bugün

ehemmiyetli peşin edit: entry sığmadığından parçalara bölünmüştür. entryleri hızlıca izlemek ve diğer eklenenleri de tek seferde okuyabilmek için: http://www.uludagsozluk.c...n-olmas%C4%B1/@mob-barley

yıllardır araştıran, objektif yaklaşan, subjektif yorumları karşılaştırarak hangisinin daha mantığa uygun olduğunu tartan bir insandan çıkabilecek en doğru söz.

baştan uyarımı yazayım. yazı aşırı aşırı uzun olacak. her argüman kaynakları ile yazılacak bu entry'de. entry'de yorumum olmayan kısımların yasal sorunları kesinlikle beni ilgilendirmeyip alıntının altındaki kaynağı sorumlu tutmaktadır.
konuların ana başlıkları:
1- Arabistan'daki devlet gereksinimi
2- kur'an-ı kerim'deki insan yorumları
3- Kur'an-ı kerim'deki mucizeler yalanı
4- kıble'nin iki kez değiştirilmesi
5- islam'ın putperestliğe olan benzerliği
öncelikle islam'la başlayalım. islam neden var oldu? ne türden bir ihtiyaç vardı?

islamiyet’in en önemli sonucuna baktığımız zaman bunun kuzey arabistan’da dağınık olarak yaşamını sürdüre gelen arap kabilelerini bir devlet çatısı altında birleştirmek olduğunu görebilmemiz pek fazla zor değildir. bu yazıda bir devlet gereksinmesi olarak, bir devletin kurucu ideolojisi olarak islamiyet’in oynadığı rolü incelemeye çalışacağım. bu incelemeye başlarken öncelikle cahiliye denilen dönemde ve bundan evvelinde arap toplumunun, özellikle de kuzey arabistan’daki kabilelerin yapılarına bir bakmak gerekiyor.

nesnel şartlar :

1-arap kabileleri arasında kan bağına dayalı sistemin zayıflaması ve kabileler arası çatışmaların yaygınlık kazanması :
muhammed zamanına gelindiğinde yani 6. yy da arabistan iki farklı kültürel ve ekonomik yapıyı içinde barındırıyordu. güneyde görülen istikrar, coğrafî özellikler ve verimli topraklar yanında buralarda sosyal, siyasî, iktisadî ve medeniyet yönünden gelişmiş ma'în, sebe', ve hımyer gibi eski devletlerin bıraktıkları kalıntılara dayanmaktaydı. güney’deki bu özelikler yanında kuzeyde de istikrarsızlık hâkimdi. buralarda bedevîlik hayatının derin izleri bulunmaktaydı. bunun yanında kuzeyde de mekke, medine ve tâif gibi istikrara sahip pek, çok yerleşim merkezleri mevcuttu. güneyde çeşitli krallıklar kurulmuş olmasına rağmen kuzeyde hala bir soy örgütlenmesi ve buna bağlı sosyal yapılar vardı.

tüm arap yarımadasında yaşayanlar iki ana soydan türemişti. adnaniler ve kahtaniler. adnânîlerin en meşhur kolları, mekke'de kureyş, tâif;te sakîf, bahreynde abdulkays, yemende benû hanîfe, dehnâ çölünde temîm ile dabbe; yarımadanın kuzeydoğusunda yemâme, bahreyne doğru uzanan bir çizgide benû bekr ile diğer kolları gelmektedir. ayrıca kinâne, mekke yollarındaki huzeyl, neciddeki kaysu aylân kabileleri de adnânîlerdendir. en önemli kabileleri ise hevezân, süleym, amir ve alt kolları olan kilâb, akîl, müzeyne ve benû sa'd kabileleridir.
mekkeliler, muhammed'den yaklaşık beş nesil önce ibrahim'in soyundan geldiği iddia edilen kusayy'ın önderliğinde civardaki kabilelerin desteğini de alarak, kureyş adı altında birleşmişlerdi. mekke, kusay'dan önce, genellikle, şu boylardan oluşmaktaydı :
harisoğulları
muhariboğulları
âmiroğulları
adiyyoğulları
sehmoğulları
cumahoğulları
teymoğulları
mahzumoğulları
zühreoğulları
esedoğulları.

daha sonraları bunlara abduddar ve abdumenafoğulları eklenerek sayıları onikiye çıkmıştır. abdüşşems, haşimiler, ümeyyeoğulları gibi oymaklar ise, sonraki soylardan oluşmuştur.

o halde arap soy örgütlenmesinde ana eğilim birleşme yolunda değil ayrılma yönündeydi. nitekim tüm soy örgütlenmelerinde klan belli bir büyüklüğe ulaştığı zaman ayrılır ve yeni bir klan olarak başka bir yerde, ekonomik olarak kendi kendini idame ettirebilecekleri bir yerde yaşamını devam ettirmeye çalışır. kabile konfederasyonları bu dağınıklığı askeri olarak toparlayabilmek için bulunmuş bir yoldur.

kabileler arası ilişkilere bakıldığında, göze çarpan ilk husus, kabileler arası savaşların oldukça fazla olmasıdır. bu mücadele ve düşmanlık adnânîler ile kahtanîler zamanından beri süregelmiştir. iki kabile arasında müthiş mücadeleler olmuştur. hatta savaşlarda dahi farklı işaretler, örneğin biri kırmızı bayrak kullanırken diğeri sarı renkli sarık veya bayrak kullanmıştır. su, hayvanlarının yemi, yiyecek veya herhangi bir haksızlık yüzünden çıkan tartışmalar büyümüş, kanlı savaşlara dönüşmüş, her hangi bir katl veya ihanetten dolayı patlak veren bu savaşların kırk yıl sürdüğü dahi olmuştur. kan dökmek normal bir şey olup buna gösterilen tepki, yine kılıçlar çekmek ve yine kan dökmekle olmuştur. bu savaşlar o kadar fazla ve o kadar meşhur hale gelmiştir ki, araplar arasında bunlarla ilgili olarak eyyâmu'1- arab adıyla bilinen bir ilim dalının doğmasına neden olmuş ve bu savaşlar ya çıkış sebepleri veya yapılan yerlere göre isim almışlardır. dâhis, ğabrâ, besûs, zî-kâr, şi'b vs. gibi.

örneğin muallaka şâirlerinden zuheyr b. ebî sülmâ "savaşlardan doğan pişmanlıkla avuçlarını ovalandığını ve bunu zihinlerde bir sarsıntının takip ettiğini görürsün"; beyitini yazarak bu duruma dikkat çekmiştir.

aralarındaki savaşlara son vermek veya barış içerisinde yaşamak için bir takım anlaşmalar yapmışlardır. kinâne kabilesinin bir kolunu oluşturan hâşimoğulları, huzâ‘a’nın kolu olan lihyân ve mustalak kabileleri ile diğer bazı kabilelerin oluşturdukları bu tür bir pakta el-ehâbiş denmiştir. bu anlaşmalarını mekke’nin aşağısında hubeyş denen bir dağın eteğinde toplanarak yaptıklarından bu ismi almışlardır.

bunlar kureyş’in hâl’ifleri (müttefikleri) olarak da bilinirler. farklı gurupların oluşturduğu topluluk anlamında olan bu paktın başkanlığına huleys adında biri seçilmiştir.

ilk bakıldığında bekroğul’larına karşı oluşturulmuş olan ehâbiş gurubu ile kureyş kabilesi de kinâneoğullarına karşı bir anlaşma yapmıştır. bu ikili ittifaka daha sonra huzeyl kabilesi de katılmıştır.

bu anlaşmaların belki de en önemlilerinden birisi, abduddâr ve taraftarlarına karşı, abdumenâf, zühre, teym ve esedoğul'larının kurmuş oldukları pakttır. büyük bir kaba zemzem suyu koyup kendileri bundan yıkandıktan ve kâbe’nin rükünlerini de yıkadıktan sonra bu sudan içip kâbe’ye el sürerek yemin ettiklerinden mutayyebîn (temizlenmişler) adını alınışlardır. diğer bir rivayete göre yapılan güzel bir kokuya ellerini batırdıklarından (buna göre güzel koku sürünenler anlamım alır) veya kestikleri bir devenin kanını bir kaba koyarak ellerini bunda yıkadıklarından bu ismi almışlardır.

bu anlaşmanın maddesi ise, “biz, geceler karanlık ve gündüzler aydınlık olduğu sürece, bizim dışımızdakilere karşı tek yumruk alacağız.”

görüldüğü gibi bir güç oluşturma amacını taşıyan bu anlaşmanın uzun vadeli ve güvenilir olmasına dikkat edilmiştir. yapılan anlaşmanın bozulması kabile için bir ayıp sayılırdı. kabile şairleri yaptıkları anlaşmaları bozmamakla ve karşı tarafa haksızlık etmemekle, yani vefakârlıkla övünmüşlerdir.
zaten yapılan anlaşmayı bozmak savaş sebebi sayılırdı. arap edebiyatı tarihinde besus ismiyle biline meşhur savaşın çıkış sebebi de budur.

bu anlaşmalar el-ahlâf, el-erâkım ve el-berâcim gibi daha değişik isimler altında yapılmıştır.i ayrıca aralarında anlaşma yapan kabilelere “el-ahrabân” denirdi. örneğin necid'li olan ‘abs kabilesi zübyân kabilesinin ahrabânı, yani bir birlerinin müttefikleri idiler.

ilk çocukluk yıllarını suriye'de üvey babasının kabilesi içerisinde geçiren kusay, asıl kavminin mekke'de ikamet ettiğini öğrendikten sonra, hac döneminde mekke'ye geldi ve uzun bir zamandan beri mekke'nin idareciliğini yapan huzâa kabilesinin lideri, halil b. hubşiyye'nin kızı ile evlendi. kusay'ın bu evliliğinden abdüddar, abdümenaf, abdüluzza ve abd adında dört oğlu oldu. huzâa kabilesinin lideri halil b. hubşiyye'den sonra kâbe'nin anahtarları damadı kusay'a geçti. kusay, kureyş kabilesinin, ismail b. ibrahim 'ın soyundan olanların en ileri geleni ve kendisinin de bu kabilenin bir ferdi olması dolayısı ile kâbe hizmetine ve mekke emirliğine kendisini, huzâalardan daha layık görüyordu. bu durum üç asırdan beri mekke ve kâbe'ye hükmeden huzâa kabilesi ile kureyş'i karşı karşıya getirdi. fakat, kusay, suriye'den kudâa kabilesinin yardımını da arkasına alarak huzâalıları mekke'den çıkarmaya ve kâbe'nin egemenliğini ele geçirmeye muvaffak oldu.

kabe tapımınının tüm araplar için son derece önemli olduğu ve bir arap devletini oluşturmak için kabe etrafında oluşabilecek bir tapım örgütlemekten başka bir yol olmadığı çok açıktır. zaten var olan bir birlik ya da inanç bütünlüğü vardır. burada kabeye hâkim olan, kabenin yönetim ve denetimini ele geçiren bir inanışın tüm arapları ortak bir çatı altında birleştirebileceği açıktır.

kusay, kâbe hizmetlerini ve mekke yönetimini ele geçirdikten sonra, dağlık bölgelerde dağınık bir şekilde yaşamakta olan kureyşlileri mekke'ye götürmeye başladı. kavmini mekke'de toplamaya muvaffak olan kusay'a bazıları mücemmî (toparlayan) adını verdiler. kusay, mekke'ye topladığı kavmini bir iskana tabi tuttu. onun mekke'de ki riyasetini simgeleyen dört önemli görev vardı: dâru'n-nedve reisliği, liva, hicabe, sikaye ve rifade görevi. kusay'ın ölümünden sonra bu görevler, onun oğullarından abduddâr'a devredilmiştir. aradan fazla bir süre geçmeden bu yetkilerin paylaşılması amacı ile kusay'ın oğulları arasında mücadele başlamış ve mekkeliler ikiye ayrılmışlardır. mahzum oğulları, sehm oğulları, cumah oğulları, adiy oğulları hakim zümre abdüddar oğullarının yanında yer alırken, onlara karşı muhalefeti oluşturan zühre oğulları, esed oğulları, teym oğulları, haris b. fihr oğulları da abdümenaf oğullarının yanında yer almışlardı.(hicabet: kabe'nin anahtarını bulundurma. sadanet: kabe'ye hizmet etme. rifade: hacıları doyurma. sikaye: hacılara su dağıtma )

iki grup arasında ortaya çıkan bu mücadele daha sonra mekke ve kâbe'nin yönetimi ile ilgili yetkilerin paylaşılması ile çözüme kavuşturulmuştur. buna göre, hicâbe, liva ve nedve görevleri abdüddar oğullarına bırakılırken, kıyâde, sikâye ve rifâde görevleri de abdümenaf oğullarına kalıyordu. abdümenaf'ın ölümünden sonra sikâye ve rifâde'yi oğullarından haşim b. abdimenaf, kıyâde'yi de bir diğer oğlu abdüşşems b. abdimenaf ele almıştır. haşim b. abdimenaf, kureyşin büyüklerinden ve efendilerindendi. civar bölgelerdeki bazı devletlerle iyi ilişkiler kurarak güvenli bir şekilde ticaret yapabilme imtiyazını elde etmişti. haşim, medine'den bir kadınla evlenmişti. orada bir çocuğu oldu. bu çocuk daha sonra amcası tarafından mekkeye getirilen abdulmuttalib idi. abdüşşems erken bir dönemde mekke'de ölünce onun ifa ettiği kıyâde görevini, oğlu ümeyye b. abdişems üstlendi.

böylece ileride emeviler ile haşimiler olarak ortaya çıkacak olan ilk ayrışmanın da tohumları da ortaya çıkıyordu. muhammedin dedesi abdülmuttalip'in mekkede önemli bir mevkide olduğu anlaşılıyor. fil savaşı sırasında mekkenin sözcülüğünü ebu abdulmuttalip yapıyor. demek ki haşim zamanından beri kalan mekke'nin hatırı sayılırları arasında olma durumu peygamberin babası abdullah zamanında sona ermiş oluyor. buda muhammedin iktidar hırsının nedenlerinden biri olsa gerektir.

bir nevi kabileler konfederasyonu hüviyeti konumunu taşıyan bu birlik belli zamanlarda nedve denilen toplantılar yapıyordu. bu toplantılar akşamları yapılır ve her kabile her fert bu toplantılar sonucu alınan kararlara uymak zorunluluğundaydı.

kabileler arasında ve kabileler içinde demokrasi vardı. kabile reisleri seçimle işbaşına gelirlerdi ve kaydı hayat şartıyla reislik yaparlardı. diğer üyelerden pek farklılıkları yoktu ancak cesur, savaşçı, zengin olmaları beklenirdi. kabile reisliği babadan oğula geçmezdi. kabile reisinin seçimi verasetle değildi. yeni seçilen reisin aynı kabileden olması normal bir şeydi. bu kabileye göre kabileleri dünyayı temsil ediyordu. onlar için yabancılar mevzubahis değildi. şu halde yeni reis, aynı kabileden olması şartıyla eski reisin oğlu olmayabilirdi. kabilenin ileri gelen ihtiyarları toplanıyor ve yeni seçilecek reis mevzusunu görüşüyorlardı. yeni seçilecek olanın, eski reisin oğlu veya yeğeni olması şartı yoktu. kabilenin başka bir ferdi de olabilirdi. islamiyet’ten evvelki arap kabilelerinde en mühim şey, yeni seçilen reisin iyi bir komutan oluşu idi. çünkü bu kabileler arasında devamlı olarak savaşlar vardı. şayet kabilenin komutanı iyi bir idareci olmayacak olursa, kabile savaşı kaybeder, harab olurdu. şu halde, kabile reisi seçiminde ilk aranan şart, seçilecek olanın cesur, kuvvetli ve iyi bir komutan olması idi. muhtemelen, diğer bazı vasıflar da nazar-ı dikkate alınıyordu. seçilecek reisin akıllı, zengin vb. olması gibi. bu seçim sistemi islamiyet’in ilk döneminde aynen devam etmiştir. muaviye ile birlikte devlet aşamasına geçilince veraset ortaya çıkmıştır.

bu kabileleri bir araya getiren temel kâbe idi. kabe bir hac yeri idi ve tüm arabistan'dan buraya hacılar gelirdi. dolayısıyla dini olduğu kadar ekonomik olarak da önemli bir yerdi. her ne kadar ortak hac yeri kâbe olsa da kabilelerin inandıkları ve taptıkları nesneler farklı idi. şemsettin günaltay arap topluluklarının, bağlı oldukları totemin ismiyle anıldıklarını belirtir. kabileye ismini veren totem çoğunlukla bir hayvan veya bitkidir. buna uygun olarak kabile isimleri araştırıldığında bunların aslan, kaplan, köpek, köpek balığı, keler, çakal, sırtlan yavrusu, tilki, yılan, ada tavşanı, müshil otu, ebu cehil karpuzu, çakıl taşı, keskin sirke.....anlamlarını taşıyan isimlerle anılmıştır. sosyal hayatın gelişmesiyle birlikte, kâinatın ruhlarla dolu olduğuna ve bütün doğal olayların ruhların eseri olduğuna inanılan animizme, buradan da naturizm, fetişizm (taş ve kumlara tapınma) ve daha sonra putperestliğe geçilmiştir. sözgelimi, beni esed kabilesi aslan; beni nemr, kaplan; beni kelb, köpek; kureyş, köpek balığı; beni zıbhe, dişi keler; beni dail çakal; beni beldel, sırtlan yavrusu; beni sa’lebe, dişi tilki; beni vebre, ada tavşanı; beni sa’saa, müshil otu; beni hanzala, ebu cehil karpuzu; beni fihr, küçük bir taş; sakif kabilesi ise keskin sirke totemine sahiptir. ş. günaltay’ın verdiği malûmata göre; “araplar, ölen bir kimsenin ruhunun cesedinden ayrılarak kabirden çıktığına inanırlardı. hatta eğer bu kişi katledilmiş ve katilinden intikam alınmamışsa kuş şekline giren ruhunun, mezarının başında sürekli ‘beni sulayın’ diye bağırdığına inanılırdı. ruhun dönüştüğü bu kuşa ‘hame’ derlerdi”

arap kabilelerinin totem putları var ve her kabilenin inanışı ayı ayrı. fakat birbirlerinin putlarına da saygı gösteriyorlar. kabileler ve putları şöyle :
kureyş, en büyük put olarak uzza’yı kabul eder ve ona hürmet ederdi.
evs ve hazreç kabilelerinin taptığı put, menat adını taşıyordu. bu put mekke ile medine arasında müşellel denilen yerde bulunuyordu. sonraları bu iki kabile menat’tan başka, lat ve uzza putlarına da tapmaya başlamışlardı.
kelb kabilesinin putu ved idi ve dumetü’1-cendel denilen mevkide bulunuyordu.
huzeyl kabilesi, suva’ putuna tapardı. bu put gatafan mevkiinde idi.
hemdan kabilesinin bir kolu olan hayvan boyu yauk putuna ta’zim ederdi. bu put, hemdan civarında bulunuyordu.
tayy ve mezhiç kabilelerinin putu yağus idi.
himyerilerinki ise nesr idi.
bekroğulları ve kinane kabilelerinin putu ise, sa’d idi.
konfederasyonu sağlamanın ön koşulu tüm inançlara eşitlik sağlamaktı, bu yüzden ortak tapım yeri olan kâbe de tüm totemler bir araya getirilmişti. fakat zamanla hâkim olan kabilenin toteminin ön plana çıktığı görülüyor ki tüm devlet öncesi aşamada ve tüm toplumlarda ya da tüm kentsel evrelerde bu olgu gözlemlenmektedir. bu yüzden kâbe de 360 adet put vardı.

ancak tüm bu totemlere rağmen mekke'de ortak bir baş tanrı inancı olduğu anlaşılıyor. hamidullah'tan bu durumu aktarırsak : " islam’ın ortaya çıkışından önce mekkeliler putperest olmakla birlikte, aslında mutlak kudret sahibi, yüce ve tek bir allah düşüncesine de sahiptiler. putlar ise allah’la aralarında aracı durumundaydılar. merak duygusu, tabii olarak çok az sayıda insanı kendisine çeken hıristiyanlık, zerdüşt ateşperestliği gibi “yabancı” dinlerin ve ateizm vb. felsefî düşüncelerin girişini kolaylaştırıyordu. ne tuhaftır ki, bu insanlar arasında hiç beklenmeyen bir hoşgörü vardı. nitekim ayni aile farklı dinlerden bireyleri barındırabiliyordu. dahası, kâbe’nin çevresinde, arabistan’ın çok sayıda kabilesini temsil eden yüzlerce put bulunuyordu. kâbe’nin iç duvarlarına işlenmiş resimler arasında ibrahim (as)’i, ismail (as)’i, ısa (as)’yı, meryem’i tasvir eden resimler de bulunmaktaydı "

tüm devlet öncesi dönemlerden devlete geçiş dönemindeki aşamaya erken devlet ya da arkaik devlet adı verilir. tarihte görülen ve incelenen erken devletlerde ortak olan bir nokta devleti kuran ya da hâkim olan egemenin ya da egemenin temsilcisi olduğu ailenin ilahiliğinin kabul edilmesidir. toplum ve toplumda yer alan sınıflar ( ezen ve ezilenler ) bu ortak tanrısallık etrafında birleşiyorlar ve egemenin tanrısal durumu ortak bir ideoloji olarak toplumu birleştirerek devlet sürecini oluşturmada etkili oluyordu.

o halde 6 yy da arap kabilelerinin bir devlet olarak birleşebilmelerinin ön koşullarından bir tanesi toplumu motive edebilecek ve ortak kabul sağlayacak bir tanrısal kişinin egemenliğinde birleşmesinden geçiyordu.

5.yüzyılda, güney arabistan'da, yer gök tanrısı olarak adlandırılan tek tanrılı bir inanışın devlet dini olduğu görülür. ancak bundan önce emir kabilesinin, du semavi, yani gökler tanrısı dedikleri tek tanrı'ya taptıkları bilinmektedir... güney arabistan'da çıkan tek tanrılı dinlerin, o zamanlarda bölgede yayılmakta olan musevilik ve 4. yüzyılda güney arabistan'a bizanslı misyonerler tarafından getirilen hıristiyanlık etkileri ile ortaya çıktığı da ileri sürülür. medine'de yahudiler etkindi. medine önemli ölçüde yahudi kültürünün tesiri altında bulunduğundan “beytü’l-medaris” isimli dershanelerde tevrat dersleri okutuluyordu. yahudilerin, muhtemelen, buradaki dini ve kültürel etkinlikleri yüzünden israil’i birçok ritüel ve gelenek, rivayet ve hurafe araplar arasında yayılma fırsatını bulmuştur. mekke’de ise hemen hemen hiç yahudi yoktu.bununla birlikte bölgenin yıllık pazarlarında ve ukaz’da onları sık sık görmek mümkündü mekke’de yahudi nüfusun bulunmamasına mukabil yer yer hıristiyanlar görülebilmekteydi. mekke hıristiyan inancı ve hanif inanç vardı. 600 senesinde ölen şair kus ibn-i saide'nin mekkelilere verdiği ünlü hutbede şöyle dediği rivayet edilir :

"ey halk! dinleyin, belleyin: yaşayan ölür. başa gelen gelir.gece,karanlık; gündüz durağan ; gök,burçları olan ; yıldızlar parlar ; denizler kabarır ; dağlar birer çivi ; yer yayılıp döşenmiş ; ırmaklar akağında akmakta.gökte haber,yerde ibret var.insanlar gidiyorlar ve dönmüyorlar.öyle istedikleri için mi kalıyorlar yoksa uyusunlar diye mi bırakılıyorlar?. ey güçlü topluluk! nerde semud, nerde ad? nerede atalar babalar? şükürle karşılanmayan iyilik nerede, ne oldu? yadırganmayan zulüm nerede, ne oldu? kus gerçek ve içinde günah olmayan bir antla ant içer ki, üzerinizde bulunduğunuz dininizden daha sevgili bir din vardır allah katında.

görüldüğü gibi bu hutbenin içerdiklerinin tamamını daha sonra kuranın muhtelif ayetlerinde görürüz.
islam öncesi arap yarımadasında sabii lik, yahudilik, hıristiyanlık, mecusilik, haniflik ve puta taparlık din olarak vardı.
demek ki bölünmüşlük ve dağılmışlığın önüne geçmek için var olan sosyal yapılar yeterlilik arz etmiyorlardı. arap birliğini, huzuru ve güveni tesisi etmenin tek yolu bir siyasi örgütlenmeden geçmekteydi. soy üyesi olan kişileri yurttaş ve kenttaş yapabilmek bu dağılmanın ve kopukluğun önüne geçmenin tek çaresi idi.
2-sınıfların ortaya çıkması, artı ürünün merkezi bir elde toplanarak dinsel hizmetlerin yerine getirilmesi için harcanması.
arab toplumu, genel olarak, bedevi (göçebe) ve hadari (yerli-şehirli) olmak üzere iki kısımdan ibarettir. hadariler, çoğunlukla, şehirlerde yaşayan yerleşik sınıfın; bedeviler ise bâdiyede, kırsal kesimde yaşayan ve göçebe olan sınıfın adıdır. bununla birlikte şehirlerde yaşayan bedeviler de bulunur.

bedeviler için muhammed'in pek de olumlu düşünmediği görülüyor. bu konuda kuran şöyle diyor tevbe suresinde :

bedeviler inkâr ve nifak bakımından daha şiddetlidir. allah'ın elçisine indirdiği sınırları bilmemeye de onlar daha 'yatkın ve elverişlidir.' allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. (97)
bedevilerden öyleleri vardır ki, infak ettiğini bir cereme sayar ve sizi felaketlerin sarıvermesini bekler. kötü felaket onları sarsın. allah işitendir, bilendir. (98)

gene de bedevilere yönelmekten de kaçınmadığı görülüyor :
bedevilerden öyleleri de vardır ki, onlar allah'a ve ahiret gününe iman eder ve infak ettiğini allah katında bir yakınlaşmaya ve elçinin dua ve bağışlama dileklerine (bir yol) sayar. haberiniz olsun, bu gerçekten onlar için bir yakınlaşmadır. allah da onları kendi rahmetine sokacaktır. şüphesiz allah, bağışlayandır, esirgeyendir. tevbe 99

ibn haldun’a göre, hadari hayatın kökü, kaynağı ve çekirdeği bedevi hayattır. yeryüzünde ilk olarak bedevi hayat vardı. hadari hayat, bedevi hayatın aşamalı gelişiminden meydana gelmiştir. fakat bedevi hayat, hadariye dönüşümünden sonra bütünüyle ortadan kalkmaz. aksine varlığını muhafaza ederek hadari hayatla yanyana yaşar ve bu suretle iki farklı sosyal hayat tarzı bir diğerini besler.

özel mülkiyetin gelişimi sınıfların gelişimi ile at başı olarak gitmiş, daha doğrusu mülkiyet ve zenginlik karşısındaki saflaşma sınıfları ortaya çıkarmış. ezen ile ezilen sınıfların varlığı her toplumda kaçınılmaz olarak sınıf çatışmalarının varlığını da beraberinde getirmiş. var olan soy örgütlenmesi bu çatışmaların önüne geçemeyince de kaçınılmaz olarak devlet denilen siyasi yapıya gereksinim duyulmuş. demek ki devlet gereksinimi olan her yerde sınıfları, sınıf çatışmasını bulabilmek kaçınılmaz olmakta.

arapların, göçebe ve yerleşikler olarak ikiye ayrılmaları, aralarındaki refah düzeyi farkını da ortaya koymaktadır. bu bağlamda ticaretle uğraşan yerleşikler zengin iken, hayvancılıkla uğraşan ve çetin tabiat şartlarıyla sürekli mücadele halinde olan bedevi araplar ise yoksulluk çekmektedirler. bu nedenle yerleşikler tarafından cahil ve ikinci sınıf insanlar olarak değerlendirilmekte ve alaya alınıp hor görülmektedirler. aradaki bu farklılık, yerleşiklerin yoksul göçebe arapları faizle borç vermek suretiyle sömürmeye de sevk etmiş ve bu dengesiz ilişki, göçebe arapların büsbütün yoksullaşmasına yol açmıştır.

bu durumun cahiliye şiirine de etkili bir biçimde yansıdığı görülmektedir. şöyle ki, şenferâ lakabıyla ünlü sâbit b. evs el-ezdî (ö. vı. yüzyılın başları), teebbataşerran olarak ün yapan sâbit b. câbir el-fehmî ve ‘urve b. el-verd (ö. 596) gibi ileri derecede yoksulluk çeken ve bunu şiirlerinde ağırlıklı tema olarak işleyen pek çok şair ortaya çıkmıştır. arap edebiyatı tarihinde (saalîk), yani züğürtler diye adlandırılan bu şairlerin en ünlülerinden biri olan urve b. el-verd’in şu dizeleri konumuzun somut örneklerinden biri olsa gerektir:
her kim benim gibi aile sahibi ve yoksun olursa
maldan, atar kendini her tehlikeye
bir mazerete ulaşmak veya bir arzuya kavuşmak için
mazereti olan kimse de, başarılı kimse gibidir

bu grupta yer alan şairlerin tamamında şiirin önde gelen konusunun, yoksulluk ve yoksulluğu yenmek için yaşanan serüvenler olduğu görülmektedir. bu yönüyle yoksulluk faktörü, islamiyet öncesi arap insanının başta gelen sosyal problemlerinden biri olarak bu dönem şiirinin en çok işlenen konuları arasında yer almış gözükmektedir.
eski arap toplumuna baktığımızda üç sınıf görebilmek mümkün. bunlar hürler, esirler ve mevaliler.

hürler, genellikle aynı haklara sahip erkek ve kadınların oluşturduğu çoğunluk sınıftır. toplumun ve kurumlarının asıl kurucusu olan hürler, kendi aralarında ekonomik durum ve itibarlarına göre, doğal olarak, muhtelif tabakalara ayrılmaktadır. hicaz kabilevi toplumunun zirvesinde, mekke’li aristokratik kureyş kabilesi bulunuyordu

toplumsal hiyerarşinin aşağısında mevali ve esirler bulunuyordu. esirler, hürlerin sahip olduğu hukuk ve şereften yoksun olan sınıftı. bu sınıf, köleler ile cariyelerden oluşmaktaydı. mekke veya civardaki açık köle pazarlarından satın alınan kimseler ile kabile savaşlarında elde edilen esirler, köleliğin kaynağını oluşturuyordu. esir tüccarları, habeşistan’dan ve komşu ülkelerden getirdikleri köle ve cariyeleri panayırlarda satışa çıkarırlardı.

diğer taraftan bir köle, sahibinin kendisini bir tür evlâtlığa kabul etmesi ya da azat etmesi yoluyla onun mevlâsı olabilirdi. cahiliye âdetine göre bir adam, istediği bir yabancıyı kendi nesebine katabilir ve onu kendi aile efradından sayabilirdi. bu şekilde bir yabancıyı nesebe katmaya “istilhak” denirdi. aileye katılan kimse hür ise, “daiy” adını alır, köle veya esir ise, nesebine katıldığı adamın “mevlâ”sı olurdu. mevali sınıfı efendilerine mirasçı olabildikleri için kölelerden bir gömlek daha üstündüler. özellikle kölelerin sosyal hareketlilik yoluyla sınıf değiştirme imkânları hiç yoktu. onlar, efendilerinin mülküydü ve efendilerine itaat edip çalıştıkları sürece yemek yemeye hakları olurdu.

ilâhi bir din olan islam’ın ortaya çıkışı, ilkel üretim ve tüketim maddelerine kanaat gösteren bedevi ekonomiden dışa açılımlı ticari ekonomiye dönüşümde, bedevilik kültüründeki katı cemaat bağlarının gevşeyerek şehir toplumlarına özgü bireyselliğin ortaya çıkması ve toplumsal değerlerin kaybolmaya başlamasıyla yakından ilgilidir.

mekke’nin finans ve ticaret merkezi olarak gelişmesiyle birlikte, bedevi toplumun geçmişteki ahlâki standartlarının artık eskisi kadar iyi işlemediği açıktı. birçok bakımdan kabile ve soy teşkilâtı hâlâ kuvvetliydi, ama bazı yönlerden de kişiler hısımlık bağlarını umursamamakta tereddüt göstermiyorlardı. rekabete dayalı büyük servet birikimi ve gelişen ticari hayat, cemaat bağlarının gevşemeye başladığı bireysellik eğilimlerini besleyen faktörlerin başında geliyordu. toplumda baş gösteren bireysellik eğilimleri, çoğu zaman kişilerin kendi oymaklarına aykırı tutum ve davranışlar sergilemesine neden olmuştu. ebu leheb, . muhammed’e karşı haşimoğullarının çoğundan farklı bir davranış benimsemişti. buna karşılık ilk sahabe, oymaklarının hatta ana babalarının şiddetli muhalefetine rağmen müslüman oldular ve onlara karşı savaşlarda bile muhammed’in yanında yer aldılar.

weber şöyle diyor : “din, hayatın güçlük ve adaletsizliğine köktenci bir karşılıktır; güçlük ve adaletsizlikleri anlamlı hale getirmeye çalışır ve böylece insanları, sorunlarının üstesinden gelmeye ve bunlarla karşılaştıklarında kendilerini güven ve emniyette kılmaya muktedir kılar. dini düşünce, esas itibariyle, hayatın tehlikelerle dolu oluşunun ve belirsizliğinin bir sonucu olarak ortaya çıkar. belirsizlik, insanoğlunun belirli şeyleri arzuladığını, fakat arzularının daima gerçekleşmediğini görmesi anlamına gelir. bizim, olmasını gerektiğini düşündüğümüz ile gerçekte olan arasında daima bir çelişki vardır. bu çelişkinin doğurduğu gerilim dinî görüşün kaynağıdır. ... kötü ekseriya başarılı ve zenginken, iyi ve adalet daima öyle değildir. din bu tür gerçeklerin üstesinden gelme teşebbüsüdür; onun, tabiatüstü âleme aracılık etmesiyle maddi arzuların tatmin edilebileceğine inanılır. ... din, böylece, keyfiliği aşikâr olan dünyayı, anlamlı ve düzenli görünüme çevirebilir”. din “toplumsal bir bunalım ve kriz ortamında, geleneksel inanç ve yerleşik toplumsal düzene karşı, karizmatik bir dinî liderin önderliğindeki bir tür tepki yahut protesto hareketleri şeklinde doğar.

kur’an-ı kerim’in ezen-ezilen diyalektiğine yönelik çok sayıdaki ikazı da bunun belirtisidir. muhammed kur’an ile bir taraftan bu çatışmaları düzene koyacak bir siyasi yapının çatısını kurarken, diğer taraftan de nüfusun geniş bir kesimini oluşturan ezilenlerden kendine destek bulmaya çalışmıştır.

sadakalar kendilerini allah yolunda adayan fakirler içindir ki, onlar, yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremezler. iffetlerinden dolayı bilmeyen onları zengin sanır. (ama) sen onları yüzlerinden tanırsın. yüzsüzlük ederek insanlardan istemezler. hayırdan her ne infak ederseniz, şüphesiz allah onu bilir. (bakara suresi / 273)
(mirası) bölüşme sırasında yakınlar, yetimler ve yoksullar da hazır olursa, onları ondan rızıklandırın ve onlara güzel (maruf) söz söyleyin. (nisa suresi / 8)

sadakalar, -allah'tan bir farz olarak- yalnızca fakirler, düşkünler, (zekat) işinde görevli olanlar, kalbleri ısındırılacaklar, köleler, borçlular, allah yolunda (olanlar) ve yolda kalmış(lar) içindir. allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. (tevbe suresi / 60)

bu ayetlerin yanı sıra pek çok hadisin de yoksulluğu yücelterek muhammedin yoksullar ve ezilenler nezdinde kendine destek aradığını da zikretmek gerekiyor :

“cennet’in kapısında durup baktım. bir de gördüm ki, içeri girenlerin çoğu miskinlerdi (yoksullardı). zenginler ise hesap vermek için alıkonulmuşlardı. cehennemlik olduğu kesinleşenlerin de ateşe girmesi emrolunmuştu.” müslim, zikir, h.no: 93
“dünya ve dünyalıklardan yüz çevir ki, allah seni sevsin; halkın elinde olandan yüz çevir insanlar seni sevsin.” ibn mâce, zühd, b.1.
“muhâcirin fakirleri, onların zenginlerinden cennet’e 500 sene önce girerler.” tirmizî, zühd, b. 37 “ yemeğin en kötüsü zenginlerin davet edilip fakirlerin terk edildiği velime yemeğidir.” ibn mâce, nikâh, b. 25.
“eğer beni seviyorsan, o halde fakirliğe karşı kendine bir zırh hazırla. çünkü fakirlik, beni sevene yüksekten inen bir selden daha çabuk ulaşır. tırmızi

islam’dan önce arap kabileleri arasında sık sık savaşlar meydana gelirdi. bu savaşlarda yorulan ve bir hayli kayba uğrayan araplar dinlenmek ve yeniden toparlanmak için savaşlara ara verme ihtiyacı duyarlardı. kötülük yapmanın ve kan dökmenin haram olduğu zilkade, zilhicce, muharrem ve receb aylarında savaşlara ara verirlerdi. bu aylardan ilk üçü birbiri peşine gelen hac ve ticaret aylarıydı. bu aylarda bütün müşrikler mekke’ye akın eder, hem hac ibadetlerini yerine getirir ve hem de kurulan pazar ve panayırlarda mallarını satar, alacaklarını alır ve evlerine dönerlerdi. dinî ve ekonomik bir renk taşıyan bu aylarda savaşmak haramdı. receb ayında da durum aynıydı. her türlü düşmanlık ve mücadeleden el çekilmesi gereken, kötülük yapmanın ve kan dökmenin yasak olduğu bu haram aylarda savaş yapılırsa bu savaşlara da ficar savaşları denilirdi. ficar sözlükte azmak, haktan ayrılmak, günaha dalmak, yemininde ve sözünde yalancı çıkmak anlamlarına gelir.

cahiliye döneminde dört büyük ficar savaşının cereyan ettiği bilinmektedir. bunların sonuncusu birbirleri ile müttefik kureyş-kinane ile kays-aylan kabileleri arasında cereyan etmiştir. kureyş-kinane ittifakının komutanı peygamber’in amcası zübeyir bin abdülmuttalip idi. peygamber de bu savaşa amcalarının safında katıldı, fakat fiilî olarak savaşmadı. bu sırada o’nun ondört, onbeş, onyedi veya yirmi yaşlarında olduğu nakledilmektedir. karşı taraftan atılan okları kalkanla karşılayıp toplayarak amcalarına vermekle yetinirdi. bu savaş mekke’de bir kaos ve başıbozukluk ortamı meydana getirdi. insanlar birbirlerinin ve özellikle de yabancıların hukukunu gözetmez oldular. mekke’nin despotları hac ve ticaret için şehre gelen zayıf ve güçsüz kimselere haksızlık yapmaya başladılar.

3-emin ve güvenilir bir ticaret yolunun ve bunun korunmasının gerekirliği :
tarım, daha çok güneyde, doğuda ve hicaz’ın o günkü adıyla yesrib (medine), hayber, tâif ve vadilkura gibi vahalarında yaygın iken, mekkeliler akdeniz ve hint okyanusu arasında ticaret yapmaktadırlar. bu kapsamda altın madeninden baharat, fildişi, değerli elbiseler ve taif’ten götürdükleri kuru üzüm gibi gıdalara kadar hemen her malın ticareti yapılmaktadır. bu yönüyle cahiliye döneminde mekke büyük bir ticaret merkezi olmuştur. nitekim yakınlarında kurulan ukaz, micenne ve zulmecaz panayırları da bunu göstermektedir
mekkelilerin ticarete yönelmesinde mekke’nin coğrafi konumu yanında toprak yapısı ve bitki örtüsü yönünden ziraat ve hayvancılık yapmaya uygun olmaması da etkili olmuştur. ortaçağ boyunca en yaygın geçim vasıtalarından olan ziraat ve hayvancılık bu bölgede aşırı derecedeki sıcaklık ve su yetersizliği nedeniyle yapılamıyordu. bu durumda bölge insanları için başka geçim vasıtalarına yönelmekten başka çare kalmıyordu. dolayısıyla mekkelilerin ticarete yönelmeleri doğal şartların bir sonucu olarak yaşamlarını devam ettirmeleri için hayati öneme sahipti.
kusay, mekke'ye topladığı kavmini bir iskâna da tabi tuttu. o, kureyş kabilesini mekke’de iskâna tabi tutarken bir plan dâhilinde hareket etti. kureyş’in zenginlerini, soylularını ve yakın akrabalarını mekke’nin en merkezi yerine yerleştirirken, zenginlik ve statü bakımından daha geride olan kabileleri ise mekke vadisinin dışına yerleştirdi. mağlup huzâalıları ise şehirden uzaklaştırdı ve onların civar bölgelerde oturmalarına izin verdi.

kureyş’in ekonomik çıkarlarına hizmet eden ve özellikle bunun için kurulduğu anlaşılan müesseselerden birisi dâru’n-nedve’dir. aslen mekke şehir devleti senatosu veya meclisi konumunda olmakla beraber ekonomik icraatı itibarıyla günümüzdeki devlet planlama teşkilatı veya ticaret odalarının icra ettiği bazı fonksiyonları yerine getiren bu müessese, mekke şehir devleti’nin ticari aristokrasisinin meşveret merkezi konumunda idi. kureyş’in ticari dehaları burada toplanıp kervan ticaretiyle ilgili meseleleri görüşür ve durum değerlendirmesinde bulunarak, alternatifleri gözden geçirirdi.11 ihtimaller tartışılmaksızın hiçbir kervan ya da kafile sefere gönderilmezdi. ( ibn i said ) 40 yaşını aşan her vatandaş buraya gelip şehirle ilgili işlerin müzakeresi hususunda fikrini söyleyebilirdi

kusay tarafından ihdas edilen bu görevlerden özellikle hacıların doyurulması (rifâde) ve su ihtiyaçlarının giderilmesi (sikâye), dini olmanın yanında kureyş ve kusay’ın siyasi ve ticari menfaatlerine de hizmet etmiştir. kur’ân’da ‘kureyş’ veya ‘el-îlâf’ isimli surede gayet veciz ve önemiyle mütenasip bir surette yerini alan ‘îlâf: ahid, antlaşma ve talebe binaen verilen beraat demek olup hassaten mekke asilleri ile komşu devletlerin başkanları arasında akdedilen antlaşmaları ifade etmektedir. kureyş ( 108 1-4 ) hâşim ve kardeşleri, bölgelerinde bulunan kabileler ve ülkelere seyahatler düzenleyerek serbest ticaret yapabilmek için antlaşmalar yaptılar. îlâf sonucu yapılan antlaşmalarla kureyşliler, senenin dört mevsiminde mal alım ve satımı için diledikleri ülkelere tekrar izin almaksızın gidip gelebilme imtiyazını elde ettiler. buna karşılık da onlara serbest ticaret izni veren kabile ve ülkelerin mallarını komisyon almadan satarak elde edilen kârların tamamını mal sahiplerine vereceklerdi. antlaşmaya razı olan kabile ve ülkeler, mekkelilerin kendi ürettikleri veya satışını yaptıkları malları aracısız, doğrudan onlardan aldıkları için daha ucuza temin etmiş olacaklardı. böylece bir yandan bu kabileler ticaret yolculuklarının zorluklarından kurtulup oturdukları yerde kazanç sağlarken diğer yandan kureyş’in dış ticaretini güvence altına almış olacaklardı. arap kabileleriyle yapılan bu antlaşmalar, karşılıklı yardım ve koruma mükellefiyetleri getirmeyip, aksine o güne kadar bilinmeyen bir usul olan müşterek ticari çıkarlar esasına dayanıyordu. zira bu işbirliği neticesinde daha istikrarlı kârlara nail olacakları gibi mekke’ye korkusuzca girecekler ve itibar göreceklerdi.

ebrehe'nin hezimetinin bir takdiri ilâhi olduğunu düşünen araplar, harem-i şerife ve hac ibadetine görülmemiş bir ihtimam göstermeye başladılar. mekke'nin bu zaferi, ka'be'ye oldukça önemli bir itibar kazandırdı. bunun sonucunda kureyş, 'ehlullah' olarak kabul edildi. bu prestijden yararlanan kureyş, meşhur hums müessesesini kurdu. sadece mekke sakinleriyle en yakın müttefiklerinin üye olduğu (ibn habib, el-munammak, s. 127) bu müessesenin, temelindeki iktisâdî etkeni gösteren en önemli bir özelliği vardı: buna göre kureyş, (kutsiyetini muhafaza kastıyla) şehre dışarıdan yiyecek ve giyecek sokamayacaklarını ileri sürerek, hums kapsamına girmeyen hacıları, tüccarları mekke'ye yiyecek ve giyeceklerini almaya zorluyordu. tabiatıyla tüccarın lehine işleyen bu mekanizma, mekke ekonomisini güçlendiriyordu. bu nedenle hums müessesesinin ekonomik önemi bariz olup din kisvesine büründürülmesi, pek şaşırtıcı değildir.

tamamen ticarete ve kervancılığa bağlı olan kabile ekonomilerinde en temel olan meselenin kervanların güvenliğinin sağlanması olduğu ortadadır. bu yüzden her şeyden evvel bu güvenliğin sağlanması için sağlam bir teşkilat kurulması gerekiyordu.

b-öznel şartlar :
öznel şartlar derken muhammedin bir lider olması için, lider olarak ortaya çıkabilmesi için oluşan nedenlerin bir sıralamasını yapmaya çalışacağım :
1- muttalipoğullarının egemenliklerinin ve önemlerinin azalması , egemenliğin haşimoğullarından ümeyyeoğullarına geçmesi :

abdüşşems erken bir dönemde mekke'de ölünce onun ifa ettiği kıyâde görevini, oğlu ümeyye b. abdişems üstlendi. ümeyye akrabaları ve yakınları çok olan zengin bir kişiydi. belki de bu durumuna güvenerek amcası haşim b. abdimenaf ile anlaşmazlığa düşmüş, onunla rekabete girişmiştir. fakat o, bu mücadeleyi kaybetmiş ve yaklaşık olarak on yıl şam'da ikamet etmiştir. tarihte böylece muhammed 'in dedesinin babası olan haşim ile, ebû süfyan'ın dedesi ümeyye arasında ilk düşmanlık başlamış oluyordu. zengin ve geniş bir nüfuza sahip olan ümeyye, şam'dan mekke'ye döndükten sonra da eski mevkiini korumuştur.ümeyy in ölümünden sonra onun yerini harb almıştır. abdüşems oğullarının lideri olan harb, haşim b. abddulmuttalib'in yakın dostu ve nedimi idi. ancak abdulmuttalib, yahudi bir kimseyi öldürmesinden dolayı harb'den maktulün diyeti olan yüz deveyi alıp, onun amcaoğluna vermesine kadar kendisi ile ilişkisini kesmiştir. böyle bir olay da muhtemelen haşim oğulları ile ümeyye oğullarının arasının daha da açılmasına neden olmuştur.

anlaşıldığı üzere, mekke’de en güçlü olanlar, çeşitli sebeplerle, sürekli değişiyordu. 570’lerde kâbe’yi tahrip etmeye gelen ebrehe komutasındaki fil ordusu’nun karşısına çıkan kureyşliler’in başında, muhammed’in dedesi abdulmuttalib’in sözcü olarak bulunuşu, o sıralarda mekke yönetiminde muttaliboğullarının etkili olduğunu göstermektedir. daha sonraki yıllarda en güçlü iki boy olarak abdüşşems ile mahzumoğullarının adı geçmektedir. utbe ve kardeşi şeybe, abduşşems’in bir bölümünden sorumluydular. benu umeyye’nin başına, utbe’nin kızı hind’le evlenen ebu süfyan geçmişti. muhammed’in gençlik yıllarında, ubu süfyan, oymağının itibarına paralel olarak mekke’nin siyasetini elinde tutuyordu. şahsi nüfuz ve gayretiyle haşimoğullarının mevkisini yükselten abdulmuttalib’den sonra oymağın nüfuzu oldukça azalmıştı. çünkü oğullarından ebu talib zengin değildi. abbas zengin olmasına rağmen sürekli mekke’de kalmıyordu. ebu leheb ise ahlâksız bir kimse olarak ünlenmişti.

bu durum ve muttalipoğullarının düşüşü muhammed’in soyundan gelen ve eskiden kendilerine ait olan otoriteyi tekrar ele geçirmek için bir eylem planlamasına sebep olabilirdi.
2-muhammed’in hatice ile evlenmesi ve hatice’nin etkisi :

muhammed hatice ile evlenene kadar sıradan biri idi, zengin değildi, kervanları götürür ve ticaret yapardı. bir rivayete göre hatice’nin sadece ticaret yaptığı mallarını 80 bin deve taşıyordu. dört yüz hizmetçi onun ticaret ve sair işlerini yürütmekle görevliydi. hatice ile evlendikten sonra ihtiyacı olan maddi güce ve mekke içerisindeki saygınlığa kavuştu. muhammedin peygamberliğinde en büyük desteğinin hatice olduğu anlaşılıyor, hatta bizzat bu eylemin planlayıcılarından biridir. nitekim bir islami sitede şöyle anlatılıyor :
“o sıralarda ortalama elli- elli beş yaşlarındaydı ve mekke’ye gidenler bilir, çıkılması yarım saat süren hıra dağı’na yemek götürmek maksadıyla çıkar, mağaranın önüne yemek kaplarını koyar daha sonra gidiyor gibi yapar ve koşup bir taşın ardına gizlenir, bazen iki bazen üç gün, aç susuz bir halde mağaranın ağzına doğru ona bir zarar gelmesin diye beklerdi. onu himaye etmeyi kendine görev edinmişti. bir gün cebrail gelip “ey muhammed hatice burada” dedi. peygamberimiz “evet biliyorum” deyince cebrail (a.s) “hayır o hep burada hiç gitmiyor ki” şeklinde cevap verdi. belki eşinin yolunu beklerken dam üzerinde ya da bahçede o’na yaktığı türküleri ve şiirleri peygamberimiz hiç duymadı, ama bu bekleyişi allah o’na duyurdu.”
görüldügü gibi hira’da da hatice muhammed’in yanındadır, ilk vahyini alınca ona koşar. cebrail’in gelip gelmediğini onun sayesinde anlar. hatice’nin amcası varaka ise onların en büyük destekçileri ve akıl hocalarıdır.
kureyş kabilesinin lideri olabilmek için aranan vasıflardan bir tanesinin de varlıklı olmak olduğundan yukarıdaki satırlarda bahsetmiştim. muhammed hatice sayesinde bu saygınlığa kavuştu ve sözü daha da dinlenir oldu.
mahzum oğulları semtinde es-sâib b. ebi's-sâib çarşısı vardı; bölümlerin birinde, peygamber'in ve es-sâib'in malları depolanmaktaydı. es-sâib, peygamberle ortak idi. eş-şeybânî'ye göre, onlar deri ticareti yapmışlardı. belâzürî'nin kaydettiği bir rivayete göre ise peygamber, ebû süfyan tarafından suriye'den getirilen bazı mallara ileride gelir sağlamak için para yatırmıştır.
bu rivayetlerden peygamberin mekke’nin lideri ebu süfyan ile birlikte ticarete girecek kadar büyüdüğünü görebilmek mümkün. ona bu saygınlığı kazandıran ise hatice’nin varlığı idi. nitekim hatice muhammed üzerinde o kadar etkindi ki allah bile ona selam yollayabiliyordu:
“allah’ın selam yolladığı kadın: bu harika içtenliğin karşılığı olarak o’na selam yolladı. peygamberimiz gelip, “cebrail (a.s)’ın ve allah’ın sana selamı var” dediğinde bu muhteşem sevgi öğretmeni aynı zamanda zekâsının ve konuşma kabiliyetinin doruğunda bir cevap verdi: “cebrail’in selamını alıyorum, ama rabb’im zaten selam’dır, tüm selamlar zaten o’dur.” diyordu.”
3-Yeni bir peygamber beklentisinin çok yoğun olması :
Mekke o sıralar yeni bir peygamber beklentisinde idi. Aslında o yüzyıllar tüm dünyada ticaret burjuvazisinin şekillendiği, meta ekonomisinin geliştiği zamanlardır. Tüm ülkelerde azgın bir sömürü ve sermaye birikimi görülür. Buna karşın ezilen halkın yoksulluğu ve buna başkaldırısı ile ciddi sınıf çatışmaları ortaya çıkar. Halkın ezilmiş ve yoksulluğunun ideolojik olarak sonucu ise yeni bir kurtarıcı beklentisidir. Mekke de bu ortamdan nasibini almıştır. Bu gerçeği eski Arap şiirinde de takip edebilmemiz mümkündür:
bu şiirlerden bir tanesi de Kuss b. Sâide tarafından Ukkaz Panayırında söylenmiştir :
“Ey insanlar!“Allah’a yemin ederim ki bunda ne bir hata var ne de yanlış, Allah katında bizim bu dinimizden daha hayırlı olan bir din var. Onun gelmesi yaklaşan bir elçisi var, gölgesi başımızın üstüne düştü. Ona ulaşan ve kendisine uyana müjdeler olsun. Ona muhalefet edene yazıklar olsun. Geçen çağlara ve hayatlarını gaflet içinde geçiren milletlere yazıklar olsun.”
Diyerek bazı gerçekleri daha önceden gördüğünü itiraf etmiştir. Kuss b. Sâide bu şiirini okurken Muhammed’in onu dinlemesi de ayrı bir anlam taşımaktadır.
Ayrıca gene peygamber beklentisi ile ilgili olarak Kur’an şöyle demektedir :
Yeminlerinin olanca güçleriyle, kendilerine bir uyarıcı-korkutucu gelecek olsa, ümmetlerinin herhangi birinden mutlaka daha doğru olacaklarına dair, Allah'a and içtiler. Ancak onlara bir uyarıcı-korkutucu geldiğinde (bu,) nefretlerinden başkasını artırmadı. Fatır 42
O dönemin tanıklığı Muhammed’in bu beklentiyi karşılıksız bırakmamaya karar verdigini çok açık bir biçimde bize kanıtlamaktadır.
4-Haniflerin ve diğer tek tanrılı dinlerin varlığı :
7. yy da Arap yarımadasında özellikle Güney’de tek tanrılı dinler mevcuttu. Mekke’de ise Hıristiyanlığın yanı sıra adına Hanifler denen ve tek tanrı inancına bağlı olan kimseler bulunuyordu. Kıys Bin Saide, Varaka Bin Nevfel, Abdullah Bin Çehş, Osman Bin Halis bu Haniflerin önde gelenleridir ve tabir caizse bir nevi islamiyet’in kuruluşunun gizli cemiyetini teşkil etmişlerdir.
Varaka Bin Nevfel Hatice’nin amcazadesiydi ve Hıristiyandı. Tevrat ile incil'i de iyiden iyiye incelemiş ve Arapçaya tercüme etmişti. Çok bilgili ve Filozof bir adamdı. Dinler tarihini çok iyi biliyordu. O araştırmaları sonucunda puta tapıcılığı bırakıp Hıristiyanlığı kabul etmişti. Muhammedin en büyük öğretmeni Varaka idi. Muhammed' de Ona saygı gösteriyordu. Varaka'yı her zaman ziyaret ediyordu. O da Ona Tevrat ı baştanbaşa okudu. Adem’den ismail'e kadar bütün Peygamberlerin menkıbelerini anlatıyordu. Musa’nın dinini nasıl kurduğunu, isa'nın Hıristiyanlığını da izah etti. Muhammed’in ilk vahiyi aldığını iddia ettiği zaman Hatice ile birlikte başvurduğu kişi Varaka’dır ve gene rivayetlere göre Muhamme’in peygamberliğini müjdeleyenlerden biri de Varaka’dır. Aşağıda görüleceği gibi Muhammed’in peygamberliğinin tasdikini ve ilanını Varaka yapmaktadır.

“Hz. Muhammed peygamberliğini bekler bir hal aldı. Çok geçmeden Hz. Muhammed'e vahiyler gelmeğe başladı. Mağaraya çekiliyor ve halvete giriyordu. Orada kendisine gelen vahilerden korkuyordu. Bunları eşi Hz. Hatice’ye anlattı. Hz. Hatice de amcazadesi Varaka Bin Nevfel'e onları bildirdi. O bu olayı dikkatle dinledikten sonra: git, eşin Muhammed'e söyle korkmasın. Bu alametler O'nun ahir zaman Peygamberi olacağını ispat ediyor. Dedikten sonra, bir de manzume okudu: "Hz. Muhammed, artık bir peygamberdir. Kendisine görünen Cebrail'le, Mikail'dir. Getirdikleri ise vahiydir. Hz. Muhammed'e inananlar Cennete girecekler, doğru yoldan ayrılanlar ise cehennemde sosuz olarak yanacaklardır.". Hz. Hatice Varaka'nın yanından dönerek Nevfel'in dediklerini aynen O'na bildirdi. Hz. Muhammed bu sözlerden müsterih oldu. Kendisine peygamberlik geldiğinden dolayı da sevindi.” Buharinin naklettiği hadis şöyledir :

Bundan sonra Hadîce (radiya'llâhu anhâ) Hazret-i Resûl-i Ekrem'i (salla'llâhu aleyhi ve sellem) birlikte alıp ammizâdesi Veraka b. Nevfel b. Esed b. Abdü'l-Uzzâ'ya götürdü. Bu zât, zamân-ı Câhiliyyette dîn-i Nasrâniyyete dâhil olmuş bir kimse olup ibrânîce yazı bilir ve incil'den meşiyyet-i ilâhiyye taallûk ettiği mikdârda öteberi yazardı. Veraka gözlerine amâ târî olmuş bir pîr-i fânî idi. Hadîce radiya'llâhu anhâ Veraka'ya: "Amûcam-oğlu, dinle de bak, kardeşinin oğlu ne söylüyor." dedi. Veraka: "Ne var kardeşimin oğlu?" diye sorunca Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem gördüğü şeyleri kendisine ihbâr etti. Bunun üzerine Veraka dedi ki "Bu gördüğünü, Allâhu Teâlâ'nın Mûsâ (salla'llâhu aleyhi ve sellem) ya tenzîl ettiği Nâmûs (-ı Ekber)dır. (Yâni Sâhib-i Sırr-ı Vahiydir.) Âh keşki senin da'vet günlerinde genç olaydım. Kavmin seni çıkaracakları zaman keşki ber-hayât olsam!". Bunun üzerine Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem: "Onlar beni çıkaracaklar mı ki?" diye sordu. O da: "Evet. (zîrâ) Senin gibi bir şey getirmiş (yâni vahiy tebliğ etmiş) bir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramasın. Şâyed senin da'vet günlerine yetişirsem sana son derecede yardım ederim." cevâbını verdi. Ondan sonra çok geçmedi. Veraka vefât etti. (Ve o esnâda) Fetret-i vahiy vukû' buldu (yâni bir müddet için vahiy inkıtâa uğradı.)|

Kıys Bin Saide, Ukkaz Meydanında şöyle bir şiir okumuştu: Yemin ederim ki, Allah'ın indinde bir din var ki, şimdi bulunduğumuz dinden daha sevgili ve Allah'ın gelecek peygamberi vardır ki gelmesi pek yakındır. Gölgesi başımızın üstüne geldi. Ne mutlu ol kimseye ki O'na iman edip de O da O'na hidayet eyleye. Ve ol behdbahta ki O'na isyan ve muhalefet eyleye. Yazıklar olsun, ömürleri gafletle geçen ümmetlere”

Kıys Bin Saide bu şiiri okurken Muhammed’in de onu dinlediği rivayet edilir. Yıllar sonra peygamberliğini ilan ettikten sonra bir hadise göre şöyle demiştir :
“Hz. Muhammed peygamber olduktan sonra bir gün yanındakiler: içinizde Kıys Bin Saide'yi tanıyan var mı? Diye sordu. Sonra da bu hitabeden bazı parçalar okudu. Daha birçok şeyler de söyledi. Yine yanındakiler: Acaba onun satırlarından aklında kalanlar var mı? dediler. O zaman Hz.Ebu Bekir : Ben biliyorum. Diyerek bu hitabeyi sonuna kadar okudu.”

Gene önemli Haniflerden bir tanesi Zeyd b. Amr b. Nufeyl’dir. Bir hadise göre Zeyd’in konumu şöyledir :
Rasûlüllah’ın Zeyd b. Amr b. Nufeyl’den bahsederken şöyle dediği bana rivayet edildi: O putlara ibadet nedeniyle beni ayıplayan ve böyle yapmaktan nehyeden ilk insandı. Mekke’nin yukarısındaki yüksek alanda Zeyd b. Amr’a uğradığımda Zeyd b. Hârise ile birlikte Taif’ten gelmiştim. Dinlerini terk etmesi onu Kureyşliler arasında meşhur etmişti (şeharathu). O da aralarından çıkıp Mekke’nin yüksek bölgesine yerleşmişti. Gidip yanına oturdum. Beraberimde putlarımıza kurbanlarımızdan bir torba et vardı. Eti Zeyd b. Hârise taşıyordu. Eti kendisine takdim ettim. O vakit ben genç bir delikanlıydım. ‘Amcacığım, bu yemekten yiyiniz’ dedim. O ‘yeğenim, bu putlarınıza sunduğunuz kurbanlarınızdandır değil mi’ diyerek mukabelede bulundu. Ben öyle olduğunu söyleyince, ‘Abdulmuttalib’in kızlarına sormuş olsaydın, benim bu kurbanların etlerinden asla yemediğimi sana söylerlerdi, benim onlara hiç ihtiyacım yok’ dedi. Ardından ‘onlar iyilik veya kötülük yapamayan batıl şeylerdir’ diyerek veya bu anlamda ifadeler sarf ederek, beni ve putlara ibadet edip onlara kurban kesenleri ayıpladı. Rasûlüllah ekledi: ‘Bu bilgiden sonra, Allah beni risaletiyle şereflendirinceye kadar onların bir putuna asla el sürmedim ve onlara kurban kesmedim.’

Bu hadisten görüleceği gibi Muhammed putlara kurban sunulamayacağı ve bilgisini Allah’tan değil bu öğretmenlerinden almıştır. Gene öğretmenlerinin onu inzivasında bile yalnız bırakmadıkları anlaşılıyor:

ibn Dureyd’den kaydedilmiş bir rivayete göre ; “Vahiy almadan önce Peygambere yalnızlık sevdirildi ve Mekke dağları oyuklarında ikamet etti. O (Peygamber) dedi ki: ‘O da kendisini dünyadan tecrid ettiğinde Zeyd b. Amr’ı oyuklardan birisinde gördüm.”

Gene bu haniflerden ünlü şair Ümeyye b. Ebî’s-Salt ın Muhammed’e çok yakın oldugu bilinir. Oldukça bilgili bir kişidir ama islami rivayetlere göre Muhammed peygamberliğini ilan edince çok şaşırdığı ve ona cephe aldığı söylenir, kendisinin peygamberlik beklediği rivayet edilir.

Esas ilginç olanı bu Haniflerden hiçbirinin islamiyeti kabul etmediğidir. Varaka Hırıstiyan olarak ölmüştür, Abdullah b. Cahş önce Müslüman olmuş, Habeşistan hicreti sırasında Hıristiyanlığı kabul etmiştir, Osman b. Huveyris Rum meliki Kayser’in yanına giderek Hıristiyanlaştı, Zeyd’i Mekkeliler sürgün ettiler ve hanif olarak göç etti, Ümeyye ise Muhammed’in peygamberliğine karşı çıkarak Allah’ın düşmanı (aduvvullah) sayıldı.

Ögretinin kurulmasında ve Muhammed’in eğitimi de büyük katkı ve önemi olan bu şahısların islami devlet kurulmasına pek de bir katkıları olmadığı görülüyor. Aslında ilişkiler ve sonuç göz önüne alındığında Muhammed’in bu ustaların tezgahında egitim gördüğü, fakat daha sonra amacının farklılaşarak onlardan ayrıldığı anlaşılıyor. Bu Hanifler muhtemeldir ki aralarında dini bir toplum oluşturmaktaydılar ve ilk başlarda da Hatice kanalıyla Muhammed’i de aralarına alarak yetiştirmişlerdi, fakat daha sonra Muhammed “ neden bu beklenen peygamber ben olmayayım “ diye sormuş olmalı ve bunun desteğini de sahabilerinde bulmuş olmalıdır.

5-Sahabiler :
islam devletinin kuruluşu esnasında 10 kişi var ki bunlar devletin ilk kurucuları ve yaşamlarında cennetle müjdelenmişlerdir. Bu sahabiler ilk Müslüman olanlardır, her biri genellikle ayrı kabilelere mensupturlar, hemen hepsi zengindirler ve islamiyet’ten sonra daha da zenginleşmişlerdir, dört tanesi devlet başkanlığı yapmış diğerleri de Şura içerisinde yer alarak halife seçiminde tayin edici olmuşlar ve Mekke toplumu esnasında mevkileri açısından önemli ve insanları etkileyebilecek konumdadırlar. Şimdi bunları kısaca bir gözden geçirelim. Aşşagıdaki bilgiler http://www.sevde.de/Sahabeler/Sahabeler.htm Sitesinden özetlenmiştir.

EBUBEKiR : Teymoğulları kabilesinden. Muhammed ile yaşıt ve arkadaş. Mekke'nin ileri gelenlerinden olup Arapların nesep ve ahbâr ilimlerinde meşhur olmuştur. Kumaş ve elbise ticaretiyle meşgul olurdu; sermayesi kırk bin dirhemdi ki, bunun büyük bir kısmını islâm için harcamıştır. Rasûlullah'a iman eden Ebû Bekir (r.a.) islâm davetçiliğine başlamış, Osman b. Affân, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebî Vakkas ve Talha b. Ubeydullah gibi islâm'ın yücelmesinde büyük emekleri olan ilk Müslümanların bir çoğu islâm'ı onun davetiyle kabul etmişlerdi. Umumi ve hususi olan önemli işlerde ashabıyla müşavere eden Peygamber (s.a.s.) bazı hususlarda özellikle Ebû Bekir'e danışırdı. (ibn Haldun, Mukaddime, 206). Araplar ona "Peygamber'in veziri" derlerdi. Teymoğulları kabilesi Mekke'de önemli bir yere sahipti. Ticaretle uğraşıyorlar, toplumsal temasları ve geniş kültürlülükleri ile tanınıyorlardı. Hz. Ebû Bekir'in babası Mekke eşrafındandı. Hz. Ebû Bekir, câhiliye döneminde de güzel ahlâkı ile tânınan, sevilen bir kişi idi. Mekke'de "eşnak" diye bilinen kan diyeti ve kefalet ödenmesi işlerinin yürütülmesiyle görevliydi. Muhammed (s.a.s.) ile büyük bir dostlukları vardı. Sık sık buluşur, Allah'ın birliği, Mekke müşriklerinin durumu ve ticaret gibi konularda müşavere ederlerdi.

ÖMER: 584 te doguyor. Kureyş'in Adiy boyuna mensup olup, annesi, Ebu Cehil'in kardeşi veya amcasının kızı olan Hanteme'dir . Ancak küçüklüğünde, babasına ait sürülere çobanlık ettiği, sonra da ticarete başladığı bilinmektedir. O, Suriye taraflarına giden ticaret kervanlarına iştirak etmekteydi (H. ibrahim Hasan, Tarihul-islâm, Mısır 1979, I, 210). Cahiliyye döneminde Mekke eşrafı arasında yer almakta olup, Mekke şehir devletinin sifare (elçilik) görevi onun elindeydi. Bir savaş çıkması durumunda karşı tarafa elçi olarak Ömer gönderilir ve dönüşünde onun verdiği bilgi ve görüşlere göre hareket edilirdi. Ayrıca kabileler arasında çıkan anlaşmazlıkların çözümünde etkin rol alır ve verdiği kararlar bağlayıcılık vasfı taşırdı (Suyûtî, Tarihul-Hulefâ, Beyrut 1986, 123; Üsdül-Ğâbe, IV, 146).Ömer (r.a), risaletin altıncı yılında müslüman olmuştur. O, iman edenlerin arasına katıldığı zaman müslümanların sayısı yetmiş seksen kişi kadardı (ibn Sa'd, aynı yer).Taberî'nin ibn Abbas'tan tahric ettiği bir hadise göre, müslümanlığını ilk ilân eden kimse Hz. Ömer (r.a) olmuştur (Suyûtî, a.g.e.,129 Ömer (r.a), Medine dönemi boyunca islamın yücelişini etkileyen bütün olaylara aktif olarak iştirak etmiştir. Resulullah (s.a.s)'ın önemli kararlar alacağı zaman görüşlerine başvurduğu kimselerin başında Ömer (r.a) gelir. Onun ileri sürdüğü görüşler o kadar isabetliydi ki; bazı ayetler onun daha önce işaret ettiğine uygun olarak nazil oluyordu. Resulullah (s.a.s) onun bu durumunu şu sözüyle ifade etmekteydi: "Allah, hakkı Ömer'in dili ve kalbi üzere kıldı" (Üsdül-Ğâbe, IV, 151).

OSMAN: Muhammed peygamber olduğu zaman 34 yaşında. Ümeyyoğullarından ve Ebubekirin yakın arkadaşı. Zengin, Bir Yahudi nin mülkiyetinde olan Rume kuyusunu yirmi bin dirheme satın alarak bütün müslümanların istifadesine sunmuştu. Muhammedin önce birinci, ölünce ikinci kızı ile evleniyor. Sonra o da ölüyor. Rukayye ve Ümmü Gülsüm. Ashabın en zenginlerinden biri olması, onun islâm’a ve Müslümanlara herkesten çok maddi yardımda bulunmasını sağladı. Bilhassa kâfirler üzerine sefere çıkan orduların teçhiz edilmesinde aşırı derecede cömert davrandığı görülmektedir. Tarihçiler onun Ceyş'ul-Usra diye adlandırılan Tebük seferine çıkacak ordunun teçhiz edilmesine yaptığı katkıyı övgüyle zikretmektedirler. O, bu ordunun yaklaşık üçte birini tek başına teçhiz etmiştir. Asker sayısının otuz bin kişi olduğu göz önüne alınırsa bu meblağın büyüklüğü rahatça anlaşılır. Yaptığı yardımın dökümü şöyledir: Gerekli takımlarıyla birlikte dokuz yüz elli deve ve yüz at, bunların süvarilerinin teçhizatı, on bin dinar nakit para.

ALi: Muhammed’in amcaoglu ve damadı. Onu önemli kılan Muhammed’in kendi soyundan olması dolayısıyla güvenilir olması. 10 yaşında daha bir çocuk iken islamiyet’i kabul ediyor. Ancak daha sonraki ve bağlılığı neticesinde devlet kurucuları arasında yer alıyor, böylece de cennetle müjdeleniyor :
Resul-u Ekrem, en yakın akrabasını uyarmak ve hakkı tebliğ etmek hususunda Allah'u Teâlâ'dan emir alınca onları Safa tepesinde toplayıp ilâhî emirleri tebliğ edince, Kureyş müşrikleri onunla alay etmişti. ikinci toplantıyı yapmasını Hz. Ali (r.a.)'ye bıraktı, Ali de bir ziyafet hazırlayarak Hasimoğullarını davet etti. Resulullah yemekten sonra: "Ey Abdülmuttaliboğulları, ben özellikle size ve bütün insanlara gönderilmiş bulunuyorum. içinizden hanginiz benim kardeşim ve dostum olarak bana bey'at edecek" dedi. Yalnız Ali (r.a.) kalktı ve orada Resulullah'a onun istediği sözlerle bey'at etti. Bunun üzerine Resul-u Ekrem, "Kardeşimsin ve vezirimsin " diyerek Hz. Ali'yi taltif etti.
Muhammed büyük ihtimalle Ali’yi kendi yerine hazırlıyordu. Hicretin 9 yılında "Berae Suresi" nazil oldu. Bu sure Allah ve Resulünün müşriklerden beri olduğunu bildirerek başlayıp, onlarla yapılan anlaşmaların feshedileceğini haber vermekte idi. Onda ayrıca, kendileriyle anlaşma yapılanların ve bu anlaşmalarına sadık kalanların emniyet içinde olacakları, anlaşma yapılmayanlarla anlaşmalarını bozanlara ise dört ay süre tanınıp ondan sonra iman etmemiş her kim varsa kendileriyle savaşılacağı belirtiliyordu. Surenin nazil olması üzeri ne ashaptan: Ey Allah'ın Rasulü bu ayetleri Ebu Bekr'e bildirseniz de o insanlara duyursa!’, diyenlere karşı Hz. Peygamber: “Bu (ayetleri) benden veya ehli beytimden olan bir kimseden başkası benim adıma tebliğ edemez” buyurdu ve Hz. Ali'yi bu ayetleri hacılara duyurmakla görevlendirdi. Hâlbuki bu sırada Hac emiri Ebubekir’di. Gene Muhammed ölüm döşeğinde vasiyet yazdırmak istemiş fakat Ömer buna engel olmuştu.

SA'D B. EBi VAKKAAS: Malik b. Vuheyb b. Abdi Menaf b. Zühre. Babası Malik b. Vuheyb'dir. Malik'in künyesi Ebî Vakkas olup, Sa'd bu künyeye nisbetle ibn Ebî Vakkas olarak çağrılırdı. Rasûlüllah (s.a.s)'in annesi Zuhreoğullarından olduğu için, anne tarafından da nesebi Rasûlüllah (s.a.s) ile birleşmektedir. Sa'd'ın annesi Hamene binti Süfyan b. Ümeyye'dir. Sa'd (r.a), ilk iman edenlerden biridir. Kendisinden yapılan rivayetlere göre o islam’ı üçüncü kabul eden kimsedir. Ancak, Hz. Hatice, Hz. Ebu Bekr, Hz. Ali ve Zeyd b. Harise'den sonra Müslüman olmuşsa beşinci Müslüman olmuş oluyor. Sa'd (r.a), müslüman olduğu gün henüz namazın farz kılınmamış olduğunu ve o zaman on yedi yaşında bulunduğunu söylemektedir (ibn Sa'd, Tabakâtül-Kübrâ, Beyrut (t.y), III, 139).
Sa'd (r.a), hakkında ayet nazil olan sahabilerden biri olma şerefine de sahiptir. O, "Benim hakkımda dört ayet nazil olmuştur" (Müslim, Fedailu's-Sahabe, 5) demektedir. Bu âyetlerden bir tanesi, Mekkeli müşriklerin Rasûlüllah (s.a.s)'den yanındaki, ona iman etmiş güçsüz kimseleri kovmasını istemeleri üzerine nazil olan, Allah rızasını dileyerek akşam sabah ona dua eden kimseleri kovma" ayetidir (el-Enam, 6/52; Müslim, Fedailu's-Sahabe, 5; diğer âyetler şunlardır: el-Enfal, 8/1; Lokman, 31/15; el-Maide, 5/9). Sa'd (r.a), sekiz evlilik yapmış olup; bu evliliklerinde, on yedisi kız, on yedisi de erkek olmak üzere otuz dört çocuğa sahip olmuştu (Asr-ı Saadet, I, 441). Vakkas Zühreoğullarından.
iletinin başında islamiyet’ten önce Arap Yarımadasındaki kabile yapısı hakkında geniş bir özet vermiştim. O özette dikkat edilirse Abdumenâf, Zühre, Teym ve Esedoğullarının Mutayyebîn (temizlenmişler) adlı bir pakt kurdukları belirtilmekteydi. Mekke toplumunun ağırlıklı olarak bu pakttan oluştuğunu söylemek mümkündür, o halde Muhammed’in ilk olarak yapacağı bu paktın birliğini korumak olmalıydı. O da tam da böyle yaptı. ilk Müslüman olmaktan başka hiçbir özelliği olmayan bu yaşamlarında cennetle müjdelenen sahabelerin her birisinin özelliklerinden bir tanesi bu paktı oluşturan soyların önde gelen insanlarından oluşmalarıdır.
Sa'd B. Ebi Vakkas ile Abdurrahman ibn Avf
Zühreoğullarından
Ebubekir ile Talha Teym oğullarından
Osman Ümeyoğullarından
Muhammed, Ali
Haşimoğullarından
Zübeyr Esedoğullarından
Ebu Ubeyde B. el-Cerrah Fihroğulları'ndan
Zeyd Babası Muhammedin öğretmeni
Ömer Adiyoğullarından

Görüldüğü gibi bu sahabelerin birleştiği temel ile mutayebbinlerin birleştiği temel ortak gibi görünüyor. Öncelikle geçmişte kurulan bir ittifak temelini bozmamak ve ilk birleştirici adımları, ilk siyasi adımları bu temelde atmak. Sahabeleri ilk örgütleyenin Ebubekir olduğu tüm kaynaklarda ittifakla belirtilen bir husus. O halde şöyle bir senaryonun gerçekleşme ihtimali kuvvetle muhtemeldir :
Muhammed uzun bir süre Haniflerden din eğitimi alır ve var olan tek tanrılı dinlerin geçmişleri ile ilgili bilgileri öğrenir. Hanif adı verilenler büyük ihtimalle Hıristiyanlığa yakın bir tarikat şeklindedirler. Muhammed ile Ebubekir çok yakın arkadaştırlar ve gidişattan memnun değildirler. Muhammed eski hanif tarikatından ayrılarak Varaka nın da desteğiyle peygamberliğe soyunur ve yeni dinin ilk ayetlerini söylemeye başlar. Bu arada Ebubekir de her kabilenin önde gelen kimseleriyle temasa geçer ve onları yeni çekirdeğe kazandırır. Bu kişiler ileride kurulacak yeni devletin çekirdek kadrolarını teşkil ederler ve gerek Ali ile olan ortak yönetim tartışmalarında, gerek edindikleri servetle, gerek kendileriyle ilgili ayetler inmesiyle de farklılıkları ileride belirginleşir. Ve yaşamlarında cennetle müjdelenirler. Aslında yaptıkları işler ve çektikleri eziyet ilk Müslümanlardan olan Bilali Habeşiden fazla değildir. Ama bu müjde onların kurucu üye olduklarını belirlemek için yeterlidir. ilk 6 sene sayıları 70-80 kişiyi geçmez. Burada da Ömer’in devreye girdiğini görüyoruz. Ömer Mütabeyyinler harici bir isimdir ve soyu Kusay öncesi eski bir kabileye dayanmaktadır, ancak etkisi çoktur ve Müslüman olduğunu resmen ilk açıklayan kişidir. Bundan sonra da islam tarihi boyunca sık sık Muhammed’i yönlendirdiğine tanık oluruz.
6-Peygamberin otoritesinin kaynakları :
Peygamber bir devlet kurabilmek için siyasi güce ihtiyaç duyuyordu. Yaydığı din ile bu otoriteyi mutlak hale getirdi ve Allaha dayandırdı. islam dinine iman eden hiç kimse onu Allahın elçisi olarak tanıyacağından otoritesine karşı çıkması mümkün değildi.

Dini devletin temellerini mutlak otoriteye dayandırana kadar ise kabile ve soy yakınlığından kaynaklanan, önder olmaktan kaynaklanan, akrabalıktan ve yoldaşlıktan kaynaklanan otoritesini kullandı.

Siyasi olarak güçlendikçe otoritenin kaynakları askeri gücü oldu. Askeri gücü kullanmaktan hiç bir zaman çekinmedi. Ancak tüm bunların yeterli olamayacağı zaman insanlara ya cennet vaat etti, bu dünya için de ganimetler tesisi etti. Nitekim peygamberden sonra Osman zamanında fetihler sona erip de ganimet akışı durduğu zaman Kufe de mülk paylaşımı sonucunda isyanlar çıkmış ve bunun sonucunda Osman öldürülmüştür.

Her ne kadar kurucu ideolojiyi din ve kutsallık ekseni üzerine yerleştirmiş olsa da yaşayan bir kimsenin kutsal olduğu ya da ömrü içerisinde Allah’tan vahiy geldiğinin kabulü pek de kolay bir şey olmasa gerektir. Temelini attığı devlet ise o ölür ölmez iktidar paylaşımlarına sahne olmuş ve hükmü altına aldığı kabileler isyan etmişlerdir. Ebubekir’in iktidarı sırasında her yerde ortaya çıkan Ridde savaşları bunun bariz bir açıklamasıdır. Muhammed’in ve dininin kutsallığının yaygınlaşması ve onun isminin bir mucize ve uhreviyet perdesi ile örtülmesi onun ölümünü takip eden yüzyıl içerisinde kulaktan kulağa yaygınlaştırılarak, inanmaya eğilimli cahil halkta bir efsane perdesi altında şekillendirilmiştir.

Doğumu ve doğum tarihi ile ilgili bir kesinlik bile yoktur : “Fil yılında, Rebiülevvel ayının on ikisinde Pazartesi günü doğmuştur” diyenlerin yanında, “Fil olayının yirmi üçüncü yılının Ramazan ayının on ikisi olan Pazartesi günü doğmuştur” diyenler de olmuştur. Başka rivayetlerde ise “20 Nisan’da”, “Zülkarneyn takvimine göre 822 yılında” doğduğunu söyleyenler de vardır. Ayrıca “Resûlullah, Ukaz yılında yirmi yaşındaydı. Ficar savaşı da Fil olayından yirmi yıl sonra oldu. Kâbe binasının onarımı da Ukaz yılından on beş yıl sonra oldu. Bundan beş yıl sonra da Muhammed’e peygamberlik verildi” diyenler ya da, “Ukaz olayı, Fil olayından on beş yıl sonra olmuştur. Ondan on yıl sonra Kâbe binası yeniden yapıldı. Aradan on beş yıl geçtikten sonra da Muhammed’e peygamberlik verildi”; ya da “Fil olayı, Muhammed’in doğumundan on yıl önce olmuştur” veya “Hz.Peygamber Fil olayından otuz yıl sonra”, yahut “Resûlullah, Fil olayından on beş yıl önce doğmuştur” gibi değişik rivayetler de vardır. Bir başka rivayette ise, “Resûlullah Fil yılında doğdu. On beş yıl sonra Ukaz savaşı oldu. Fil olayının yirmi beşinci yılının başında Kâbe yeniden yapıldı. Kırkıncı yılın başında da Resûlullah’a peygamberlik geldi” denilmektedir. ibn Kesir, el Bidaye ve’n-Nihaye Büyük islâm Tarihi II, çeviren: Mehmet Keskin, istanbul 1994,

Doğumu hakkında net bir tarih bile olmayan peygamberin doğumundan itibaren mucizelerin olduğu ise bir kutsallık ve din yaratmak için gereken rivayetin oluşturulması için Sümer şehir devletlerinden beri süregelen bir yöntem olduğu son derece açık olması gerekir. Şimdi bu kutsallıkların bazılarına göz atalım :

Muhammed’in annesi Amine henüz hamileyken rüyasında, “Sen insanların en hayırlısına hamile oldun. Onu dünyaya getirdiğinde her hasedcinin şerrinden korunması için bir ve tek olana sığınırım de, adını Ahmed veya Muhammed koy” diyen bir sesle uyanmıştı. ibn Hişam, es-Sîre I, Yakubi’den gelen rivayetlerde de, peygamberin doğduğu gece bazı olağanüstü olaylar meydana gelmiş ve Kisra’nın sarayından on dört burç çatırdayarak yıkılmış, iranlıların bin yıldan beri yanan ateşleri sönmüş, Semave vadisi taşıp, sular altında kalmış ve Save gölü kurumuştur. Yakubi, Tarih II, 5-6

Yine Hz. Muhammed’in doğduğu gece putlar, yerlerinden sarsılıp yüz üstü yere düşmüşlerdir. Habeş kralı Necâşî, bazı olağanüstü durumlara tanık olmuş ve Hz.Muhammed’in doğumu ile birlikte bir nur ortaya çıkarak Şam saraylarını onlara göstermiştir. Hz.Muhammed’in kendisi ise başını göğe kaldırmış diz üstü çökmüş gibi bir durumda doğmuş ve üzerine kapatılan çömlek ikiye bölünmüştür. Ayrıca doğduğu evde bir nur görülmüş, göklerdeki yıldızlar o eve yaklaşmışlar ve buna benzer olağanüstü olaylar görülmüştür. ibn Kesir age

Başka bir rivayette ise, Hz. Muhammed doğduğu zaman beraberinde bir de nur çıkmış ve bu nur ona, doğu ile batı arasını baştanbaşa aydınlatıp göstermiştir. Başka bir rivayete göre de, Hz.Muhammed doğarken birlikte çıkan nur Şam saraylarını ve caddelerini aydınlatmış ve hatta Busra’daki develerin boyunları bile o aydınlıkta görülmüştür. Doğduğu evde ise her nereye bakılırsa orası nur olmuş ve yıldızlara bakanlar yıldızların üzerlerine düşeceklerini sanmışlardır. Bir başka rivayette ise, Hz. Muhammed doğarken beraberinde çıkan nurun aydınlığı ile Bizans sarayları görülmüştür. Hz. Muhammed beşikte iken parmağıyla aya işaret ederek anlaşılmaz şeyler söylemiş ve ay da onun gösterdiği yöne yönelmiş, ay ile konuşmuş, ay da onunla konuşmuş ve ağlamaması için onu avutmuştur. Arş’ın altında secde ederken onun sesini işitmiştir. ibn Kesir age

Mekke’ye yerleşip ticaret yapan Yahudi’nin biri, Hz. Muhammed’in doğduğu gece Kureyş toplumuna, “Ey Kureş bu gece bir çocuğunuz oldu mu?” diye sormuş, onların, “bilmiyoruz” demeleri üzerine “Eğer böyle bir doğum olmamışsa mesele yok. Bana bakın ve söyleyeceklerimi iyice kafanıza koyun. Bu gece doğan çocuk, bu son ümmetin peygamberi olacaktır. iki omuzu arasında, at yelesi gibi peş peşe tüyleri olan bir belirti vardır. iki gece süt emmeyecektir. Çünkü cinlerden bir ifrit, parmağını onun ağzına koyup süt emmesini engelleyecektir.” demiştir. Bundan sonra Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah’ın bir oğlu olduğunu ve adının da Muhammed konduğunu öğrenen bir kısım Kureyşli, durumu Yahudi’ye bildirmişlerdir. Sonra birlikte Amine’nin evine gitmişler, Yahudi çocuğu görünce bayılıp düşmüştür. Ayılınca, “Vallahi peygamberlik israil oğullarının elinden çıktı artık. Buna sevindiniz değil mi ey Kureşyliler? Allah’a andolsun ki, o size öyle bir zor verecek ve öyle bir güce erişecek ki, haberi, doğudan ve batıdan çıkacaktır.” demiştir. ibn Kesir age

Başka bir Yahudi ise Medine’de Yahudileri başına toplamış ve “Bu gece doğan Ahmed’in yıldızı doğdu.” demiştir. Age

Bazı kişilere göre de, Allah ilk olarak Hz. Muhammed’in nurunu ve ruhunu yaratmıştır. Hz.Muhammed’in nuru, Hz. Âdem’den itibaren de Şit, idris, ibrahim, ismail, Kusay yoluyla, Abdümenaf’a kadar nesilden nesile intikal etmiş, sonra Abdülmuttalib’e ve oğlu Abdullah’a ve ondan da Amine’ye geçmiştir. M. Zeki Karakaya, “Hz. Peygamber’in Hayatı”, Kutlu Doğum Haftası II, Ankara 1990, 53-54

Hz. Muhammed’in sünnetli doğduğuyla ilgili rivayetlerde de ihtilaflar vardır. Bazı rivayetlerde sünnetli doğduğu söylenmişken, bazılarında da dedesinin onu Perşembe günü sünnet ettirdiği, sünnetten sonra da bir davet verdiği ve çocuğun adını Muhammed koyduğu belirtilmiştir. Berzahullah Ahmed, es-Siretü’n- Nebeviyye, Riyad 1992, 107

Bu rivayetleri çoğaltmak da mümkündür, ancak bunların hiçbirinin gerçek olmadığını idrak edebilmek için o zamana ait tarihsel arkeolojik kayıtlara başvurmak son derece yeterli olabilir. Kaldı ki artık aklı başında hiçbir Müslüman bu söylenenleri doğru olarak kabul etmez. O halde neden bu rivayetlerin çıktığını sormak soruşturmak gerekir:

Doğum günü ve tarihiyle ilgili bir kesinliğin bile olmadığı bir insan hakkında bu derecede mucizeler atfetmenin tek nedeni yeni bir din oluşturmak için kutsallığa başvurmaktan başka bir şey olmadığı son derece aleni olması gerektir. Kırsal yaşam içinde yer alan insanlar eğitimsiz oldukları gibi rivayet ve hurafelere inanmaya da son derece açıktırlar. Kaldı ki 1400 sene evvelinin düşünsel yapısı mucize iddialarını sorgulayamayacak bir aşamada ve onları kabule meyillidir. Muhammed’in başlattığı tanrıdan vahiy alma serüveni ondan sonra gelenler tarafından daha da içinden çıkılmaz hale getirilerek böyle mucize bir önderin sözleri etrafında, tartışılması mümkün olmayan bir şeriat altında birleşilmesini sağlamıştır. Bir kere onun tanrının elçisi olduğu kabul edildiğinde onun bildirdiği sözlerin de dışına çıkılamayacağı son derece anlaşılabilir bir durumdur. Bu yöntem aslında yeni bir yöntem değildir. ilk erken devletleri incelediğimizde tamamının aynı süreçten geçtiğini görürüz. Akad kralı Sargon da, Babil kralı Hammurabi de aynı kutsallıklara başvurmuşlardı. Ancak onlar direkt olarak tanrının bir uzantısı olduklarını, akraba vs olduklarını, yetkiyi tanrıdan aldıklarını vaaz etmişlerdi. Aradan 2000 seneden fazla bir süre geçtikten sonra gelinen nokta artık tanrının uzantısı ya da akrabası olmak değil, elçisi olmaktır. Bu sözlerim yukarıda vermiş olduğum Weber alıntısı ile birlikte değerlendirildiğinde dinin ve ilahiyatın toplumların bir arada tutulmasında ne derecede etkin olduğu daha kolay anlaşılabilir.
kaynak: http://www.turandursun.co...ak-ortaya-cikan-islamiyet

ayrıca değinilmesi gereken bir konu da hz muhammed'in kur'an-ı kerim'e yorum katmasından bahsetmekte fayda var. bilindiği üzere islam son hak din ve tek geçerli din olarak geçmektedir. melekler tarafından korunduğu söylenmiş olup tamamen allah'ın kelamlarıyla yazıldığı söylenir. ilk olarak hud suresi 2. ayet'ten bahsedelim. kuran'da ne yazıyor bakalım;

"bu kitap allah'tan başkasına ibadet etmemeniz için indirildi. kuşkusuz, ben size o'ndan gelen bir uyarıcı ve müjdeciyim." (türkçe çevirilerde parantez içinde "de ki" yazılır ama kuran'ın arapçasında böyle bir şey yoktur, kasıt da yoktur.

kuran meali kitaplarında parantez içinde yazılan kelimeler, "bu sözcükler kuran'ın orijinalinde yok ama siz kuran'ı daha iyi anlayasınız diye bunu ekledik" anlamına gelmektedir. yukarıdaki mealde de ayetteki çarpıklık örtülmek istenerek orijinalde bulunmayan "de ki" sözcüğü parantez içinde eklenmiştir.

toplam yedi ayetten ibaret olan fatiha suresi' de aynı mahiyettedir:
1. rahmân ve rahîm olan allah'ın adıyla.
2. hamd (övme ve övülme), âlemlerin rabbi allah'a mahsustur.
3. o, rahmândır ve rahîmdir.
4. ceza gününün mâlikidir.
5. (rabbimiz!) ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız.
6. bize doğru yolu göster.
7. kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu; gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil!
gene pek açık görülmektedir ki ayetler allah'ın dilinden yazılmamıştır. allah, siz bana böyle dua edin de dememiştir. fatiha suresi'nde konuşan kişi belli ki bir insandır.
50-"o halde hemen allah'a kaçın; haberiniz olsun ki, ben size ondan gelen açık bir uyarıcıyım.
51-allah'la beraber başka bir tanrı uydurmayın; haberiniz olsun ki ben size ondan gelen açık bir uyarıcıyım.

pek açıktır ki bu kuran ayetlerinde konuşan allah değil muhammedin kendisidir. peki o dönemlerde bunları farkedenler yok muydu? neden muhammed'e inandılar? birincisi o dönemde okuma-yazma oranı o kadar düşüktü ki bu ayetleri inceleyeyebilecek insan sayısı çok azdı. ikincisi, bu ve benzeri çarpıklıkları farkedip dile getirilenler kafirlikle, münafıklıkla, zındıklıkla suçlanıp aşağılanıyordu. hatta muhammed'i sadece eleştirmekle kalan şair ka'b bin eşref gibiler bile bunu canları ile ödemiştir. dolayısıyla gerçeği söylemek çok tehlikeliydi.
kaynak: turandursun.com

peki tamam. peygamber kendi yorumunu katmış, insanlar o şekilde ezberlemiş ve öyle yazılmış diyelim.
bu mantıksal hatadan sonra da değinilmesi gereken diğer konu miras dağıtımındaki matematiksel hatadır.

kuran'daki matematik hatası, internette inananlarla inanmayanlar arasında belki de en yoğun tartışılan konulardan olsa gerek. bu durum, yani meselenin bu denli yoğun tartışılıyor olması, "demek ki iddia edildiği gibi kuran'da bir matematik hatası yok, aksi halde bu kadar tartışma olmazdı, ne de olsa matematik kuralları objektif ve kesindir" gibi bir algıya yol açabilir. oysa söz konusu hata, aslında tartışma götürmeyecek kadar açık-seçik ve ilgilenen herkesin kontrol edebileceği türden.

ama elbette ki, konu kuran olduğu için, inananların kabul etmesi pek kolay olmuyor, kırk türlü argüman ve itiraz geliştiriliyor kuran'daki hatayı kabullenmemek için. konuya girelim şimdi.

nisa suresinin 11., 12. (ve 176.) ayetleri, detaylı olarak miras paylaşımının nasıl olacağını düzenliyor. bu ayetlerin içerdiği apaçık matematik hatasını düzeltmek için, islam miras hukuku'nda -ayetlerdeki açık hükümden sapan- bir takım pratik yöntemler geliştirilmiş ve 1.400 yıldır hata yokmuş gibi davranılmış.

baştan belirteyim ki, aşağıdaki metinde kendi kafama göre ayetleri yorumlayarak ve kendi uydurduğum örnekler üzerine keyfî bir şekilde uygulayarak kasıtlı bir hata çıkartma girişimim yok. gerek örnekler, gerek ayetlerin yorumu ve örnekler üzerine uygulanışı bizzat islam miras hukuku'nun ("feraiz ilminin") öngördüğü şekilde ele alınmıştır.
başvurulan islami eserler:
• kaynaklarıyla islam fıkhı, celal yıldırım, uysal kitabevi, 3. cilt, vııı. bölüm: islam miras hukuku (feraiz) s. 284-296
• dört mezhebe göre islam fıkhı, camisab özbek, ravza yayınları, 4. cilt, 69. bölüm: feraiz.
• el-ihtiyar, el-mavsili, çeviren: mehmet keskin, ümit yayınları, feraiz bölümü, avl başlığı
• feteva-i hindiyye, akçağ yayınları, miras bölümü, başık "13-avliyye"
• fıkhu's-sünne - ayet ve hadislerle islam hukuku, seyyid sabık, pınar yayınları, 22. bölüm, miras ilmi, avl
• açıklamalı minhâc tercümesi (minhâcü't-talibin), imam nevevi, kahraman yayınları, feraiz bölümü
• ğayet’ül-ihtisar ve şerhi, kadı ebu şuca, ravza yayınları: 402-405.

nisa/11
allah, size, çocuklarınız(ın alacağı miras) hakkında, erkeğe iki dişinin payı kadarını emreder. (çocuklar) ikiden fazla kız iseler, (ölenin geriye) bıraktığının üçte ikisi onlarındır. eğer kız bir ise (mirasın) yarısı onundur. ölenin çocuğu varsa, geriye bıraktığı maldan, ana babasından her birinin altıda bir hissesi vardır. eğer çocuğu yok da (yalnız) ana babası ona varis oluyorsa, anasına üçte bir düşer. eğer kardeşleri varsa, anasının hissesi altıda birdir. (bu paylaştırma, ölenin) yapacağı vasiyetten ya da borcundan sonradır. babalarınız ve oğullarınızdan, hangisinin size daha faydalı olduğunu bilemezsiniz. bunlar, allah tarafından farz kılınmıştır. şüphesiz allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

nisa/12
eğer çocukları yoksa, karılarınızın geriye bıraktıklarının yarısı sizindir. eğer çocukları varsa, bıraktıklarının dörtte biri sizindir. (bu paylaştırma, ölen karılarınızın) yaptıkları vasiyetlerin yerine getirilmesi, yahut borçlarının ödenmesinden sonradır. eğer sizin çocuğunuz yoksa, bıraktığınızın dörtte biri onlarındır. eğer çocuğunuz varsa, bıraktığınızın sekizde biri onlarındır. (yine bu paylaştırma) yaptığınız vasiyetin yerine getirilmesinden, yahut borçlarınızın ödenmesinden sonradır. eğer kendisine varis olunan bir erkek veya bir kadının evladı ve babası olmaz ve bir erkek veya bir kız kardeşi bulunursa, ona altıda bir düşer. eğer (kardeşler) birden fazla olurlarsa, üçte birde ortaktırlar. (bu paylaştırma varislere) zarar vermeksizin yapılan vasiyetin yerine getirilmesinden, yahut borcun ödenmesinden sonra yapılır. (bütün bunlar) allah’ın emridir. allah, hakkıyla bilendir, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir.)

aslında bu ayetlerde göze çarpması gereken ilk tuhaflık birazdan uzunca ele alınacak olan kuran'daki matematik hatasından neredeyse daha da ilginç: allah neden kıyamete kadar bütün zaman ve mekânlar için detaylı bir şekilde mirasın tam olarak nasıl bölüştürüleceğini emretsin?

kuran çok daha önemli konularda, örneğin devlet başkanının nasıl tayin edileceği, "şûra"da yer alacak kişilerin nasıl, kim tarafından belirleneceği, ibadetlerin tam olarak nasıl icra edilmesi gerektiği gibi konularda hemen hemen hiçbir somut düzenleme bulundurmaz. hukuk sistemi için mirastan çok daha mühim denilebilecek alanlarda bu kadar detaylı ayetler yok. hatta birçok alim bu durumu "islam hukukunun esnekliği ve evrensel olmasının bir gereği" olarak yorumlar ve allah'ın kullarına değişen şartlara göre (islam'ın özüne sadık kalarak) somut kuralları değiştirmelerine izin vermekle ne kadar da rahmetli davrandığını söyler.

hâl böyle iken, neden miras gibi nisbeten daha önemsiz, üstelik çok daha değişken olması gereken bir konuda bu kadar detaylı hükümler gelmiş? neden müslüman toplumlara kıyamete kadar, ekonomik, sosyal, kültürel, demografik şartlar ne olursa olsun, miras paylaşımını tam olarak bu şekilde yapmak emredilmiş? ve neden bu paylaşım her zaman ve her yerde en âdil, hatta tek âdil seçenek olsun?

yukarda okuyabildiğimiz nisa suresi'nin 11. ve 12. ayetleri daha sonra gelen 176. ayetle birlikte miras paylaşımını düzenler. metni kısa tutmak için 176. ayeti yukarda alıntılamadım. çünkü açıklamaları sadece nisa 11 ve 12'yi ilgilendiren örneklerle kısıtlı tutacağım ve aşağıda sadece bir yerde 176. ayetin de kapsamına giren bir ek örnek vereceğim.

her üç ayet de birden çok cümle içerir ve her bir cümle "eğer şöyle ise, şu varise (mirasçıya) şu kadar verilir" şeklinde düzenlemeler getirir.

meselâ bir ayetin bir cümlesinde "ölenin eğer çocuğu yoksa annesine şu kadar" diye geçer, diğer ayetin başka bir cümlesinde "ölenin eğer çocuğu yoksa kocasına şu kadar" diye geçer. pratikte eğer ölen bir kadının çocuğu yok, fakat annesi ve kocası var ise, bu somut durum için her iki cümle de aynı derecede ve doğrudan geçerli olur. yani "eğer çocuk yoksa anneye şu kadar" cümlesi bir tek ölenin sadece annesinin olduğu, başka kimsesinin (örneğin eşinin) olmadığı durumu düzenlemekle kalmıyor. zaten bu mantıksız olurdu, cümle sadece ve sadece bu durumu (ölenin varis olarak yalnızca annesinin kaldığı durumu) düzenlemiş olsaydı, neden anneye sadece üçte bir versin? "eğer çocuk yoksa anneye şu kadar" cümlesi, ölenin çocuğunun olmadığı, fakat annesinin olduğu her durum için doğrudan geçerli (ölenin eşi olsa da, olmasa da).
başka bir deyişle, pratikte çıkabilecek olan durumlar (varis tabloları) tek tek bir bütün olarak tek bir ayet veya tek bir cümle bütünlüğü içerisinde ele alınmamış. dolayısıyla ayetleri herhangi bir somut durum (varis tablosu) üzerinde uygulamak istediğimizde, üç ayeti de cümle cümle okuyacağız ve işlemekte olduğumuz somut durum (varis tablosu) için geçerli olan cümleleri tespit edeceğiz.

örnek:
ilkin örnek olarak sorunsuz bir olaya bakalım.
çocukları ve babası olmayan bir kadın (borç ve vasiyet bırakmadan) ölür. geriye sadece annesi, kocası ve üç (aynı anadan, farklı babalardan) erkek kardeşi kalır.
ölen kadının malı, varisler (mirasçılar) arasında nasıl bölüştürülecek?
yukardaki ayetleri okuyoruz ve bu somut durum için geçerli olan cümleleri tespit ediyoruz.
nisa/11'den: "eğer kardeşleri varsa, anasının hissesi altıda birdir."
nisa/12'den: (koca için) "eğer çocukları yoksa, karılarınızın geriye bıraktıklarının yarısı sizindir."
nista/12'den: "eğer (kardeşler) birden fazla olurlarsa, üçte birde ortaktırlar."
demek ki:
anneye: 1/6
kocaya: 1/2 = 3/6
3 kardeşe (toplam): 1/3 = 2/6
görüldüğü gibi bu somut durumda toplam 6/6 = 1 çıkıyor. yani pay ile payda eşit. ve miras aynen ayette yazılı olan oranlarıyla paylaştırılabiliyor.
(not: tefsirlerin çoğunluğuna göre, nisa/12'de adı geçen "kardeşler" sadece anne tarafından olan kardeşleri kapsamakta, aynı anne ve aynı babadan olan kardeşlerin durumu ise 176. ayette düzenlenmekte. örn. bkz. ve bkz. ayetin lafzında böyle bir anlam yok. ama müfessirler böyle bir ayrıma gitmiş. burada ele alınan mesele için bir önemi de yok. yukarda sadece sorunsuz bir duruma örnek getiriliyor. eğer tefsirlerin bu yorumunu benimsiyorsanız, yukardaki örnek durumda kardeşler aynı anneden, farklı babalardan olsun. eğer bu yorumu kabul etmiyorsanız tam öz kardeşler olsun.)

yukardaki örnek durumda ayette belirtilen oranlar tam yetiyor, ne eksik kalıyor ne de fazla. fakat elbette ki, birçok durumda ayetteki oranları dağıttığımızda mal fazla gelecek, yani artakalacaktır.
örneğin çocuğu, kardeşi, anne-babası olmayan bir kadın (borç ve vasiyet bırakmadan) ölür ve gerisinde bir tek kocasını bırakırsa
nisa/12'deki "eğer çocukları yoksa, karılarınızın geriye bıraktıklarının yarısı sizindir."
cümlesi gereği kocaya malın yarısı verilir. diğer yarısı artar.
veya çocuğu, babası ve kardeşi olmayan, fakat kocası ve annesi olan bir kadın öldüğünde:
nisa/11'deki: "eğer çocuğu yok da (yalnız) ana babası ona varis oluyorsa, anasına üçte bir düşer."
nisa/12deki: (koca için) "eğer çocukları yoksa, karılarınızın geriye bıraktıklarının yarısı sizindir."
cümleleri uyarınca mal şu şekilde paylaştırılır:
anneye: 1/3 = 2/6
kocaya: 1/2 = 3/6
toplam: 5/6
ve geriye malın 1/6'sı artakalmış, yani fazla gelmiş olur.
ama bu gibi durumlarda herhangi bir sorun yok, çünkü ayetlerde yazan hisseler sahiplerine verilebilmiştir.
sorun sadece, fazla gelen malın kime ve nasıl verileceği. bu soruya (islam miras hukukundan bağımsız olarak) kendimizce alternatif çözümler üretmeye çalışsak, meselâ aklımıza şu seçenekler gelebilir:
(1) kimseye verilmeyip devlet hazinesine geçmesi,
(2) ayetlerde geçmeyen yakınlara dağıtılması (dede, nine, hala, teyze, amca, dayı vs.),
(3) ayetlerde geçen, hissesini almış varislere oranları nispetince (bir nevi bonus olarak) bölüştürülmesi
vs.
islam miras hukukunda (feraiz'de), duruma göre bütün bu seçenekler işleyebilmektedir. miras konusuyla ilgili söylenmiş çok sayıda peygamber hadisine ve sahabe içtihatlarına dayanarak zaman içerisinde oldukça teferruatlı bir sistem geliştirilmiş. örneğin belli şartlar yerine gelmişse, yukardaki 2. seçenek işliyor, yani artan mal (oranları hadis ve içtihatlarla belirlenen) diğer yakınlara dağıtılıyor. diğer bazı durumlarda 3. seçenek işliyor, yani artan mal, ayetlerdeki hisselerini alanlar arasında (oranları nisbetince) tekrar bölüştürülüyor.
bu üçüncü seçeneğe feraiz terminolojisinde reddiye ismi verilmiş. artan mal, hisselerini alan varisler arasında tekrar bölüştürüldüğünden, varisler ayette yazan oranlardan daha fazla almış oluyor. ama burda ilkesel bir sorun yok, çünkü neticede kuran'da belirlenmiş olan oranlar sahiplerine verilebilmiş.
gerçi sahabenin büyüklerinden zeyd bin sabit reddiye yöntemine karşı çıkmış ve bu durumlarda kalan malın devlet hazinesine (beytü'l male'e) bırakılması gerektiğini savunmuş.
• bkz. celal yıldırım, kaynaklarıyla islam fıkhı, uysal kitabevi, 3. cilt, vııı. bölüm: islam miras hukuku (feraiz), s. 236
ama bu tartışmanın, hemen aşağıda işlenilecek olan matematik hatasıyla bir ilgisi yok. çünkü malın fazla geldiği durumlarda, artakalan kısmı reddiye yöntemiyle hisselerini alan varislere (bonus olarak) bölüştürsek de, ayette geçmeyen yakınlar arasında paylaştırsak da, devlet hazinesine geçirsek de, fakir fukaraya dağıtsak da, her halükârda ayette yazan oranlar sahiplerine verilebilmiştir.

pay'ın payda'dan büyük çıkması
fakat bazı durumlar da var ki, ayetlerdeki oranları dağıtmaya çalıştığımızda, mal yetmiyor, pay paydadan büyük çıkıyor. ayetlerin hazırlanmasında belli ki bu durumlar düşünülememiş ve böylece çok bariz bir hata yapılmış. meselâ birisi bize "şu pastanın yarısını fatma'ya, yarısını ayşe'ye, üçte birini de hatice'ye ver" dese, muhtemelen bu kişinin ya şaka yaptığını sanarız, ya da zekâsından şüpheleniriz.
işte ayetleri uygulamaya çalıştığımızda tam olarak bu absürt sonucun çıktığı birden çok durum (varis tablosu) var. bu durumlar, fıkıh kitaplarının "feraiz" (miras hukuku) bölümünde işlenmekte. burada sadece iki tanesini örnek olarak ele almakla yetinebiliriz.
örnek 1: kardeşleri olmayan bir adam (borç ve vasiyet bırakmadan) ölür. geriye üç kız çocuğu, annesi, babası ve karısı kalır.
bu durum için geçerli olan cümleleri okuyalım:
nisa/11'den: "(çocuklar) ikiden fazla kız iseler, (ölenin geriye) bıraktığının üçte ikisi onlarındır."
nisa/11'den: "ölenin çocuğu varsa, geriye bıraktığı maldan, ana babasından her birinin altıda bir hissesi vardır."
nisa/12'den: (karı için) "eğer çocuğunuz varsa, bıraktığınızın sekizde biri onlarındır."
üç kız çocuğuna (toplam): 2/3 = 16/24
anneye: 1/6 = 4/24
babaya: 1/6 = 4/24
karısına: 1/8 = 3/24
toplam: 27/24 !
böyle bir paylaşımı yapmak ise matematiksel olarak imkânsız. çünkü pay, payda'dan büyük çıkıyor. yani mal yetmiyor.
ne yaparsak yapalım, malı bu şekilde bölüştüremiyoruz. ya ayette geçen oranları kendimizce azaltacağız, ya da ayette hak sahibi olan bazı varislere hiçbir şey vermeyeceğiz. ama her halükârda, ayette yazan oranları bütün hak sahiplerine vermek mümkün değil!
bu örnek durumda ayetlerin kasıtlı veya kasıtsız yanlış uygulanması söz konusu değil. hem ayetlerin lafzından da açıkça bu sonuç çıkıyor. hem de zaten bizzat islam fıkıhı eserlerinde bu durum aynen bu şekilde ele alınmakta:
bkz örneğin:
• celal yıldırım, kaynaklarıyla islam fıkhı, uysal kitabevi, 3. cilt, vııı. bölüm: islam miras hukuku (feraiz) s. 288
• camisab özbek, dört mezhebe göre islam fıkhı, ravza yayınları, 4. cilt, 69. bölüm: feraiz, el-minberiyye meselesi
• imam nevevi, açıklamalı minhâc tercümesi (minhâcü't-talibin), kahraman yayınları, feraiz bölümü, "b. meselelerin halleri ve avil (yükselme)
• seyyid sabık, fıkhu's-sünne - ayet ve hadislerle islam hukuku, pınar yayınları, 22. bölüm, miras ilmi, avl
• kadı ebu şuca, ğayet’ül-ihtisar ve şerhi, ravza yayınları, 402-405.
not: yukardaki eserlerin bazılarında bu örnek 3 kız çocuk olarak değil, 2 kız çocuk olarak ele alınmış. nisa/11'de kız çocuk tek ise ve ikiden fazla ise ne olacağı belirtiliyor, fakat tam iki ise ne olacağı hakkında lafzen açık hüküm yok. alimlerin büyük çoğunluğu, kız çocuğunun iki olmasını, ikiden fazla olmasıyla eşit olarak değerlendirmekte (yani kız iki olursa da, nisa/11 gereği toplam üçte iki vermekte). buradaki örnekte özellikle 3 kız çocuğu seçildi ki, hiçbir tartışma olmasın. ayetin açık hükmüne göre 3 kız çocuğuna her halükârda toplam üçte iki verilmesi gerekiyor.
örnek 2: çocuğu ve babası olmayan bir kadın ölür ve geriye annesini, kocasını ve bir öz kız kardeşini bırakır.
nisa/11'den: "eğer çocuğu yok da (yalnız) ana babası ona varis oluyorsa, anasına üçte bir düşer."
nisa/12'den: (koca için) "eğer çocukları yoksa, karılarınızın geriye bıraktıklarının yarısı sizindir."
nisa/176'dan: "çocuğu olmayan bir kişi ölür de kız kardeşi bulunursa, bıraktığı malın yarısı onundur."
anneye: 1/3=2/6
kocaya: 1/2=3/6
öz kız kardeşe: 1/2=3/6
toplam: 8/6 !
bu durum da fıkıh kitaplarında aynen bu şekilde hesaplanır. hatta bu örneğin halife ömer döneminde gündeme gelen ve tarihde ilk defa "avliye" metodunun uygulandığı durum olduğu rivayet edilir. bu durumun islam hukukçularınca aynen bu şekilde ele alındığına dair:
bkz.
• celal yıldırım, kaynaklarıyla islam fıkhı, uysal kitabevi, 3. cilt, vııı. bölüm: islam miras hukuku (feraiz) s. 287
• el-mavsili, el-ihtiyar, çeviren: mehmet keskin, ümit yayınları, feraiz bölümü, avl başlığı
• kadı ebu şuca, ğayet’ül-ihtisar ve şerhi, ravza yayınları, 402-405.

ehli sünnetin (halife ömer'in) "çözümü":
avliye yöntemi
ayetlerdeki hesap hatasını gün yüzüne çıkartan ilk fiilî durum ikinci halife ömer'in hilafeti döneminde vukû bulmuş. ölen bir müslümanın malının varislere devlet eliyle bölüştürülmesi gerekmiş. fakat ayetlerdeki belirlenen oranları vermeye çalışınca, (yukardaki örnekte olduğu gibi) pay payda'dan büyük çıktığından bu mümkün olmamış. ömer de durumu bir takım önde gelen sahabeyle istişare ettikten sonra şöyle bir "çözüm" yoluna gitmiş: oranlardaki payda'yı yükselterek pay'a eşitlemiş, yani hak sahibi mirasçılara ayetteki açık hükme göre verilmesi gereken oranları malın yeteceği şekilde eksiltmiş. sahabelerden ibn abbas ise bu uygulamaya itiraz edenlerden olmuş.
bkz.
• el-mavsili, el-ihtiyar, çeviren: mehmet keskin, ümit yayınları, feraiz bölümü, avl başlığı
• camisab özbek, dört mezhebe göre islam fıkhı, ravza yayınları, 4. cilt, 69. bölüm: feraiz.
ilk olarak halife ömer'in uyguladığı ve hanefi, şafii, maliki ve hanbeli mezbelerince (yani ehl-i sünnet'in dört mezhebince de) kabul gören bu yöntemi yukardaki örneklere uygulayalım.
örnek 1: durum şöyleydi:
üç kız çocuğuna (toplam): 2/3 = 16/24
anneye: 1/6 = 4/24
babaya: 1/6 = 4/24
karısına: 1/8 = 3/24
toplam: 27/24
ehl-i sünnet'in yöntemine göre bu durumda eksik kalan payda, çoğaltılarak pay'a eşitleniliyor (bu yüzden bu işleme "avliye" denmiş. "avl", yükseltme, çoğaltma anlamına geliyor.) yani 24 sayısı, 27'ye dönüştürülüyor ve taksim 27 payda'sı üzerinden yapılıyor:
üç kız çocuğuna (toplam): 2/3 = 16/24 => 16/27
anneye: 1/6 = 4/24 => 4/27
babaya: 1/6 = 4/24 => 4/27
karısına: 1/8 = 3/24 => 3/27
toplam: 27/24 => 27/27
böylece ayetteki açık hükme göre verilmesi gereken oranlar bütün mirasçılar için düşürülmüş oluyor. yani yukardaki durumda meselâ anne 1/6 = 4/24 alması gerekirken, sadece 4/27 alıyor.
örnek 2:
anneye: 1/3=2/6 => 2/8
kocaya: 1/2=3/6 => 3/8
öz kız kardeşe: 1/2=3/6 => 3/8
toplam: 8/6 => 8/8
burda da aynen birinci örnekte olduğu gibi eksik kalan payda 6 yükseltilerek pay'a tamamlanmış ve bütün mirasçıların oranı düşürülmüş oldu. örneğin anneye ayette üçte bir yazmasına rağmen, sekizde iki, yani dörtte bir kaldı.

öncelik sırası yöntemi
halife ömer'in bu uygulamasına karşı çıkan ibn abbas'ın yöntemine göre ise, pay'ın payda'dan büyük çıktığı bu durumlarda söz konusu mirasçılar arasında bir "öncelik sırası" belirleniliyor ve eksiklik sadece bu sıralamada sona kalanlara yansıtılıyor. şia mezhebinin alimleri de bu yöntemi esas almakta. şia, kendi mezhebince bir takım ayet ve hadislere dayanarak bir öncelik sırası oluşturmuş: örneğin mal yetmese de, eşlerin oranlarının düşürülemeyeceğini (yani karı-kocanın öncelikli olduğunu) söylemekteler. bununla birlikte şii alimlerinin anne-baba oranlarında bir eksiltme olamayacağı veya eksikliğin sadece kız çocuklara yansıtılması gerektiğine dair çoğunluk görüşleri olduğu söylenmekte. ama görüldüğü kadarıyla şia'nın da görüş birliğiyle baştan sona üzerinde anlaşabildiği herhangi bir öncelik sırası listesi yok ve farklı "içtihadlar" söz konusu.
sonuç olarak şia'nın önerdiği yöntemle de ayetlerde apaçık belirtilmiş olan oran(lar) eksiltilmek zorunda. tek fark eksikliğin bütün mirasçılara değil, sadece bazılarına yansıtılması. ama bu durumda da eksiklik kime yansıtılıyorsa, o mirasçı kuran'da belirtilmiş olan oranı alamamış oluyor. çünkü ayetlerde geçen oranları dağıtmak zaten imkânsız. her halükârda birilerine ayette yazandan daha az verilmesi kaçınılmaz.

kuran'daki matematik hatasının bu kadar açık seçik olmasına rağmen, inananlar bunu bile kabul etmemeyi başarabiliyorlar! hele islam hukukçuları bu sorunu dillendirenleri sürekli feraiz ilmini (islam miras hukukunu) bilmemekle, anlamamakla suçlarlar. oysa ortada anlaşılması çok zor, çok derin bir mesele yok. mesele yukarda anlatılandan ibaret: kuran'daki hükümlere göre bazı durumlarda hesap tutmuyor! bu engeli aşmak için uygulamada yukarda sayılan yöntemler bulunmuş, hatadan kaynaklı imkânsızlık pratikte aşılmış. ama pratikte bunun aşılmış olması ve 1.400 yıldır fıkıh kitaplarında ve şerî uygulamalarda, yukarda tanıtılan yöntemlerin oturmuş müesseseler hâline gelmiş olması, hatanın hiç olmadığı anlamına gelmez.
ehli sünnetin "avliye" metodu da, şia'nın öncelik sırası metodu da, aslında kuran'daki hatayı düzeltmek'ten başka birşey değil!
bu "düzeltme" yöntemleriyle bariz bir şekilde, kuran'daki açık hükümden sapılıyor. hükümden sapılıyor, çünkü hükmün kendisini uygulamak matematiksel olarak imkânsız.
bir ilk okul öğrencisi sınavda "2 + 2 = 3" yazarsa, öğretmen 3'ün üstünü çizer, 4 yazar ve öğrenciye düşük not verir. biz bu durumda, "öğretmen talebenin hatasını düzeltti" deriz, "avliye usûlü ile 2+2=3'deki gizli hakikati buldu" demeyiz!
mesele bu kadar basit! ayetteki oranların üstü çiziliyor ve yerine uygulanabilir oranlar konuluyor.

müslümanların savunma taktikleri neler peki?
miras hesap hatası
kuran'daki matematik hatası bu kadar açık-seçik olduğu hâlde, müslümanlar binbir türlü zorlama "izah"larla bu bariz hatayı kabullenmemenin yollarını arıyorlar. dinin gereği olan "kayıtsız şartsız teslimiyet" insanları işte böyle durumlara düşürebiliyor.

(a) meseleyi topyekûn inkâr etmek
kuran'daki hükümlere göre bazı durumlarda pay'ın payda'dan büyük çıktığı hem aşikâr, hem de zaten islam alimleri tarafından inkâr edilen bir durum değil. buna rağmen internette birçok islamî site veya forumda, islam fıkıhı hakkında pek bilgisi olmayan bazı müslüman gençler "dinsizlerin saldırılarına" karşı cevap vermek adına, bu gerçeği topyekûn reddetmekte ve ayetlere göre her durumda pay ile paydaların eşit çıktığını iddia etmekteler. bunu yapabilmek için genelde ayetlerin verilen örnekler üzerinde yanlış uygulandığını açıklamaya çalışıyor ve kendilerince bir takım meal ve yorumlar getiriyorlar. ekseriyetle nisa/11'de geçen "ölenin çocuğu varsa, geriye bıraktığı maldan, ana babasından her birinin altıda bir hissesi vardır." cümlesinin yanlış anlaşıldığını, burada kastedilenin "sadece tek bir çocuğu varsa" olduğunu ileri sürüyorlar. bu yorum, hem ayetin lafzıyla uyuşmuyor, hem de tefsir ve fıkıh kitapları tarafından yalanlanmakta.
fakat yine de, bu eleştiriyi daha en baştan bertaraf etmek için yukardaki örnek 1'e bir de örnek 2 olarak çocuksuz bir durum eklendi zaten. ayrıca her iki örneğin de alimlerce de buradaki gibi ele alındığına dair fıkıh kitaplarından kaynak gösterildi. zaten "avliye gerektiren", yani pay'ın payda'dan büyük çıktığı durumlar bunlardan ibaret de değil. herhangi bir fıkıh eserine başvurarak daha birçok benzer durum okunabilir.

(b) "avl gerektiren varis tabloları (durumlar) tek bir cümle/ayet bütünlüğü içinde geçmiyor, dolayısıyla zaten kuran'da doğrudan düzenlenmiyor" iddiası
meseleyi topyekûn inkâr etmenin başka bir şekli olan bu iddianın yanlış olduğunu görmek için ayetleri okumak yeterli. ama bu iddiyı da internet ortamında savunanlar olduğu için yine de ayrıntılı bir cevap vermek yerinde olabilir. yukarda 4. ayetlerdeki düzenleme tekniği başlığında da açıklandığı gibi:
her üç miras ayeti de birden çok cümle içerir ve her bir cümle "eğer şöyle ise, şu varise (mirasçıya) şu kadar verilir" şeklinde düzenlemeler getirir.
meselâ bir ayetin bir cümlesinde "eğer çocuk yoksa anneye şu kadar" diye geçer, diğer ayetin başka bir cümlesinde "eğer çocuk yoksa kocaya şu kadar" diye geçer. pratikte eğer ölen bir kadının çocuğu yok, fakat annesi ve kocası var ise, bu somut durum için her iki cümle de aynı derecede ve doğrudan geçerli olur. yani "eğer çocuk yoksa anneye şu kadar" cümlesi bir tek ölenin sadece annesinin olduğu, başka kimsesinin (örneğin eşinin) olmadığı durumu düzenlemekle kalmıyor. zaten bu mantıksız olurdu, cümle sadece ve sadece bu durumu (ölenin varis olarak yalnızca annesinin kaldığı durumu) düzenlemiş olsaydı, neden anneye sadece üçte bir versin? "eğer çocuk yoksa anneye şu kadar" cümlesi, ölenin çocuğunun olmadığı, fakat annesinin olduğu her durum için doğrudan geçerli (ölenin eşi olsa da olmasa da vs.).
başka bir deyişle, pratikte çıkabilecek olan durumlar (varis tabloları) tek tek bir bütün olarak tek bir ayet veya tek bir cümle bütünlüğü içerisinde ele alınmamış. "avl gerektiren durumlar, kuran'da zaten doğrudan düzenlenmiyor" diyen kişi, aynı zamanda "avl gerektirmeyen normal, sorunsuz durumlar da kuran'da doğrudan düzenlenmemiş", hatta "bu ayetlerle herhangi birşey düzenlenmemiş" demek zorunda kalır.
ayrıca nisa/11 ve 12'nin "nüzûl sebebi"ne bakarak da bu iddianın yanlış olduğu kolayca anlaşılabilir. tefsirlerin rivayetine göre, her iki ayet de şu somut durum vesilesiyle "nazil olmuş". şehit düşen bir sahabe (hangi sahabe olduğu hakkında rivayetler farklı, sâd b. rabi, abdurrahman ibn sabit gibi isimler rivayet edilmiştir) arkasında kız çocuklarını ve karısını bırakır. fakat sahabenin erkek aile fertleri tüm mirasa el koymak ister. bunun üzerine bu iki ayet "gelir" ve ölen sahabenin nisa/11'le kızlarının, nisa/12'yle de eşinin oranları tayin edilir.
bkz:
• bedrettin çetiner, esbab- ı nüzül - kur'an ayetlerinin iniş sebepleri, çağrı yayınları, nisa/11
• elmalılı m. hamdi yazır, hak dini kur'an dili, nisa/11
• imam kurtubi, el-camiu li-ahkami’l-kur’an, buruç yayınları, 4/610, nisa/11
• fahruddin er-râzi, tefsir-i kebir mefâtihu’l-gayb, akçağ yayınları, 7/378, nisa/11
• muhammed ali es-sabuni, safvetü’t-tefasir, ensar neşriyatı, 1/496-497ı, nisa/11
• vehbe zuhayli, et-tefsirü’l-münir, risale yayınları, 2/512-513, nisa/11
• prof. dr. muhammed mahmud hicazi, furkan tefsiri, ilim yayınları, 1/403-404
yani her iki ayet de bu somut durum vesilesiyle, bu somut durumu da düzenlemek için gelmesine rağmen, tek bir cümle veya ayet bütünlüğü içerisinde düzenlemez, bir ayetinde kızların, diğer ayetinde eşin payını belirler. demek ki, "pay'ın payda'dan büyük çıktığı durumlar (varis tabloları) kuran'da zaten doğrudan düzenlenmiyor, çünkü bu durumlar tek bir cümle veya ayet bütünlüğü içerisinde ele alınmamış" demek, ayetlerin düzenleme tekniğini anlamamış olmaktan (veya sırf kurandaki matematik hatasını kabullenmemek için zorlama da bir takım tutarsız iddialara sığınma ihtiyacından) kaynaklanıyor. zaten nisa 11 çocukların, anne ve babanın, nisa 12 ise eşlerin ve (aynı anneden olan) kardeşlerin paylarını belirliyor. üstelik nisa 12'de eşlere verilecek pay "çocuk varsa şu kadar" - "çocuk yoksa bu kadar" gibi şartlara ayrılmış. dolayısıyla örneğin ölenin eşinin ve çocuklarının bulunduğu bir durumda, nisa 11'deki çocukların durumuna isabet eden cümle ile, nisa 12'deki eşin durumuna isabet eden cümle, bu somut durum için doğrudan geçerli olur. yani bu somut durum (varis tablosu) kuran'da doğrudan düzenlenmiş olur.
zaten halife ömer de, ilk sorunlu durum kendi hilafeti döneminde vukû bulduğunda "bu durum kuran'da düzenlenmemiş, ne yapsak acaba?" değil, "kuran'daki, bu durum için geçerli olan oranları bölüştürmeye kalktığımızda mal yetmiyor, ne yapsak acaba?" diye diğer sahabelerle istişare ediyor ve neticede avliye yöntemini uyguluyor.
ayrıca kuran’daki ayetlerde bütün olası durumların düzenlenmemiş olmasının konuyla ilgisi de yok. zaten hesap sorunu, ayetlerin düzenlemediği değil, düzenlemiş olduğu bazı durumlarda ortaya çıkıyor.
(c) "avliye yöntemiyle varislere verilen payların arasındaki orantılar aynı kalıyor" savunması
avliye yöntemini savunmak için en çok öne sürülen argümanlardan biri, varislere düşen payların arasındaki orantıların aynı kaldığı gerçeğidir. bu argüman tek başına ele alındığında doğru, fakat meselenin özüyle alâkasız.
yukardaki örnek 2'ye getirilen sünni "çözüm"e tekrar bakalım:
kuran'a göre: anne 2/6 koca 3/6 kız kardeş 3/6
avliye yöntemine göre: anne 2/8 koca 3/8 kız kardeş 3/8
her iki durumda da ölenin kocasıyla kız kardeşi eşit paylar aldı ve ölenin annesi bu payın üçte ikisini aldı.
çünkü 2/6 hissesi 3/6 hissesinin üçte ikisi ediyor. aynı şekilde 2/8 hissesi de 3/8 hissesinin üçte ikisini teşkil ediyor.
yani avliye yöntemiyle, ayetlerde belirtilen hisselerin arasındaki orantılar aynı kalmış oldu.
fakat konu bu değil ki!
ayette varislerin arasındaki orantılardan bahsedilmiyor. açık bir şekilde toplam varlığın kaçta kaçı verileceği emrediliyor.
kuran'da anneye malın üçte biri (1/3 = 2/6), koca ve kız kardeşe de (her birine) malın yarısı (1/2= 3/6) verilir deniliyor. fakat alimler, bunun üstünü çiziyor ve anneye 2/8, koca ve kız kardeşe de (her birine) 3/8 veriyor. çünkü kuran'daki hükmü uygulamak mümkün değil, matematiksel olarak imkânsız! bu yüzden kuran'daki hükmün üstü çiziliyor ve ona "en yakın" uygulanabilir bir hüküm getiriliyor.

(d) "ayetlerdeki oranlar sadece birer sınırdır" iddiası
kimileri ise nisa/13'ü de delil göstererek ayetlerdeki oranların sadece birer "sınır" olduğunu, yani mutlak olarak alınmaması gerektiğini, dolayısıyla avliye gibi metotlarla gerçekleşen sapmaların sorun olmadığını savunmakta. ayetleri ön-yargısız bir şekilde okuduğumuzda, oranları sadece birer "sınır" olarak yorumlamak için hiç bir dayanak göremiyoruz.
nisa/13'de geçen "hudud" (sınırlar) kelimesini niceliksel/sayısal birer sınır olarak anlamak ise hiç mümkün gözükmüyor. burada kastedilenin sayısal sınırlar değil, "allah'ın koyduğu ve aynen riayet edilmesi gereken yasalar/hükümler" olduğu ayetin bağlamından da açıkça anlaşılabilir.
yine de isteyen birkaç tefsire bakarak da bu noktada emin olabilir.
örneğin:
fahruddin er-razi
allah'ın sınırlan'ndan murad, allah'ın zikredip açıkladığı ölçü ve miktarlardır. birşeyin hududu (sınırı), kendisi ile başka şeylerden ayrıldığı taraftır.
hudûdu'd-dâr (evin sınırları) ifâdesi de bu manadadır. birşeyin hakikatine delâlet eden söz de, "o şeyin haddi (sınırı)" diye adlandırılır. çünkü o söz, ifâde ettiği hükmün içine başkasının girmesine mâni olur. "başkası" ise, o sözün dışında kalan herşeydir.
fahruddin er-razi, tefsiri-i kebir, mefatihu’l-gayb, akçağ yayınları, 7/414-415, nisa/13
izzet derveze
son iki ayette allah'ın koyduğu kanunları tenfiz etme noktasında, koyduğu şer'i yasaların haddini aşmama, onlarla asla oynamamayı tenbih hususunda pekiştirmedir. bu sebeple kim allah'a ve rasulü'ne itaat ederse kurtulacak, cennetine kavuşacak, kim de allah'a ve rasulü'ne isyan ederse, allah onu cehenneme koyacaktır; o ne elim ve alçal-tıcı bir azaptır.
izzet derveze, et-tefsiru’l-hadis, ekin yayınları: 6 cilt, nisa/13
ayrıca nisa/13'ü hemen ardındaki nisa/14'le birlikte okuduğumuzda, buradaki "sınır"ın miras paylarına ilişkin niceliksel bir sınır olmadığını, aksine nisa suresinin başından beri anlatılanların (evlilik, yetim hakkına riayet, miras vs.) hepsinin kastedildiğini ve bunlara mutlaka aynen riayet edilmesi gerektiğinin vurgulandığını anlıyoruz. bkz. elmalılı hamdi yazır, hak dini kur'an dili, nisa/13-15
ama en önemlisi, "sınır" iddiasının zaten kendi içerisinde tutarsız olduğu. bir miktarın (niceliksel anlamda) sınır olabilmesi için, ya azami (maksimum) ya da asgari (minimum) sınır olması gerekir. ama yukarda da gördüğümüz gibi, ayetteki oranları bazı durumlarda avliye yöntemiyle eksiltmek, bazı durumlarda ise reddiye yöntemiyle çoğaltmak gerekiyor. yani kuran'da açık-seçik yazan hisseden, bazen daha fazla bazen de daha az bir oran vermek zorunda kalınıyor. bu durumda ayette geçen oranların (niceliksel anlamda) "sınırlar" olduğu iddiası zaten anlamsız bir laftan ibaret kalıyor.

(e) "reddiyeyle ayetteki hisselerden daha fazla vermek sorun değilse, avliyeyle daha eksik vermek neden sorun olsun?" savunması
bu savunmayı şöyle ifade edebiliriz:
birinci adım:
"ayette eğer sadece bir kız evlat varsa, onun payının 1/2 olduğu yazıyor. fakat eğer ölen kişinin bu tek kızı haricinde ailesinden hiç kimse kalmamışsa, elbette ki kıza 1/2 değil, malın tamamı verilir. bu gayet açıktır ve kuran'da bunun özel olarak belirtilmesine gerek de yoktur. 1/2 yerine bu durumda malın tümünü vermek ayetteki hükümden sapma anlamına gelmez."
ikinci adım:
"eğer bazı durumlarda ayette yazan orandan daha fazla vermek sorun değilse, diğer bazı durumlarda o orandan daha eksik vermek de sorun değil demektir."
bu savunmanın sakatlığı zaten yukarda >5. malın fazla gelmesi ve reddiye meselesi< başlığında işlendi.
orada yazılanlarla birlikte bu savunmanın sakatlığını özetleyecek olursak:
reddiye yönteminden hareketle avliyenin meşruiyetini çıkartmak ve böylece avliye yöntemiyle ayetteki hükümden sapıldığını inkâr etmek, geçerli bir argüman değil, çünkü:
(1) reddiye yöntemi, malın fazla geldiği durumlarda, artakalan kısmın ne yapılacağı sorusuna aklen verilebilecek cevaplardan sadece bir tanesi. artan malı, ayette geçen mirasçılar arasında (bonus olarak) tekrar bölüştürmek yerine, meselâ devlet hazinesine geçirmek de mümkün bir seçenek, ki sahabenin büyüklerinden zeyd bin sabit reddiye yöntemine karşı çıkarak, bunu savunmuştur.
(2) eğer kuran'daki oranların dağıtılmasında malın sadece fazla geldiği durumlar mümkün olsaydı, fakat eksik kaldığı durumlar mümkün olmasaydı, ayetlerde geçen oranları minimum/asgari sınırlar olarak okuyabilirdik. böylece mirasçılara her halükârda en az ayette yazan oranlar veriliyor olurdu. oysa durum böyle değil. bazı durumlar var ki, kuran'da yazan oranları dağıtmaya çalıştığımızda mal yetmiyor ve bir yerlerden kesmek, yani ayette yazan oranları bir şekilde azaltmak gerekiyor.
ve asıl önemlisi
(3) malın fazla geldiği durumlarda, zaten kuran'da yazılı oranlar dağıtılabiliyor! artan malı, yine ayette geçen mirasçılara (bonus olarak) dağıtsak da (reddiye yöntemi), devlet hazinesine geçirsek de, ayette geçmeyen diğer yakınlara bölüştürsek de, her halükârda ayette yazılı oranlar verilebiliyor. fakat malın eksik kaldığı durumlarda ayetteki oranları vermek matematiksel olarak imkânsız kalıyor.
birisi "şu pastanın üçte birini ayşe'ye, üçte birini de zeybeb'e ver" derse, biz bu cümleye hatalı demeyiz, sadece diğer üçte birinin ne olacağını sorabiliriz (ki bu soruya da birçok makûl cevap verilebilir).
fakat "şu pastanın üçte birini ayşe'ye, üçte birini zeyneb'e, yarısını da fatma'ya ver" diyen birisinin, matematiksel zekâsından şüphe ederiz.

(f) "bu durumlarda avliye yönteminin uygulanması gerektiği zaten en baştan ve kendiliğinden bellidir" iddiası
malın eksik kaldığı durumlarda, yani kuran'daki oranları dağıtmanın matematiksel olarak imkânsız olduğu durumlarda, ne yapılacağı ne aklen baştan belli ne de naklen. kuran öncesi arap miras hukuku veya hesap/ticaret geleneğinde, yasa/akit metninindeki oranları gelişi güzel yazıp, uygulamada malın eksik kaldığı durumlarda ise avliye yöntemiyle oranları "düzeltme" gibi bir âdetin varlığına hiçbir kaynakta rastlamıyoruz. üstelik bu durumlarda ne yapılması gerektiğine dair hiçbir peygamber hadisi de yok.
zaten bu yüzden de, pratikte ilk defa halife ömer döneminde böyle bir durumla karşılaşıldığında ne yapılacağı hemen bilinememiş, önce bir istişare gerekmiş. ve yine bu yüzden ibn abbas, ömer'in avliye metoduna karşı çıkmış ve farklı bir yöntem savunmuş. ve zaten şia mezhebi de 1400 yıldır, avliye yöntemini değil, ibn abbas'ın savunduğu "öncelik sırası" yöntemini uygulamakta.
üstelik halife ömer'in kendisi de, ayetlerde geçen mirasçıların hangisinin öncelikli olduğuna dair bir ipuçu göremediğinden dolayı, avliye yöntemiyle bütün mirasçıların hisselerini düşürmeyi uygun bulduğunu söylemiş (bkz. el-ihtiyar, el-mavsili, çeviren: mehmet keskin, ümit yayınları, feraiz bölümü, avl başlığı). yani bizzat ömer'e göre de aslında böyle durumlarda avliye yönteminin uygulanması gerektiği baştan ve kendiliğinden aşikâr olan bir çözüm değil.
sünni islam dünyasında, avliye metodunun 14 asırdır hem teoride hem uygulamada oturmuş bir müessese hâline gelmiş olması, bu yöntemin zaten en baştan belli olduğu anlamına da gelmez, bu yöntemle ayetlerdeki açık hükümlerden sapıldığı gerçeğini de örtmez.

(g) "bütün mümkün durumları öngörecek bir düzenleme zaten imkânsızdır" iddiası
nisa/11,12,176'ya göre her durumda değil, sadece bazı durumlarda (ölen kişinin kaç oğlu, kaç kızı olduğu, anne, baba ve eşinin hayatta olup olmadığına göre) söz konusu hesap hatası ortaya çıkıyor. hatta halife ömer dönemine kadar bu hesap hatası farkedilmemiş, ilk onun döneminde böyle bir durum pratikte gündeme gelmiş. ömer de yukarda anlatıldığı gibi en uygun "çözüm" olarak gördüğünden ilk defa avliye yöntemini uygulamış. yine de yukardaki örneklerden de anlaşılacağı gibi, bu "sorunlu" durumlar öyle çok ender rastlanılacak, hemen hemen hiç gündeme gelmeyecek durumlar değil. gayet olağan, her gün söz konusu olabilecek durumlar.
bazı müslümanlar (sırf matematik hatası iddiasına karşılık verebilmek adına), bütün durumları göz önünde bulundurarak sorunsuz çözümleyecek bir düzenlemenin zaten imkânsız olduğu yönünde gülünç bir iddiada bulunuyorlar. oysa hem islam öncesi, hem islam sonrası hem de günümüzde geçerli olan birçok beşeri hukuk sisteminde miras kanunlarının hiç bir durumda hesap sorunu çıkartmadan (matematiksel olarak) pürüzsüz bir düzenleme getirdiğini biliyoruz. herşeyi bilen, gücü herşeye yeten bir tanrı'nın eksiksiz ve mükemmel kitabında bunun yapılamamış olması akla sığmıyor.
ayrıca tekrarlamak gerekirse: kuran'daki ayetlerde bütün olası durumların düzenlenmemiş olmasının konuyla ilgisi de yok. zaten hesap sorunu, ayetlerin düzenlemediği değil, düzenlemiş olduğu bazı durumlarda ortaya çıkıyor.
(h) "kuran'da sadece ana ilkeler belirlenir, ayrıntılar ise hadis ve içtihad'a bırakılır" savunması
bu savunmayı şöyle ifade edebiliriz:
"allah, kuran'da sadece en önemli ana ilkeleri belirtmiş, ayrıntıları ise hadis ve içtihad'a bırakmıştır. bu ayetleri de böylece yorumlamak gerekir. nitekim hata olduğunu iddia edenlerin öne sürdüğü sorun da, zaten hadisler ışığında, sahabe ve alimlerin içtihadları ile çözüme kavuşturulmuştur. bu, sadece miras konusuna özgü birşey değildir. kuran'ı bütün olarak bu şekilde görmek gerekir."
bu savunma -somut konumuzla ilgili olarak- birçok açıdan yanlış ve tutarsız.
kuran'da sadece en önemli ana ilkelerin belirlenmiş olduğu iddiası ile, zaten buradaki tartışmaya konu olan miras ayetleri pek uyuşmuyor. tüm zaman ve mekânlar için geçerli olan, evrensel bir kitapta, neden ekonomik, sosyal, kültürel, demografik şartlardan tamamen bağımsız olarak, bu denli ayrıntılı miras yasaları getirilsin? onu da geçtik, bu savunmanın içerdiği iddia ışığında kuran'daki günübirlik ayetleri nereye koyacağız?
asıl önemlisi ise, içtihad terimi ancak kuran'ın çizdiği sınırlar içerisinde verilen kararlar için anlamlı olabilir. örneğin kuran, nisa/11'de ölenin sadece tek kızı var ise, bu kıza hangi payın verileceğini belirlemiş (malın yarısı). aynı şekilde ölenin (erkek çocuğu yok, fakat) ikiden fazla kızı var ise de, kızlara ne kadar verileceğini tayin etmiş (toplam üçte iki). fakat tam iki kız var ise, ne olacağını belirtmemiş. demek ki, burada içtihada gerek var. alimlerin büyük çoğunlu işte bu konuda (çeşitli argümanlarla) "iki kızın (toplam) payı, ikiden fazla olan kızların (toplam) payına eşittir, yani üçte ikidir" içtihadında bulunmuş. burada ayetin hükmüne ters bir karar yok. ayetlerin "boş bıraktığı" bir alanda (ve yine ayetteki hükümlerin ışığında) bir karar verilmiş.
aynı şekilde malın fazla geldiği durumlarda da, artakalan malın ne yapılacağı kuran'da belirlenmemiş. bu durumda da (çeşitli hadislere de dayanarak) bazı şartlarda artan malın, ayetlerde geçmeyen diğer yakınlara verilmesi gerektiği, diğer bazı şartlarda kalan malın -reddiye yöntemiyle- ayette geçen hisselerini almış olan mirasçılara (bir nevi bonus olarak) verilmesi icab ettiği gibi içtihatlar verilmiş. reddiyeye karşı çıkıldığı ve artan malın devlet hazinesine geçmesinin savunulduğu da olmuş. ama bütün bu içtihadlar, kuran hükümlerine ters düşmüyor, çünkü kuran'da belirlenen oranlar verilebilmiş. kuran'ın doğrudan düzenlemediği, boş bıraktığı bir alanda verilen içtihadlar söz konusu.
fakat malın eksik kaldığı, pay'ın payda'dan büyük çıktığı durumlar için sunulan "çözümlerin" mahiyeti farklı.
"halife ömer 'avl yöntemine' (veya ibn abbas "öncelik sırası yöntemine") içtihad ile hükmetmiştir " demekle sorun yokmuş gibi yapmak komik kaçar. çünkü bu yöntemlerle ayetlerde emrolunan oranlar verilmiyor, çünkü (bazı durumlarda) bütün varislere ayetlerde tespit edilen oranları vermek zaten matematiksel olarak imkânsız. avl yöntemine "içtihad" demekle bu gerçek değiştirilemez. bu yöntemler, ayetlerin doğrudan düzenlemediği, boş bıraktığı bir alan için geliştirilmemiş, ayetlerin düzenlemiş olduğu durumlarda ayet hükümlerini uygulamak mümkün olmadığından dolayı üretilmiş. her iki yöntem de ayetlerdeki açık hükümden sapmakta. üstelik bu konuda herhangi bir hadis de yok!
ömer, kuran'daki hata karşısında mantıklı ve pragmatik bir çözüm bulmuş. fakat bu, hatanın olmadığı anlamına gelmez. "yazılı hükümden sapma", "yazılı olan hükmü değiştirme" diye birşey varsa eğer, bundan daha açık bir örnek düşünülemez. hükümden sapılıyor, çünkü hükmün kendisini uygulamak matematiksel olarak mümkün değil.
bir ilk okul öğrencisi sınavda "2 + 2 = 3" yazarsa, öğretmen 3'ün üstünü çizer, 4 yazar ve öğrenciye düşük not verir. biz bu durumda, "öğretmen talebenin hatasını düzeltti" deriz, "avliye usûlü ile 2+2=3'deki gizli hakikati buldu" demeyiz!
bu üç ayette akla gelebilecek her mümkün durumda her varise ne kadar verileceği eksiksiz olarak düzenlenmemiş. doğru! fakat yukarda örnekleri verilen matematik hatası da zaten, kuran'ın düzenlemiş olduğu bazı durumlarda ortaya çıkmakta.

(i) insan vasiyetinden örnekler getirmek
ateizm'e cevaplar vermek için kurulmuş islamî bir internet forumunda, müslüman bir forum üyesi bu konuyla ilgili bir başlık açmış ve yukarda cevaplanan bazı savunma taktiklerinden sonra, iletisinin sonunda şöye bir zekice savunma getirmiş:
(örnekteki isimleri değiştirerek veriyorum)
adamın birisinin ali, veli ve deli adında üç oğlu olsun. ve şöyle bir vasiyet bıraksın:
ali'ye 1/2, veliye 1/4, deli'ye 1/4.
adam öldüğünde ali'nin bir şekilde "ortada olmadığını" düşünelim. bu durumda vasiyette yazdığı gibi veli'ye 1/4 ve deli'ye 1/4 verirsek, malın yarısı artacak. bu yüzden avukat bu durumda şöyle der: "merhum babanız, veli ile deli'ye eşit oranlar vermek istemiş, ali de ortada olmadığına göre malın yarısını veli'ye, yarısını da deli'ye vermek gerekir." ve mirası bu şekilde bölüştürür. vasiyette yazan oranlardan sapılmıştır, ama yine de ortadaki yeni duruma göre vasiyeti yazan merhumun istek ve iradesi muhafaza edilmiştir.
bu örnekte benzerlik kurulan durum reddiyedir. yani mirasın yetmemesi değil, artması söz konusu ve bu yüzden vasiyetteki oranların eksiltilmesi değil, arttırılması gerekiyor.
ama biz yine de sırf bu yüzden bu örnekle getirilmek istenen savunmayı reddetmeyelim ve aynı mantık üzerinden bir de avliye için örnek bulalım:
adamın üç oğlu var, vasiyetinde "her bir oğluma malımın üçte birini (1/3) bırakıyorum" yazmış. fakat daha sonra adamın dördüncü bir oğlu dünyaya geliyor ve baba vasiyeti değiştirmeden ölüyor.
bu durumda avukat "merhumun niyeti malını bütün oğulları arasında eşit bölüştürmekti. dolayısıyla dört oğula da 1/4 verilir." der. yine vasiyette yazan orandan sapılmış, fakat vasiyet sahibinin asıl istek ve iradesi korunmuş olur.
bu örnekte benzerlik kurulan durum avliyedir. mal yetmediği için, oranlar düşürülüyor.
örnekler kendi içerisinde tutarlı. fakat bu örnekle kuran'daki durum arasında bir benzerlik kurmak son derece hatalı!
her iki örnekte de, babanın vasiyeti yazarken öngöremediği, yeni bir durum var ortada. fakat vasiyetin kendisinde herhangi bir hesap hatası yok. sorun vasiyette değil, çıkan yeni durumda.
allah'ın öngöremeyeceği bir durumdan bahsetmek allah tasavvuru ile çelişir. kaldı ki, insanların oluşturduğu beşeri hukuk sistemleri bile miras paylaşımını hiç bir durumda hesap sorunu çıkartmayacak şekilde düzenleyebilmekte.
vasiyet örneğinde, babanın vasiyeti yazdığı andan sonra, (kendisi tarafından) öngörülemeyen bir değişiklik olmuş, yeni bir durum ortaya çıkmış. ya varislerden biri ölmüş/kaybolmuş, ya da yeni bir varis çıkmış. baba vasiyeti yazarken gerçek olan durum değişmiş ve bu yüzden avukat, "baba vasiyetini yazarken bu durumu bilseydi, şöyle yazardı" şeklinde karar veriyor. fakat ayetlerdeki durum böyle değil.
ayetlerdeki sorun, sonradan değişen bir durum yüzünden oluşmuyor. yani meselâ ayet yazıldıktan sonra, ortaya yeni varisler çıkmıyor. avliye yöntemi de zaten "bunlar sonradan çıktı, bu yüzden diğerlerinin oranlarını düşürelim de, bu yeni çıkanlara da pay verebilelim" demiyor. baştan beri var olan varislere yetmiyor miras! yani hata ayetin bizzat kendisinde.
ayetlerdeki soruna uyan bir örnek vermek şart olsaydı, şöyle bir örnek vermek gerekirdi:
üç oğlu olan bir adam vasiyetinde "üç oğlumun her birine malımın 1/2'sini (yarısını) bırakıyorum"diye yazmış. adam ölüyor, üç oğlu da hayatta (ve yeni doğan bir çocuk da yok).
bu durumda avukat şöyle derdi: "babanız belli ki bir hata yapmış. fakat vasiyetinden açıkça anlaşılıyor ki, malını üç oğluna eşit paylarla bölüştürmek istemiş. bu yüzden üçünüze de 1/3 veriyorum."
işte avliye yöntemini kullanan halife ömer ve islam alimleri de aslında tam tamına bunu demiş oluyorlar.

(j) yepyeni yöntemler bulmak
bu apaçık durum karşısında, meseleye vakıf ve az çok entelektüel samimiyeti olanlar en azından bir sorun olduğunu topyekûn reddedemiyorlar elbette. fakat diğer yandan, kuran'da bir hata olduğunu da kabullenemedikleri (bu seçeneğin zaten en başta zihinlerinden silinmiş olduğu) için gün görmemiş, yepyeni tefsir ve uygulama yöntemleriyle miras ayetlerini kurtarmaya çalışıyorlar.
buna bir örnek prof. dr. abdulaziz bayındır. kendisinin başkanı olduğu süleymaniye vakfı'nın internet sitesinde "mukayeseli fıkıh dersleri" başlığı altında, "mirasta avliye meselesi" isimli iki bölümlük uzunca bir video bulunmakta (1. bölüm - 2. bölüm).
hocamız önce uzun uzun sorunu anlatıyor ve kuran'daki matematik hatasından bahsedenlere büyük oranda hak veriyor. fakat ondan sonra sorunun ayetlerin kendisinde değil, 1400 yıldır tüm mezheplerce uygulanma şeklinde olduğunu söylüyor. avliye yöntemine de, şia'nın "öncelik sırası" yöntemine de karşı çıkıyor. her iki yöntemle de açıkça kuran hükümlerinden sapıldığını onaylıyor. ve sık sık bu sorunun 14 asırdır hiçbir alim ve mezhep tarafından çözülememiş olduğunu tekrarlıyor.
kendi çözümü ise, aslında sadece avliye yöntemiyle, öncelik sırası yönteminin bir kombinasyonundan ibaret. bazı ayetlere işaret ederek kendince bir öncelik sırası belirliyor. bu sıralamada ilk gelen kişiye ayette belirlenen oranı veriyor, ikinci mirasçıya ise toplam maldan değil, kalan maldan ayette belirlenen oranı veriyor.
böylece kuran'ın açık hükmünden kendisi de sapmış, o hak verdiği eleştirilerin hepsine kendisi de maruz kalmış oluyor (bunu farkedemeyişi çok ilginç bir durum). ayetlerde örneğin "kocaya malın yarısı, kalan malın üçte ikisi de üç kız çocuğuna" denmiyor ki! oranlardan bahsederken açıkça ölenin (borçları ödendikten sonra) bıraktığı toplam malı kastediyor.
neresinden bakarsak bakalım, istediğimiz kadar evirelim çevirelim, sayın bayındır'ın "müthiş" buluşu da ayetlerdeki hükmü ıskalamakta.
işin diğer ilginç bir yanı ise: diyelim ki, sayın bayındır'ın yorumu doğru ve diyelim ki, sayın bayındır'ın dediği gibi 1400 yıldır bildiğimiz bütün mezhepler ve bütün islam alimleri bunu anlayamamış ve hatalı uygulamalara gitmiş. bundan zorunlu olarak şöyle bir sonuç da çıkar: demek ki, kuran'ı söyleyen zat, meramını anlatmakta çok başarısız olmuş. demek ki, üç müstakil ayette uzunca düzenlemeye değer görecek kadar mühim bulduğu bir meseleyi, 1400 yıl boyunca bütün alimlerin, en farklı mezheplerin dahi yanlış anlayacağı ve yanlış uygulayacağı bir şekilde kötü, karışık, yanlış anlaşılmaya müsait olarak ifade etmiş. oysa (günümüzden veya eski çağlardan) herhangi az çok yetenekli bir hukukçu bu üç ayeti öyle açık seçik kaleme alabilirdi ki, kimsenin kafası karışmaz, en baştan beri herkes sayın bayındır'ın anladığı şekilde anlar ve uygulardı. demek ki, kuran'da mesele o kadar kötü ve karmaşık anlatılmış ki, 1400 yıldır hiçbir alim allah'ın murad ettiği miras paylaşımını anlayamamış. sayın prof. dr. abdulaziz bayındır'ın kendi anlattıklarından zorunlu olarak çıkan sonuç bu.

(k) aklın almadığı şeyleri allah'a havale etmek
inanan bir insanın, bu gibi akla, mantığa sığmayan durumlarda, üretebildiği bütün savunma taktikleri de çürütülünce, çekileceği son nokta her zaman aynıdır: allah'ın ilmine ve hikmetine biz akıl erdiremeyiz. bize inanmak düşer.
elmalılı m. hamdi yazır meşhur kuran tefsiri'nde (farklı bir bağlamda da olsa) miras paylaşımı ile ilgili olarak aynen şöyle demektedir:
"şüphe yok ki bu farizaları belirleyen ve size tavsiye eden allah, ta ezelden beri alim ve hakimdir. bundan dolayı bunların hepsini, allah teala'nın, ilim ve hikmeti ile farz ve takdir buyurmuş olduğunda, dünya ve ahiret fayda ve menfaatinize uygun bulunduğunda hiç şüphe etmeyiniz. bu paylaşımın doğru olduğunu, noksan aklınız kavramaz da 'kadınlara hiç verilmeseydi veya eşit verilseydi, yahut şöyle olsaydı' gibi düşüncelere saplanacak olursa, onu allah'ın ilmine havale ediniz ve gereği ile amel ediniz."
elmalılı m. hamdi yazır, hak dini kuran dili, sadeleştirilmiş versiyon, zehravehn yayınları, azim dağıtım, nisa/11-12 (cild 2, s. 526)
ayetlerdeki miras paylaşımının âdil olup olmaması sorusunda bu tavsiyeye uymak mümkün gözükse de, burada işlenen konuda bu son mevzi bile işlemiyor. kuran'daki emrolunan payları bölüştürmek bazı durumlarda matematiksel olarak imkânsız. dolayısıyla aklımızın almadığı bu durumu allah'ın "sonsuz ilmine" havale etsek de, bu hükümlere göre amel etmemiz mümkün değil. çünkü ayetlerde açık bir hesap hatası var.
birde tabi mucizeler var. islam dinine mensup olanların, kuran mucizelerinden bahsederken en çok ileri sürdükleri
mucizelerden biri, süphesiz “denizlerin birbirine karışmaması” mucizesidir. örnek vermek
gerekirse, :
denizlerin, araştırmacılar tarafından çok yakın bir geçmişte tespit edilen bir özelliği, kuran’ın
rahman suresi’nde şöyle bildirilir:
“birbirleriyle kavuşmak üzere iki denizi salıverdi. ikisi arasında bir engel vardır; birbirlerinin
sınırını geçmezler.” (rahman suresi, 19-20)
birbirine açılan fakat suları kesinlikle birbiriyle karışmayan denizlerin ayette bildirilen bu özelliği,
okyanus bilimciler tarafından çok yakın bir zaman önce keşfedilmiştir. “yüzey gerilimi” adı
verilen fiziksel bir kuvvet nedeniyle, komşu denizlerin sularının karışmadığı ortaya çıkmıştır.
denizlerin farklı yoğunluklarından kaynaklanan yüzey gerilimi, adeta bir duvar gibi sularının
birbirine karışmasını engeller.
elbette ki işin ilginç yanı, insanların, ne fizikten, ne yüzey geriliminden, ne de okyanus
biliminden haberdar olmadıkları bir devirde bu gerçeğin kuran’da bildirilmiş olmasıdır.
bu, sıkça duyduğumuz birşeydir. “denizlerin birbirine karışmaması” mucizesini açıkladığı iddia
edilen ayetin kuran’da varolması; kuran’ın tanrı sözü olduğuna işaret ettiği defalarca kez dile
getirilmiştir. öte yandan, bu olayı keşfeden kaptan jaques cousteau(kaptan kusto)’nun, aynı
olayın kuran’da da yazdığını görünce müslüman olduğu öne sürülmüştür. ancak; hiçbir zaman
olaylar, ilgili şahıslara tam gerçekliğiyle, objektif bilgiyle insanlara aktarılmamıştır.
öncelikle “denizlerin birbirine karışmaması” gibi bir olay yoktur. sular arası yoğunluk,
kimyasallık, ısı vb. farklılar, karışmayı engellemez, geciktirir. öte yandan yüzey gerilimi de
çarptılımıştır.
yüzey geriliminin, denizlerin birbiriyle karışmaması ile pek fazla alakası yoktur. su, tek başına
var olduğunda da yüzey gerilimi mevcuttur. yüzey gerilimi adından da anlaşılacağı gibi suyun
yüzeyiyle alakalıdır. örneğin; bir karıncanın, yaprağın ya da herhangi bir nesnenin suyun
üstünde yüzmesi olayı yüzey gerilimindendir.
bu olayı kendimiz de deneyip, anlayabiliriz: suya elimizle çok hafifçe baskı uyguladığımızda, ilk
anda suyun yüzeyinin aşılamadığını bir an için hissederiz. (tabi bizlerin suya uyguladığı kuvvet
fazla olduğundan, yüzey gerilimi anında aşılacaktır.) ya da daha iyi bir yöntem olarak; uygun
büyüklükte ve yumuşaklıkta olan bir yaprağı, tabanınından suyun altına yavaşça sokmaya
çalışalım; yaprağın ilk anda suyun yüzeyini aşamayıp, suyun altına girmediği anlaşılacaktır. işte
bunu sağlayan şey de yüzey gerilimidir.
diğer bir olay da; ayetlerin bir çok çevirisinde, “denizlerin acı ve tatlı” olduğudan
bahsedilmektedir. örneğin; başta diyanet meali olmak üzere, ali fikri yavuz’un, bedir sadak’ın,
hasan basri çantay’ın meallerinde, elmalılı’nın sadeleştirilen meallerinden bazılarılarında ve
fizilal-il kuran’da iki denizin ayrı ayrı “acı ve tatlı” olduğundan bahsedilir. biz bunlardan en
güvenilir meal olan diyanet meali‘ni baza alalım:
55. rahman suresi 19-22. ayetler:
(suları acı ve tatlı olan) iki denizi salıvermiştir; birbirine kavuşuyorlar. (fakat) aralarında bir
engel vardır, birbirine geçip karışmıyorlar…o denizlerin her ikisinden de inci ve mercan çıkar.
buradan anlaşılan, suyu acı ve tatlı olan iki ayrı denizden bahsedilmektedir. ancak ortaya çıkan
sorun şu ki; dünya üzerinde suyu tatlı olan deniz veya okyanus yoktur. denizlerin ve
okyanusların hepsi tuzludur. burada bahsedilen şey, muhtemelen “akarsu ile deniz” olabilir.
eğer durum böyle ise karşımıza ilginç olan şu sonuç çıkar: bu (karışmıyormuş gibi gözüken
olay) zaten gözümüz ile gözlemlenebilen birşeydir.
akarsuların veya nehirlerin, denizlere döküldüğü bölgelere bakarsanız; aradaki yoğunluk,
kimyasallık, kütle, ısı vb. farklılıklardan kaynaklanan renk tonu farklılığından dolayı, suların ilk
anda birbirine karışmadığını rahatlıkla görebilirisiniz. ama deniz suyuyla, denize dökülen tatlı
su; eninde sonunda -tamamı olmak üzere- birbirleriyle karışacaklardır. (karışma ilk anda başlar)
peki, bu “denizlerin birbiriyle karışmaması”na işaret eden ayetin yazılmasına neden olan başka
bir kaynak yok muydu?: sanırım bunu öğrenmek için tevrat’a bakmak yeterli olacaktır.
kuran’daki ayetlerin bir çoğunun tevrat kökenli veya tevrat’a benzer olduklarını biliyoruz.
örneğin, kuran’la, tevrat’ın benzer olan şu sözlerine bir bakalım:
tevrat. yaradılış1: 2 = yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. tanrı’nın
ruhu suların üzerinde dalgalanıyordu.
kuran. 11. hud suresi 7 = o, odur ki, gökleri ve yeri altı günde yaratmıştır. o’nun arşı da su
üzerinde idi…
tevrat. mika.6: 2= ey dağlar ve yeryüzünün sarsılmaz temelleri, rab’bin suçlamasını dinleyin…
kuran. 79. naziat suresi 32 = dağları, demir atmış gibi oturttu;
tevrat. eyüp.9: 5 = o dağları yerinden oynatır da,dağlar farkına varmaz,öfkeyle altüst eder
onları.
kuran. 27. neml 88 = sen dağlara bakar da onları donuk-durgun görürsün. oysaki onlar,
bulutların dolaştığı gibi dolaşmaktadır…
bu kıyaslamalardan anlaşılan, kuran’daki birçok ayetin temeli tevrat’ta geçen sözler… işte
“denizlerin birbirine karışmaması” sözünün de temelinin tevrat olduğunu düşünüyorum:
tevrat. özdeyişler 8: 29= sular buyruğundan öte geçmesinler diye, denize sınır
çizdiğinde…
son olarak da kaptan kusto’nun müslüman olduğu iddiası da asılsızdır. kusto kurumu’nun,
kasım 1991&#8242;de paris’ten yaptığı açıklamada, bu iddia kesinlikle reddedilmiştir.
kaynak: http://ateistforum.biz/viewtopic.php?id=579
kıble'nin iki kez değiştirilmesi olayı da var tabi. yaklaşık on yıllık 1. mekke döneminde başarısız olup, canını kurtarmak için medine’ ye kaçan muhammed, bu şehirde başarılı olmak için yahudileri kendi safına çekmeye çalışır. kuran' a musa ile ilgili ayetler koyar, onu da peygamber olarak kabul eder. en önemlisi ise kıble kudüs yapılır, namazlarda kudüs'e dönülür. bilindiği gibi yahudilerin kutsal kenti kudüs'tür. ancak yahudiler islama ilgi göstermez. göstermek şöyle dursun muhammed ile dalga geçmeye başlarlar. bunun üzerine muhammed yahudileri kendisine inandırtamayacağını anlayınca sinirlenir ve kıbleyi kudüs’ den tekrar kabe' ye çevirir. bu konuda bakara suresi'nin 145. ayetinde bazı ipuçları bulmaktayız:

"yemin olsun ki resulum! sen kendilerine kitap verilenlere (ehli kitap-yahudiler) her türlü ayeti getirsen yine onlar sana uyup kıblene dönmezler; sen de onların kıblesine dönecek değilsin. onlar da biribirlerinin kıblesine dönmezler. sana gelen ilimden sonra eğer sen onların arzularına uyacak olursan, işte o zaman sen hakkı çiğneyenlerden olursun."
bakara 145. ayet görüldüğü gibi kıblenin kabeye çevrilmesi olayı ile ilgilidir. ayetin başındaki allahın yemin etmesinin mantıksızlığını pas geçelim. yukarıdaki ayette kuran’ ın "tanrısı" diyor ki: "..onlar senin kıblene dönmezler, sen de onlarinkine dönme" ! yani yahudiler muhammed'e uymadılar diye onlara kızarak kıbleyi değiştiriyor! şu soru akla geliyor: eğer uysalardı kıbleyi değiştirmeyecek mi idi? peki 17 ay boyunca kıble neden kudüs idi? yahudilerin muhammede uymayacağını allah önceden bilmiyor muydu? en başından beri kıble mekke (kabe) olamaz mı idi? ayette tam bir kızgınlık ve kulis havası hakim:
"...kıblene dönmezler, sen de onların kıblesine dönecek değilsin."
ayetin son kısımında da muhammed sözüm ona allah tarafından uyarılıyor:
"...eğer onların arzularına uyacak olursan hakkı çiğneyenlerden olursun".
muhammedin bu kısmı koymasındaki amaç kendisini çevresindeki müslümanlardan gelen "kıble neden değişti?" sorgusundan kurtarmaktır. "bu kararın kesinliği konusunda allah beni böylesine uyardı" diyebilmek için eklemiştir son kısmı belliki. bu kısım da gerçekten ilginçtir şöyle ki,"allah", elçisinden şüphe mi duyuyor ki onu uyarıyor. üstelik bu sıralarda muhammed en azından oniki yıllık tecrübeli bir "peygamber"! açıkça anlaşılıyor ki "allah" da muhammede şüpheyle bakıyor ve "onların arzularına uyacak olursan (onların kıblesine), hakkı çiğneyenlerden olursun" diyor. eğer muhammed'in allahın emrini çiğneme ihtimali olmasaydı herhalde "allah"(!) bu uyarıyı yapmazdı.
bakara 142. ayet ise:
"insanlardan bir takım beyinsizler, "önceki kıblelerinden onları çeviren nedir?" diyecekler..." diye başlıyor.

müslümanların rahman ve rahim gibi sıfatlar atfettiği tanrısı nedense bu ayete küfrederek başlıyor!! kıblenin değişmesiyle ilgili gayet haklı şüpheleri ve soruları olan müslümanlara "beyinsizler" diyerek küfrediyor kuranın tanrısı!

şüphesiz ki aslında kızan, küfreden muhammed'dir. yahudileri müslüman yapamayışının hayal kırıklığını kuran’a aksettirmiştir. kendi taraftarlarından gelen soru ve eleştirilere bile tahammül edememiştir.
muhammed’in 17 ay mescid-i aksa’yı (kudüs) kıble olarak kullandığına, daha sonra bir gün ikindi namazını kıldırırken tam namazın ortasına geldiği bir sırada, yüzünü çevirmek suretiyle kıbleyi değiştirdiğine dair birkaç kaynak;

tecrid-i sarih, diyanet terc., no: 38 ve 256; buhari, iman, 30; namaz, 31, sa/cara tefviri 12-18; müslim, mesacid, no: 525; buhari ve müslim hadisleri, el-lü’lüü ve 1 mercan, no: 302-303; tirmizi, salat, no: 138/340 ve bakara tefsiri, no: 2962; nesai, salat, 22 no: 486; vahidi, age, bakara suresi, 144. ayet; diyarbekiri, tarihi hamis, 1/367.
değinilmesi gerekilen en önemli konulardan biriyse islam'ın putperestliğe olan benzerliğidir. bu dinin putperestlik olduğunun en bariz kanıtı namazdır..
putperest ibadetlerinden biri namazdır. namaz, güneş kültünün ritüellerinden biridir ve hint kökenli bir ibadettir.
islam öncesi araplar da namaz kılarlardı.
günümüzde hindular da namaz ritüellerini devam ettirirler. sansktitçe ''surya'' güneş, ''namaskara'' ise selamlama veya bağlantı demektir. böylece "surya namaskara" ''güneşle bağlantı'' anlamına gelmektedir. surya namaskara, bedende akan güneş enerjisinin canlandırma tekniğidir.
arap putperestlerinin namaz kıldığı kur'an'da yazılıdır.
enfal 35. ve ma kane salatühüm ındel beyti illa mükaev ve tasdiyeh fe zukul azabe bi ma küntüm tekfürun.
(onların kabedeki namazları, ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir. küfrünüzden dolayı azabı tadın.)
bilindiği üzere arapça'da salat namaz demektir. bu ayette namaz törenlerindeki ıslık ve alkışlar nedeniyle putperestlerin kıldığı namaz eleştiriliyor.
putperestler de günde 5 vakit namaz kılarlardı.
1-şaharit namazı -sabah namazı
2-musaf namazı - öğle namazı
3-minha namazı - ikindi namazı
4-neilat şerarim namazı - akşamüstü namazı
5-maarib namazı - akşam namazı
kaynak;
hayrullah örs, musa ve yahudilik, s.399-405; doç.dr. ali osman ateş, asr-ı saadette islam; şaban kuzgun, hz. ibrahim ve hanifilik, s.117; epstein, judaism. kuran'da geçen namaz vakit sayısı 3 olmasına rağmen 5 vakit kılınıyor olması zamanla putperest döneme dönüldüğü şüphesi taşımaktadır. aynı şekilde abdest de putperestlerde vardı. cünup olunca boy abdesti alırlardı. (ibn-i habib, muhabber)
gördüğün gibi hergün eğilip kalktığında eski arap putu allaha gene eski sözde putperes araplardan farksız tapınmakla meşkulsun...
oruç
güneş kültüne sahip putperestlerin ibadetlerinden biri de oruçtur.
namaz vakitlerini güneş zamanlı ayarladıkları gibi oruçlarını da güneşin doğuş ve batışına göre ayarlarlardı. orucun başlangıcı bile islamiyet'teki gibi ay'a göre tespit ediliyordu.
tıpkı, bugünkü müslümanlar gibi, ay'ı görmek için gözetleme heyetleri bile kuruluyordu. (hayrullah örs, musa ve yahudilik)
islamiyet öncesi arap paganlarının ilginç gelenekleri vardı.
bunlar ramazan dedikleri ayda bir ay oruç tutarlar, mekke'ye hacca gidip kabenin etrafında 7 kez dönerler,
kara taşı (hacerül esved) kutsal sayar kara taşı'ı öpeler ve günde dört veya 5 vakit namaz (salat) kılarlar, şeytan taşlarlardı. ( ıs allah the same god as the god of bible?, m. j. afshari, p 6, 8-9, islam, beliefs and observances, caesar e. farah)
aişe anlatıyor: ıslam öncesinde kureyş, aşure gününde oruç tutardı. (buhari, e’s-sahih, kitabu’s savm/1.)
sabiilik, yıldız kültüne sahip bilinen en eski pagan dinidir. ilginçtir ki sabiiler de 3 vakit namaz kılar ve 1 ay oruç tutarlardı.
farz orucun dışında nafile oruçlara da sahiptiler. ibn nedim, el fihrist, s. 442-445)
kuran'da önceki toplumlarda da orucun olduğu yazılıdır:
bakara-183. ey iman edenler, sizden öncekilere yazıldığı gibi, oruç, size de yazıldı (farz kılındı). umulur ki sakınırsınız.
sonuçta tüm müslümanlar arabistanda inanılan bir dişi tanrıya inanmaya devam ediyor...
fill olayı
fill suresini dikkatli okuyan biri bu işteki garipliği anlayabilir. fil olayı'na konu olan sefer, ne amaçla düzenlendi?
fil olayı zamanında, yemen'de ebrehe adında hristiyan bir hükümdar iktidarda bulunuyordu. ebrehe'nin niçin bir orduyla mekke üzerine yürüdüğü konusunda çeşitli rivayetler vardır. ancak tüm bu rivayetler, ebrehe'nin kabe'yi yıkmak istediği konusunda birleşmektedir.
fil olayı ne zaman meydana geldi?
ebrehe tarafından yazdırılan, miladi 543 tarihli bir kitabe vardır(himyeri kitabesi). fil olayı'nın bu tarihten sonra olduğu kesindir. muhammed hamidullah, fil olayı'nın peygamberin doğumundan 3 ay önce, 569 yılında meydana geldiğini yazmaktadır. nitekim arapça kaynaklarda, peygamberin "fil senesi"nda dünyaya geldiği bilgisi verilir. (ibn hişam, siyer, ibnü'l-esîr, el-kâmil fi't-târih)
saldıran taraf kitap ehlidir allahın koruduğu tarafsa içinde 300 den fazla putun bulunduğu kabe ve mekke şehridir..
yani kurana göre allah fil suresinde kitap ehli yerine putperesleri desteklemiştir...
bu din semavi değildir..
"gericilere hoşgörü göstermek yüce bir terbiye göstergesi değil, bir milletin mutluluğuna, şerefine ve namusuna göz dikenlere hoşgörüdür ki, hiçbir zaman, hiçbir kişi buna izin veremez!"
kaynak: turandursun.com

devamı gelecek...
bin üçyüz yıl* önceki tarihçilerin cahilmiş gibi bilmiyor olduğu, olaylardan 1400 sene sonra yalancılıklarıyla biliniyor olan insanların sindirim sistemlerinden dışarı attıkları tez. zaten fatih sultan mehmet falan hep cahil. Avrupaya medeniyet götüren atalarımız dedelerimiz cahil. bir tek siz akıllısınız.
(bkz: biz aslında yoğuz)
(bkz: düşünüyorum öyleyse malım)
edit: heyecandan *yıl yazmamamışım.
Cok genis capli bir arastirma olmus gercekten. Okumadim cunku genis olmasina ragmen eksik bir arastirma. Cünkü henuz ölünmemis. En azindan bir kez ölünüp edinilen gozlemlerin biz okuyucuya ulastirilmasi gerek.

Tanim: yok oyle bir tanim.
(bkz: durumumuz yoktu okuyamadık kardeş)
inci sozluk mottosu olan (bkz: insan okuyacak bunu insan) tepkisi verip okudugum goruslerdir.
Bu yazıyı okuyan adam, (bkz: Richard dawkins) oldu.
sadece islamın değil tüm dinlerin yalan olması durumudur.
libya kuran'ı ile arap kuran'ının farklılığı da bunu doğrular cinsten.

Halife Ömerin oğlu şöyle demiştir: “Hiçbiriniz “Kuran’ın tümünü elimde tutyorum” demesin. Bilir misiniz ki, Kuran’ın (ayetlerinin) çoğu, yitip gitmiştir. Ama herhangi biriniz, “Kuran’dan ne kalmışsa (görünüşte ne varsa) o kadarını rlimde tutuyorum” desin. (Celaluddin Süyuti, el itkan Fi Ulûmi’l-Kuran, 2/32).
“Kuran, Tanrı’nın koruması altındadır”, “Kuran, bir harfi bile değişmeden korunagelmiştir”, “islam dünyasının heryerinde Kur’an aynıdır”… türünden savlar, artık gücünü yitiriyor.
Muhammed’den sonra yazıya ilk dökülen Kur’an, Halife Mervan tarafından yaktırılmıştır. Ondan sonra hazırlanan “ikinci asıl” da aynı akibete uğramıştır. Günümüzden 5000 sene önce yaşamış olan Sümerliler ve Mısırlılar’ın yazılı eserleri günümüze kadar gelirken, günümüzden 1400 yıl önce hazırlanmış olan Kuran’ın aslı (ilk orijinal nüshası) yeryüzünde bulunmamaktadır.
Bugün, Libya’da birçok yönden farklı bir Kuran basılmış ve “Cemahiriye Mushafı” olarak adlandırılmıştır. Bunun üzerine “Devrimci Kurtuluş Murtaza Hareketi” adlı Arap kuruluşu buna karşı çıkıyor ve şu ilkeleri sıralıyor:
1- Osman yazı biçimi (e’r-Resmü’l-Osmani), hiç yorum yapılmadan örnek alınması gereken bir Kuran yazı biçimidir. Kuran yazısı bir de ünlü kıraatlere uygun olmalıdır.
2- Hiçbir ayetin ayetliği tartışılamaz. Bir küçük tartışma var yalnızca: O da”besmelenin ayet olup olmadığı”dır.
3- Eklemiş olan “vakıf” (durma) ve uzatma işaretleri koymak zorunludur.
4- “Tevatür” (çok kimsenin aktarması) yoluyla gelen ve “Hind rakkamları” adıyla anılan Arap rakkamlarını koymak da zorunludur.
Sözkonusu islamcı örgüt, “Cemahiriye Mushafı” adlı Kur’an’ın bu ilkelere uymadığını belirtiyor. Ayrıca, adına da itiraz ediyor: “Büyük, küçük, her ülke kendine bir Mushaf (Kuran) belirleyip “bu ülkenin Mushafı’dır” derse durum ne olur?” diyor ve bunun içinden çıkılamaz korkunç bir şey olacağını savunuyor. Bir başka deyişle, “şu ülkenin Kuran’ı, bu ülkenin Kuran’ı” denemez demek istiyor. iyi de, “Dünya’da yalnız bir tür Kuran vardır. Kuran her çağda, her yerde aynı olmuştur, çünkü Kuran’da değişiklik olmamıştır” kandırmacasının tersine, gerçekte değişik Kuran’lar ile karşılaşılıyorsa ve bir ülke bunlardan birini “resmi Kuran” diye kendisi için seçme yoluna gidiyorsa ne olacaktır? Nitekim, Libya’nın yaptığı da budur.

Halbuki, bu çalışmada “yanlış”, “tahrif” diye nitelenen örneklerin çoğu, eski ünlü “kıraet üstadları”nın “kıraet”lerinde de yer almıştır. Bie başka deyişle, Libya Mushafı “yanlış” ise, “tahrif” ise, bu yanlış ve tahrifler yüzyıllardır süregeliyordu, çünkü, çizelgede adları verilen “kıraet sahipleri”, Libya Mushafı ile uyuşuyorlar. Bu kişiler ise, rastgele kişiler değillerdir. Örneğin, Medineli Nafi (H.70-169/M.689-785), “7 kıraet” sahibinden birisi ve Islam dünyasının en önemli ve güvenilir uzmanlarından birisidir. ibn Kesir (H.45-120/M.665-737) de “7 kıraet” sahibinden birisidir ve bu alanda Mekke’nin en tanınan kişisi olmuştur. Ebu Amr (H.68-154/M.687-770) ve ötekiler de “kıraet üstadları”dırlar.
Evet, görülüyor ki, “Libya Mushafı”nda bulunan ve “tahrif”, “”yanlış” olarak nitelendirilen değişiklikler, Libya Mushafı ile ortaya çıkmamışlardır. Bunlar, islam’ın en güvenilir Kuran uzmanlarınca da bu şekilde benimsenmişti. Dahası, Kuran’daki yalnızca “hareke”ler “harf”ler değil, “kelime”ler, “cumle”ler, “ayetler” de, değişik “metin”lerde “mushaf”larda, değişik olarak yer almışlardır. Ama, bunları gözden kaçırmak ve saklamak için, elden gelen yapılmış, bunun için yüzyıllar boyu akla gelmedik yollara başvurulmuştur. Değişik Kuran parçalarına, yani aynı Sure ve Ayet’lerdeki sözlerin, çok değişik biçimde ortaya çıkışına Muhammed’in zamanında bile rastlanıyordu. işte bir örnek:
Muhammed’in en yakın arkadaşlarından (Halife) Ömer, bir gün, Hâkim Oğlu Hişam’ı, Furken Suresi’ni okurken dinler. Hişam’ın bu sureyi kendisine öğretilenlenden tümüyle farlı sözlerle okuduğunu görür, öfkelenir ve yakapaça onu Muhammed’e götürür. Olayı Muhammed’e anlatır. Muhammed, Sure’yi her ikisine de okutur. Başka başka sözlerle okudukları halde, ikisini de onaylar. “Kuran böyle indirilmiştir” der ve ekler, “”Kuran yedi harf üzerine indirilmiştir”. ilginç olan odur ki; bugün ıslam dünyasında bilinen Kuran’da sözü edilen yedi harfin sadece bir adedi, evet, bir adedi bulunmaktadır. “harf”ler ile amaçlanan ne olursa olsun, yedi adet harften altı adedi eksiktir. Demek ki, bugün, “indirilmiş” olduğu iddia edilenin sadece yedide biri bulunuyor. Yedide altısı ise yok. Ne denli ilginç, değil mi? Bu “yedi harf”, bir yutturmacayı tezgahlamak ve “değişik Kuran”lar bulunduğunu örtbas etmek için uydurulmuştur ama, farkında olmadan bir başka yönde açık verilmiştir. Kuran’dan-Muhammed dönemindeki- çoğunun bugün eksik olduğu ortaya çıkmıştır. (Buhari, Kitabu Fezaili’l Kur’an).
Bü çizelgedeki farklardan kimi “hareke”, kimi de “harf” farkıdır ve bu farklar da bu yerlerde, “farklı anlamlar” meydana getirmekte. (Bu değişiklileri görmek için bkz. Ebu Zer’a Abdurrahman, Huccetü’l-Kıraat, Beyrut, 1984, 77-270, sure ve ayet sırasına göre. Bu sayfalardan kiminin fotokopisi için buraya tıklayınız).
Yine aynı açıklamalara göre, “Libya Kuran”ında, “ayet sonu” olarak gösterilen kesim, diğer müslümanların Kuran’ında ayet sonu değildir. Ya da birincisinde ayet sonu gösterilmemişken, ikincisinde ayet sonudur. Örnekler içinburaya tıklayınız.
Kuran’ın Hicr Suresi’nin 9.ayeti şöyle der: “15/9. Dogrusu Kitap’i Biz indirdik, onun koruyucusu elbette Biziz”. “Kuran’ı koruma işini, Tanrı’nın-varsa eğer- kendi üzerine almasında biraz durmak gerekir. Tanrı, “Kuran’ı niye koruyor?”. Ayette bunun cevabı da verilmiş: “Çünkü onu biz indirdik” diyor. tanrı’ya böyle söyletiliyor. Ancak, Kuran’ın “Tevrat” ve “incil” ile ilgili ayetlerine bakıldığı zaman, büyük bir “çelişki” göze çarpıyor. Kuran ayetlerinde, çok açık bir biçimde, Tevrat ve incil’in de Tanrı tarafından indirildiği bildirilir. Ancak, Islam dünyasına göre, bu kitaplar “zamanla tahrife uğradıkları” ve “bu yüzden Kuran’ın indirildiği” inancı vardır. Bu ilişkin ayet ve hadisler kanıt olarak gösterilir. Peki ama, akla şu soru geliyor: Tanrı, kendi gönderdiği için Kuran’ı koruyor da, kendi gönderdiği Tevrat ve Incil’i niye koruyamamış? Bu soruya kimse tatminkar bir cevapveremiyor..
Demek ki; “Kuran’ı tanrı indirdi, koruyucusu da O’dur” iddiası doğru değil.. Tanrı-varsa eğer-, Kuran’ı koruyamamıştır. Kuran’ın asılları yakılmıştır. Günümüzden 5000 sene önce yaşamış olan Sümerliler ve Mısırlılar’ın yazılı eserleri günümüze kadar gelirken, günümüzden 1400 yıl önce hazırlanmış olan Kuran’ın aslı (ilk orijinal nüshası) yeryüzünde bulunmamaktadır. Kaldı ki, bugün elimizdeki Kuran’ın, Muhammed’in Kuran’ı ile aynı olmadığı anlaşılıyor. Ayrıca, Libya, Arap mushafları ve Yemen Sa’na Kuran’ı (Dr Puin tarafından cami restorasyonu sırasında bulunan ve bir değişik Kuran nüshası olduğu anlaşılınca Yemen yetkililerinde kilit altına alınıp saklanan Kur’an) olmak üzere de üç ayrı Kuran bulunuyor.

kaynak: turan dursun / Din Bu IV., Kaynak Yayınları, istanbul.
geçelim bunları efendim.
inanmıyorum, Ay şok oldum yani. Kal geldi.
Sen mehdi olmalısın!!! islamı tamamen yıktın şu an! Artık islama değil sana inanıyorum! sen benim peygamberim olsana!
(bkz: geç gelen ergenlik) (bkz: hiç bitmeyen ergenlik)
Kafir söylemleri dinledikçe islamı daha çok seviyorum. Bağzı insanların narsistik taraflarını doyurmak için ne kadar da yalancı olduğunu fark ediyorum.
islam benim favorim. Hayatımı teslim edeceğim tek nizam.
hepimizin kendine göre faraziyeleri var. dogmaları var. teoriler birer faraziyelerden ibarettir. Ben de islamın faraziyelerini almayı tercih ediyorum.
Senin dinin sana, benim dinim bana. murç.
bir çok müslümanın görmezden geldiğidir. yakın zamanda gelen olumlu mesajlardan dolayı
diğer dinlerde kaynaklarla birlikte yalanlanacaktır.
o kadar zerdüşt pers, antik mısır, eski yunan büyük iskender hristiyanlık musevilik arabı adam edemedi yaşı geçmiş bir tüccar adam bir şeyler sallayarak arabistanı adam etti yani. islam yalansa her şey yalan gerçek diye bir yok. islam sadece geri kalmış arapları adam etmek içinse niye sadece arabistanda kalmadı kendinden daha köklü kültürlerede üstünlük sağladı.
inanmak yada inanmamak işte tüm mesele bu.
Yalan olma ihtimali olsa bile inanmak güzel ve Kimseye zararım olmadığı sürece de kimsenin bana müdahale etme hakkı yok.

Tanrıya inanmayanların, yıllar önce yazılmış "tarih"e inanmaları da oldukça paradoksal hani... Onu insan yazmıyor mu sanki? E insan hep doğruyu mu söyler, hiç yanlış yapmaz mı, hiç taraf tutmaz mı...
inancımın yalan olduğunu anlamak için bunu okumaktansa inanmaya devam ederim daha hayırlı.
şeytan kardeş bunları doldurup üstümüze salıyorsun bari az gevezelerinden seç.

not; geveze olduğumu bilenler ikaz etti yafu geveze gevezeyi dinler mi ?