bugün

islam ın tamamen yalan olması

bedevilerden öyleleri vardır ki, infak ettiğini bir cereme sayar ve sizi felaketlerin sarıvermesini bekler. kötü felaket onları sarsın. allah işitendir, bilendir. (98)

gene de bedevilere yönelmekten de kaçınmadığı görülüyor :
bedevilerden öyleleri de vardır ki, onlar allah'a ve ahiret gününe iman eder ve infak ettiğini allah katında bir yakınlaşmaya ve elçinin dua ve bağışlama dileklerine (bir yol) sayar. haberiniz olsun, bu gerçekten onlar için bir yakınlaşmadır. allah da onları kendi rahmetine sokacaktır. şüphesiz allah, bağışlayandır, esirgeyendir. tevbe 99

ibn haldun’a göre, hadari hayatın kökü, kaynağı ve çekirdeği bedevi hayattır. yeryüzünde ilk olarak bedevi hayat vardı. hadari hayat, bedevi hayatın aşamalı gelişiminden meydana gelmiştir. fakat bedevi hayat, hadariye dönüşümünden sonra bütünüyle ortadan kalkmaz. aksine varlığını muhafaza ederek hadari hayatla yanyana yaşar ve bu suretle iki farklı sosyal hayat tarzı bir diğerini besler.

özel mülkiyetin gelişimi sınıfların gelişimi ile at başı olarak gitmiş, daha doğrusu mülkiyet ve zenginlik karşısındaki saflaşma sınıfları ortaya çıkarmış. ezen ile ezilen sınıfların varlığı her toplumda kaçınılmaz olarak sınıf çatışmalarının varlığını da beraberinde getirmiş. var olan soy örgütlenmesi bu çatışmaların önüne geçemeyince de kaçınılmaz olarak devlet denilen siyasi yapıya gereksinim duyulmuş. demek ki devlet gereksinimi olan her yerde sınıfları, sınıf çatışmasını bulabilmek kaçınılmaz olmakta.

arapların, göçebe ve yerleşikler olarak ikiye ayrılmaları, aralarındaki refah düzeyi farkını da ortaya koymaktadır. bu bağlamda ticaretle uğraşan yerleşikler zengin iken, hayvancılıkla uğraşan ve çetin tabiat şartlarıyla sürekli mücadele halinde olan bedevi araplar ise yoksulluk çekmektedirler. bu nedenle yerleşikler tarafından cahil ve ikinci sınıf insanlar olarak değerlendirilmekte ve alaya alınıp hor görülmektedirler. aradaki bu farklılık, yerleşiklerin yoksul göçebe arapları faizle borç vermek suretiyle sömürmeye de sevk etmiş ve bu dengesiz ilişki, göçebe arapların büsbütün yoksullaşmasına yol açmıştır.

bu durumun cahiliye şiirine de etkili bir biçimde yansıdığı görülmektedir. şöyle ki, şenferâ lakabıyla ünlü sâbit b. evs el-ezdî (ö. vı. yüzyılın başları), teebbataşerran olarak ün yapan sâbit b. câbir el-fehmî ve ‘urve b. el-verd (ö. 596) gibi ileri derecede yoksulluk çeken ve bunu şiirlerinde ağırlıklı tema olarak işleyen pek çok şair ortaya çıkmıştır. arap edebiyatı tarihinde (saalîk), yani züğürtler diye adlandırılan bu şairlerin en ünlülerinden biri olan urve b. el-verd’in şu dizeleri konumuzun somut örneklerinden biri olsa gerektir:
her kim benim gibi aile sahibi ve yoksun olursa
maldan, atar kendini her tehlikeye
bir mazerete ulaşmak veya bir arzuya kavuşmak için
mazereti olan kimse de, başarılı kimse gibidir

bu grupta yer alan şairlerin tamamında şiirin önde gelen konusunun, yoksulluk ve yoksulluğu yenmek için yaşanan serüvenler olduğu görülmektedir. bu yönüyle yoksulluk faktörü, islamiyet öncesi arap insanının başta gelen sosyal problemlerinden biri olarak bu dönem şiirinin en çok işlenen konuları arasında yer almış gözükmektedir.
eski arap toplumuna baktığımızda üç sınıf görebilmek mümkün. bunlar hürler, esirler ve mevaliler.

hürler, genellikle aynı haklara sahip erkek ve kadınların oluşturduğu çoğunluk sınıftır. toplumun ve kurumlarının asıl kurucusu olan hürler, kendi aralarında ekonomik durum ve itibarlarına göre, doğal olarak, muhtelif tabakalara ayrılmaktadır. hicaz kabilevi toplumunun zirvesinde, mekke’li aristokratik kureyş kabilesi bulunuyordu

toplumsal hiyerarşinin aşağısında mevali ve esirler bulunuyordu. esirler, hürlerin sahip olduğu hukuk ve şereften yoksun olan sınıftı. bu sınıf, köleler ile cariyelerden oluşmaktaydı. mekke veya civardaki açık köle pazarlarından satın alınan kimseler ile kabile savaşlarında elde edilen esirler, köleliğin kaynağını oluşturuyordu. esir tüccarları, habeşistan’dan ve komşu ülkelerden getirdikleri köle ve cariyeleri panayırlarda satışa çıkarırlardı.

diğer taraftan bir köle, sahibinin kendisini bir tür evlâtlığa kabul etmesi ya da azat etmesi yoluyla onun mevlâsı olabilirdi. cahiliye âdetine göre bir adam, istediği bir yabancıyı kendi nesebine katabilir ve onu kendi aile efradından sayabilirdi. bu şekilde bir yabancıyı nesebe katmaya “istilhak” denirdi. aileye katılan kimse hür ise, “daiy” adını alır, köle veya esir ise, nesebine katıldığı adamın “mevlâ”sı olurdu. mevali sınıfı efendilerine mirasçı olabildikleri için kölelerden bir gömlek daha üstündüler. özellikle kölelerin sosyal hareketlilik yoluyla sınıf değiştirme imkânları hiç yoktu. onlar, efendilerinin mülküydü ve efendilerine itaat edip çalıştıkları sürece yemek yemeye hakları olurdu.

ilâhi bir din olan islam’ın ortaya çıkışı, ilkel üretim ve tüketim maddelerine kanaat gösteren bedevi ekonomiden dışa açılımlı ticari ekonomiye dönüşümde, bedevilik kültüründeki katı cemaat bağlarının gevşeyerek şehir toplumlarına özgü bireyselliğin ortaya çıkması ve toplumsal değerlerin kaybolmaya başlamasıyla yakından ilgilidir.

mekke’nin finans ve ticaret merkezi olarak gelişmesiyle birlikte, bedevi toplumun geçmişteki ahlâki standartlarının artık eskisi kadar iyi işlemediği açıktı. birçok bakımdan kabile ve soy teşkilâtı hâlâ kuvvetliydi, ama bazı yönlerden de kişiler hısımlık bağlarını umursamamakta tereddüt göstermiyorlardı. rekabete dayalı büyük servet birikimi ve gelişen ticari hayat, cemaat bağlarının gevşemeye başladığı bireysellik eğilimlerini besleyen faktörlerin başında geliyordu. toplumda baş gösteren bireysellik eğilimleri, çoğu zaman kişilerin kendi oymaklarına aykırı tutum ve davranışlar sergilemesine neden olmuştu. ebu leheb, . muhammed’e karşı haşimoğullarının çoğundan farklı bir davranış benimsemişti. buna karşılık ilk sahabe, oymaklarının hatta ana babalarının şiddetli muhalefetine rağmen müslüman oldular ve onlara karşı savaşlarda bile muhammed’in yanında yer aldılar.

weber şöyle diyor : “din, hayatın güçlük ve adaletsizliğine köktenci bir karşılıktır; güçlük ve adaletsizlikleri anlamlı hale getirmeye çalışır ve böylece insanları, sorunlarının üstesinden gelmeye ve bunlarla karşılaştıklarında kendilerini güven ve emniyette kılmaya muktedir kılar. dini düşünce, esas itibariyle, hayatın tehlikelerle dolu oluşunun ve belirsizliğinin bir sonucu olarak ortaya çıkar. belirsizlik, insanoğlunun belirli şeyleri arzuladığını, fakat arzularının daima gerçekleşmediğini görmesi anlamına gelir. bizim, olmasını gerektiğini düşündüğümüz ile gerçekte olan arasında daima bir çelişki vardır. bu çelişkinin doğurduğu gerilim dinî görüşün kaynağıdır. ... kötü ekseriya başarılı ve zenginken, iyi ve adalet daima öyle değildir. din bu tür gerçeklerin üstesinden gelme teşebbüsüdür; onun, tabiatüstü âleme aracılık etmesiyle maddi arzuların tatmin edilebileceğine inanılır. ... din, böylece, keyfiliği aşikâr olan dünyayı, anlamlı ve düzenli görünüme çevirebilir”. din “toplumsal bir bunalım ve kriz ortamında, geleneksel inanç ve yerleşik toplumsal düzene karşı, karizmatik bir dinî liderin önderliğindeki bir tür tepki yahut protesto hareketleri şeklinde doğar.

kur’an-ı kerim’in ezen-ezilen diyalektiğine yönelik çok sayıdaki ikazı da bunun belirtisidir. muhammed kur’an ile bir taraftan bu çatışmaları düzene koyacak bir siyasi yapının çatısını kurarken, diğer taraftan de nüfusun geniş bir kesimini oluşturan ezilenlerden kendine destek bulmaya çalışmıştır.

sadakalar kendilerini allah yolunda adayan fakirler içindir ki, onlar, yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremezler. iffetlerinden dolayı bilmeyen onları zengin sanır. (ama) sen onları yüzlerinden tanırsın. yüzsüzlük ederek insanlardan istemezler. hayırdan her ne infak ederseniz, şüphesiz allah onu bilir. (bakara suresi / 273)