka girdim. bana hak ettiğim paranın dörtte birini verip bu işten sıyrılacaklardı... cevabım netti. “makbuz varsa imzalarım, ama o kağıda elimi sürmem!” kadın eğer ibranameyi imzalamazsam ödeme yapamayacağını söyledi. ben de borçlarının bu kadar olmadığını, devamını da almak istediğimi söyledim. o sonra daha yetkili birisini aradı. (yetkili birisi de filmin yapımcısı. yanlış anlamayın şirketin sahibi olan medyatik şahıs değil ama onun kadar sözü geçen birisi) kısa bir görüşmenin ardından “yetkili birisi” öfkeden gözü dönmüş şekilde yanımıza geldi. çok önemli toplantısını böldüğümüz için çıldırıyordu. ne hayırsızlığım kaldı, ne tavuk s.kmeye çalıştığım ne orayı babamın çiftliği sandığım. saydırdıkça saydırdı. yanımdaki asistan arkadaş ile şoka girdik. sakinliğimi korumaya çalışarak, şu anda öfkeden gözünün dönmüş olduğunu, bilmediği bir takım şeyler olduğunu daha sonra konuşsak iyi olacağını geveledim. yetkili birisi sonra üzerime yürüdü. son raddeyi de geçtiğimizi anlayınca ben de saldırmaya başladım. daha sonra, daha başka bir mecrada yine karşılaşacağımızı, seve seve ödemedikleri paramı s.ke s.ke ödeyeceklerini söyleyip arkama bakmadan çıkıp gittim. böyle münakaşalara alışık olmadığımdan çıkınca elim ayağım boşaldı. asistan arkadaşla durumu değerlendirdik. onlara dava açmaya karar verdim. avukat arkadaşımı aradım. süreç başladı.

sonra zorlu bir döneme girdik. kimse; şirkete yanımda gelen, her şeye tanık olan asistanım dahil, tanık olmak istemiyordu. ne de olsa bu piyasa küçük. duyulur ne’me lazım... kimse tanık olmak istemiyordu derken yakın arkadaşım olan kostüm asistanı arkadaşımı ve sanat yönetmenini hariç tutayım. ben iki tanık ile, şirket üç tanık ile (bir kameraman-bir kamera asistanı-bir ışıkçı = üçü de plato film’in çalışanı) dava süreci başladı. bu sıralarda veya bir süre öncesinde de plato film “aylavyu” filmini genel koordinatör ve yönetmenin kurduğu kendi şirketlerine sattı. ama olayın geçtiği dönemlerde muhatabımız plato film olduğundan biz davayı plato film’e açmıştık.

dava süreci iki yıl, toplam 5 ya da 6 duruşma sürdü. yapım şirketi davayı iş mahkemesinden alıp, fikri ve sinai haklar mahkemesine taşımak için çabaladı. hakim, benim vergi yükümlüsü bir işveren olduğumu iddia eden yapım şirketine sözleşmemizi görmek istediğini söyleyince kendi kazdıkları kuyuya kendileri düşmüş oldular. bizim açtığımız dava, toplam alacaklı olduğumuz meblağı, tazminat davasını, faizleri ve sözleşmesiz işçi çalıştırdıklarından dolayı sgk tarafından onaylanmış şartları barındırıyordu. bu süreçte sine-sen de davaya destek oldu. zaten bu davanın benim tarafımdaki avukatı olan arkadaşım da süreç içerisinde sine-sen’in avukatı olarak da çalışmaya başlamıştı. dördüncü duruşmada sanırım, avukat arkadaşımı arayıp davaya gelmek istediğimi söyledim. bundan önceki duruşmada ise, benimle birlikte şirkete gelen benim asistanım olan arkadaşı, plato film, benim tanığım olarak mahkemeye getirmişti. benim başaramadığımı ona şirkette iş vererek, lehlerine çevirdiklerini düşünmüş olsalar gerek. kızcağız duruşmada kem küm bişeyler söylemeye çalışmış ama sanıyoruz ki plato film’in tam olarak ondan istediklerini de söylememiş. suya sabuna dokunmayan şeyler söylemiş.

iş, dördüncü duruşmaya geldiğinde, ben de beyoğlu adliyesi’ne gitmeye karar verdiğimde, bütün işler değişti... avukat arkadaş, ben, kostümcü arkadaşım ve sanat yönetmeni 4 kişi saatinde adliyedeydik. avukat arkadaş, üst kata bakmak için yanımızdan ayrıldı. geri döndüğünde suratı kireç gibiydi. şirket üç tanığı ile çıkartma yapmıştı. bu üç tanıktan kameraman olan ise, şu anda facebookta arkadaş listemde ekli olan, aynı yıllarda, aynı üniversitede okuduğumuz, aynı kantinde çay içtiğimiz bir arkadaşımdı... ve yukarıda konuşulanları duymuştu... avukatları ile birlikte üç tanık kafa kafaya vermiş, “şöyle iyiydik dicez, böyle aldık paramızı dicez, o şerrefsiz işi bıraktı gitti dicez” diye plan yapmaktalarmış. benim o gün davaya katılacağımdan kimsenin haberi yoktu. ilk kez gidecektim. sonra müthiş karşılaşma anı... sadece gözlerine baktım. üç tanıklarından yaşça en küçük olan kamera asistanı çocuk, son anda içeri girmekten vazgeçti. “abi bizim ne işimiz var burda allah aşkına ya!” “bu adamın aleyhinde mi konuşacaksınız?” dedi ve dışarıda kaldı. diğerleri ile biz hiç bir şey konuşmadan içeri geçtik. hakim sırayla önce bizi, sonra onları dinledi. ortamın fena halde tuhaf atmosferinden olsa gerek, arkadaşım olan kameraman ilk sözü aldı ve sesi titriyordu. ortalama bir şeyler söyledi. söyledikleri ne plato film’in davayı kazanmasına yardım edecek şeylerdi, ne de bizim... sonra ışıkçı arkadaş söz aldı. hemen hemen aynı şeyleri söyledi. plato film dava metninde; benim filmin çekimlerinin bitmesine birbuçuk hafta kala “sebepsiz” yere seti terk edip istanbul’a döndüğümü, ekibi zor durumda bıraktığımı (hatta abartıp, hastalanmalarından benim sorumlu olduğuma kadar), ben işten ayrılınca bir hafta yerime birisinin aranıp, istanbul’dan yeni bir yardımcı yönetmenin işe alındığını, bir haftalık beklemenin tek sorumlusunun ben olduğumu söylüyordu. kendi şahitleri ise; benim tam olarak ne zaman işten ayrıldığımı bilmediklerini ya da hatırlamadıklarını söylemişlerdi. “bir kaç gün önce falandı sanırım” gibi ortada beyanlar...
duruşma bitti. koridora çıktık. bir süre harç ücreti yatrımak gibi işleri hallettik. plato’nun avukatının yüzü düşmüştü. kameraman arkadaş bana yaklaştı. “umarım kazanırsın... kusura bakma, zaten gelmemeliydim. ama seni satamazdım işte...” gibi birşeyler söyledi. sadece kafamı sallayabildim.

sonra dava bilir kişiye gitti. bilir kişiden gelen cevap tuhaftı. “bu davada, asliye hukuk mahkemesi görevlidir” diyordu bilir!kişi... hakim bunun üzerine “davacı iş mahkemesi, davalı fikri sinai haklar mahkemesi ben de iş mahkemesi diyorum, bilirkişi nereden çıkarmış bunu?” dedi. sonra hakim ikinci bilir kişiye gönderdi davayı. herhalde ikinci bilir kişi ya iyi bir insandı, ya da plato film için fazla masraflı olmaya başlamıştım. bilir kişi, vergi masrafları kesintisi ile istediğimiz ücrete yakın biir meblağı onaylamıştı. tamamdı artık. bitiyordu...

2011 ekiminin ikinci haftası itibarı ile davada karar çıktı. 2 yıllık bu hikaye artık sona eriyordu. bir insan sadece hak ettiği parayı istediği için dilenci-köpek-tavuk s.ken muamelesi görmüş, ama pes etmemişti. uzunca bir süredir benim için önemli olan yegane şey, buradan alacağım paradan ziyade, böyle bir mektubu yazarak, insanların gözünü açmak istemekti. bunun için bu kararın çıkmış olması yetecekti.

vaz geçmedim arkadaşlar. içimde çok derinlerde kalmış bazı duygular alevlendi. uyandım. ama ne yazık ki, hala kaderimiz hukuki yollara güvenebilmek yerine iyi niyetli hakimlerin, bilir kişilerin, savcıların insiyatifinde. ben şanslıydım ki; iyi niyetli bir hakim ile bu davayı bitirebildim. sanırım şu koşullarda yapılabilecek insanın en fazla elinde olan şey, bu gibi şirketler ve insanlardan uzak durmak. bu yüzden lütfen bu hikayeyi herkesin okumasını sağlayın. ve cesur olun. korkmayın... bakın hala hayattayım.''

erkan nurhan
ekim 2011 – istanbul

sırrı süreyya önder

terörist cenazesine katıldığı yalandır. kendisi konu hakkında açıklama yapmış; 20 yaşında kanserden hayatını kaybeden yeğeninin cenazesi için 4 gündür adıyaman'dadır. el insanftır. el hayadır. el izandır.

barış istiyorum

hayatında hiç savaş görmeden savaş çığırtkanlığı yapan insanları susturacak söz.

kürt ya da türk sorunu. iki kardeş halk. çanakkale'de diyarbakırlı ile edirnelinin yan yana yattığı bu topraklarda tarih sürekli yeniden yazılıyor. daha küçük çocuklarken bizlere okulda öğretilmeye başlanan tarih bilgisini ne yazıkki sonraki yıllarda hiç geliştirmiyor araştırmıyoruz. gazatelerden, tv kanallarından duyduğumuz tarih bizim için gerçek tarih oluyor.

gerçek şu; iki halkında eli kanlı. yaralar çok derin. iki halkın büyük kısmı bugün barış istiyorken bazı kesimler karşı tarafı suçluyor ''bak senin yüzünden elim kanıyor'' diyor. sonra iş önce sen başlattına dönüyor. önce kimin başlattığının bir öneminin kalmaması için kaç bin genç daha ölecek?

kürt halkı ve pkk artık ayrışmış durumda. kürt halkının büyük bölümü pkk'yı kendilerini temsil eden, haklarını arayan bir örgüt olarak görmüyor. kürt tarafında ciddi bir barış özlemi ve hasreti var. aynı özlemi türk tarafı da duyuyor. vatanın bölünmeyeceği artık aşikar. 90'ların politik söylevleri artık okunmuyor. vatan bölünmüyorsa şehitler de ölmemeli ama ölüyorlar. gençlerin ölümlerini durdurabilecek önemli bir güce sahibiz. hep birlikte barışı isteyebiliriz. türkiye'nin dört bir yanında meydanları doldurup barış isteyebiliriz.

bu bize ne sağlar.

pkk'nın elindeki argümanları alırsanız pkk elinde silahıyla kala kalır. şu an öldürmek için gösterdiği tüm mazeretleri yok etmemiz gerekiyor ki zaten önemli bir kısmı yok edildi.

kck tutuklamalarını bitirmek. içeriye tıkılmış siyasetçileri salmak ülkeyi bölmez. pkk'nın son kalesini yıkar. pkk ''siz kck tutuklamarı yapıyorsunuz bize siyaset yapma hakkı vermiyorsunuz bizde savaşırız'' diyordu. artık diyemeyecek.

meydanlardan barış istemeliyiz. akp barış için attığı adımları hızlandırmalı ve kck tutuklamalarına bir son vermeli. savaş için bir neden kalmadığında barış kendiliğinden gelecektir.

barış gelince genç insanlar ölmeyecek. faşistler sosyal medyada hortlayıp elde satırla insan kesecekmiş gibi konuşmayacak. ülke savaşarak vakit ve nakit kaybetmeyecek.

bizler daha huzurlu, güvenli, sosyal ve ekonomik olarak güzel günlerde yaşayacağız.

yapmamız gereken tek şey barış istemek. sesimizi çok yükseltirsek savaş çığırtkanları susacaktır.

her yerde her şekilde barış isteyelim

#barisistiyorum

evinizin, arabanızın camına yapıştırın, sosyal medyada yazın, paylaşın, tişört yaptırıp giyesim var o derece.

lütfen...

20 yaşındaki bir çocuğu kibirimize, endişemize kurban etmeyelim.

kürt ile alışveriş yapan türk

fişini almayı unutmamalıdır.

insanın aklı götüne kaçmalı ki pkk ile onu desteklemeyen kürt kardeşlerimizi ayıramasın. abursun sabursun.

best fm

terör örgütünü kahretmeyecek bilakis sevindirecek bir eylem yapmış, yayınını kesmitir. oynak havalar çalsın demiyorum da yayın durdurmak çok yanlış bir karar. tam da bu tür mekanizmaları çalıştırmak için yapılıyor o karakol baskınları. bu akıl, izan dışı karara alkış tutmakta ya ergenlik ya cahilliktir ki ikisi bir olunca çok daha fenadır.

insan 24 tane karıncayı ezerken bile düşünür

az önce annemin söylediği söz. üstüne ailece sustuk.

mutlu musun yüzde 50

utanmasa yaklaşan belediye seçimleri de konuşmaya hazır birinin sorusu.

19 ekim 2011 pkk çukurca saldırısı

(bkz: şehit sayısı/#13441535)

şehit sayısına göre değişen tepki düzeyi

(bkz: şehit sayısı/#13441535)

1 şehide verilmeyen tepki 26 şehide veriliyor

(bkz: şehit sayısı/#13441535)

şehit sayısı

sürekli değişmekte ve değiştirmektedir.

1 şehit; 30 saniyelik ağlayan anne haberi, twitter'da bir kaç twit, facebook'ta hiçbir hesapta değişmeyen profil fotoğrafı, sessiz sözlükler.

5 şehit; en az 3 dakikalık ağlayan anneler, askerlerin dramatik öyküleri, twitter'da ufak tefek kapışmalar, 1-2 tane değişen facebook profili. sözlüklerde kısa süreli dalgalanma

10 şehit; son dakikalar, flaş flaş flaşlar, emekli komutanlı canlı yayın bağlantıları haber bültenin en az yarısı haberler haberler. twitter'da orta ölçekli öfke ve kin. ''kahrolsun pkk'' tt olur, facebook profil fotoğraflarında bir çok değişiklik, bayraklar, atatürk vs. sözlüklerde bir sürü başlık, kavga kıyamet.

24 şehit; tek bir haber vardır artık. twitter'da yazılan başka bir şey yoktur, bütün tt'ler şehit haberleri ile ilgilidir. facebook'ta profil fotoğrafları çoktan değişmiş, lanetler okunmuş, haydin savaşa denmiştir.

yani şehit sayısına göre geliştirdiğimiz bir hassasiyetimiz var. hassasiyetimizi sikeyim.

pkk kahrolmuyor. şehitler ise ölüyor. gerçek bu. sen götünü yasladığın kalorifer başından istediğin kadar ''hadi savaşa'' de! kalorifere yaslanmış milyonlarca göt var.

götümüzü kaloriferden çekip savaşa gitmemeliyiz. alanlara gitmeliyiz. ''barış'' diye haykırmalıyız hep birlikte. işte o zaman pkk kahrolur. şehitler de ölmez.

yazarların pkk sorununun bitmesi için çözümleri

susmaları yeterli olacaktır. sessizlik belki nefreti dizginler. dizginlenmiş bir nefret aklın önüne geçemez. akıllı her insan barış ister. barış istenirse gelir.