entry'ler (21)

fotoğraf boşluklarında tükenmek

Bir bilsen, ah bir bilsen
Tükenmek fotoğraf boşluklarında
Kayan zamanı tutmak
kanat gibi çırpınan göz kapaklarında
Bir bilsen
Yokluğunda varlığından kaçmak nedir
Hafif esen rüzgarda ney sesi işitmek

Bulutlar hüznün falıdır
Hasreti salıveren yağmurlar getirir
Başıma bela olur şarkılar
Yine bana sarılır
Beni boğazlar, boğar yalnızlık
Hep aynı cebimde duran
Bir sigara gibi...

Bir kıyıda durup denize atlayacakmış gibi bakarım bazen
içimde canlanan yalınayak bir çocuk
Hep aynı köşeye çekilip iki büklüm olur
Başı dizinin üzerinde ağlayan
Dünyayla tanıştığına memnun olmayan,
Yalınayak bir çocuk.

usulca karabasan

ah küstah acılarım! epey yordunuz beni artık.

kar tanelerine dil uzatacak kadar susuzluğumu hissediyorum. gökten daha neler neler dilendim kimsenin bilmediği. siluetini çıkaran bulutlar ve seni omuzlarıma düşüren yağmurlar... bir karanlık odaydı ümitsizliğim. Ne zaman bir kapı aralanır olsa, arkasından güneş doğar, aydınlatırdı odamı. karanlık aslında ışığını kaybettiğin zamanlar acıtır. sonrası ise alışkanlık, nasır tutmuş ellerine batan iğneler gibi.

Karabasan dedikleri şu hasretin hüznü mü yoksa; geceyi zehir eden, nefessiz bırakan? mahşere kalan kavuşmalar öldürür erkekleri. sevda çok boyutludur. büyüklüğü görünür olmaz, derinliği ancak ehlinde saklıdır. bir çift mavinin kahrında kaybolurum. bir martının kanatlarında çırpınırken, bir sevdanın nişangahında can çekişirken bulunur yüreğim.

ama artık kaçma vakti gelmiştir bu odadan. hiç açılmayacak bir kapıya bakıp durmak boşuna artık. penceremden süzülen bir ayetle farkettim parmaklıkları ve mahkumiyetimi. artık kaçıyorum.

ve şimdi seninle olma düşlerimi terkediyorum.

yelkovan

aynı yerde dönüp duruyorsun ya... bazen ikimiz için söylüyorum şarkıları; sen de benim gibisin diye.
hep aynı sevgiliden cayıp, usulca bir terkedişin var ya... ama yine ve yine ona dönüyorsun hiç senin olmayana, senden olmayana
çok yalancısın yelkovan çok! benim gibi değilmişsin. benden neler neler çaldın, sense hala değişmemişsin.

başım ağrıyor

güne suni solunumla uyanıyorum. jelatinli kahvaltılar ve barkotlu doğallık... saniyelere yaklaşan tekdüzelik; başım ağrıyor.

dışarıda kar yağıyor, hadi kardan adam yapalım. ya da şu hipermarkette hazırı vardı, hem de bilmem kaç nokta doksan dokuz liraya. başım ağrıyor.

yeni koltuk takımın çok güzelmiş. biraz bilal-i habeşi 'yi anımsayalım, ağlayalım. sonra da plazma da şu yeni çıkan diziyi izleriz. başım ağrıyor.

balkondaki filistin bağrağını indiriyorum. arda muhteşem bir gol attı, türkiye dünyayı fethediyor, bugün kırmızı beyazım. coşkulu ve milliyim. başım ağrıyor.

afrikalı aç insanlar için bir konser varmış, ona gidelim istersen. üzülüyorum onların haline de, hem biraz eğleniriz. sonra da birlikte starbucks'ta birer kahve içeriz. burçlarımızı konuşuruz. başım ağrıyor.

bu mekanın çayına bayılıyorum. -usta bize 5 çay, bir de ortaya karışık "memleket kurtarma muhabbeti" yap. sonra elmalı nargilenden de içeriz. başım ağrıyor.

kürsel ısınmaya karşıyız, hadi klimaları açalım. doğa için şarkılar ve resimler topla bana. sonra 200 hp bir arabayla safari yapalım. aman çatallar ve bıçaklar geri dönüşümlü olsun. başım ağrıyor.

uzmanlarla yaşıyorum, onlarla yatıyor onlarla kalkıyorum. onlarla besleniyor, onlarla giyiniyorum. bir de akşam bülteni fetvaları... bazıları çok canımı sıkıyor ama; başım ağrıyor.

hadi işçi, emekçi kardeş gir koluma ve yaşasın 1 mayıs. biraz sarhoşum, bodrumdaki yazlığımdan yeni geldim. başım ağrıyor.

pazartesi sendromu, cumartesi gecesi şovları, kapalı alan korkuları, boğaza nazır özgürlük.... şu ev benim olmalıydı, en güzeli bu araba, biraz kola yudumla, hayatı yaşa. başım ağrıyor.

anında kargo sevgiler. ölçülebilen aşklar ve alışkanlıklar. isviçreli bilim adamlarıyla ve uzakdoğu meditasyonları, biraz da mevlana... yine de boğuluyorum sanki. ışıltıların arasında kararan bu dünya...

başım ağrıyor

biraz uyansam belki iyi gelir.

yaşanmamış hatıralar

belki de en çok yaşadıklarımızdır. hafızamızın en orta yerinde bir sandıkta gizli dururlar.
hep aynı deniz kenarında yaşanmayı beklerler.
kaldırım taşlarında
buruk bir gülüşte
ilkbahar yağmurunda
ya da bir duvarda

duvara boyanmış baş harfler

herkesin gördüğü gizli sevdalar vardır, bir de her fotoğrafa ilişen utangaç ağaçlar. mevsimlik elbiseleri ve bazen çıplak aynı yerinde... gerçeklerden taşma umutlara şahitlik eden... öncelerin, aylar ve yıllar öncesinin kanıtı.. bir ben değilmişim sararmış yapraklar görünce öylece durup susan. bir kolundan zaman çekiştirirken diğer koluyla geçmişe tutunan...

geçmiş derken, seni yine umutsuzca izleyebilme umutları. seni görebileceğim günlerin sabahlarında aynanın karşısında daha fazla durduğum zamanlar. sana papatyadan taç yaptığım yerde o ağaç yoktu, rüyaymış. başını çevirdiğinde savrulan saçlarını yutkunarak izlediğimi farkedip beni utandıran ağaç vardı sadece.

mahcubum kudüs; seni anımsatmayan şarkılar da dinliyorum. bugün sahil boyu bir şehri dövdüm. topuklarım daha sert olsaydı, ağlayacaktı.

namaz kılan öğrenciler

saygın gazeteci uğur dündar'ın ortaya çıkardığı haber üzerine, namaz kılan öğrencilerin velilerini bulduk ve onlarla röportaj yaptık.

bu velilerden bir tanesi ahmet bey asgari ücretle çalışan bir maden işçisi. çocuğunun namaz kıldığını öğrendikten sonra üzüntüsünü şöyle dile getirdi:

"-efenim, ben gece gündüz demeden evlatları için çalışan bir babayım. oğlum mustafa her hafta iddaa oynasın diye cebine üç beş harçlık koymak için didinip duruken, meğer o bu paraları cuma namazlarında camiye veriyormuş. ben şimdi ne yapayım. evlat bu!... atsan atılmaz, satsan satılmaz... biz hocalara da güvenemeyeceksek kime güvenelim."

ve diğer bir öğrencinin annesi mehtap hanım. kendisi evladına epey düşkündür. kendisinden durumla ilgili düşüncelerini istedik:

"-ben, oğlunu çok seven bir anneyim. yemedim yedirdim, giymedim giydirdim. oğlum evde yokken hep ararım, acaba kötü bişey mi yapıyor, başına bir iş mi geldi diye düşünür dururum. bazen bu çocuk telefonlarımı açmazdı. ben de ona neden derdim. o da bazen "arkadaşlarla bardaydık, gürültüden duymamışım" "tuvalette esrar çekiyorduk telefonun sesini kıstım" "kapkaç yaparken koşuyordum, telefonu açamadım" gibi türlü bahaneler söylerdi. ama içimde hep bir şüphe vardı. sayın uğur dündar sayesinde öğrendik ki oğlum namaz kılıyormuş ve bu yüzden bazen açmıyormuş telefonunu. eşim ve ben perişanız şimdi, kocam çok dövmek istedi oğlumu, söyleyin şimdi ben ne yapyım. devlet büyüklerinden de bu tür olaylara karşı önlem almasını istiyoruz. yazık bu ailelere, yazık bu çocuklara..."

ailelerin bu açıklamalarından sonra söylenecek pek bir şey bulamadık. doğrusu insan bu devirde evlat sahibi olmak bile istemiyor.

geceye uyanan hüzünler

saati hep geç kalan ve vakitsiz bir randevunun misafiri. kapını çalmadan bir şarkının en doruk nakaratını çalıverir içinde. sonsuz zaman çizelgesinden sadece sana ayrılmış bir parçayı yaşıyorsun. kalan herşey bir kaç saniyenin içine takılmış bir kaset gibi tekrar eder. uyandığında en başından yaşayacağın bir zaman parşasının girdabına dalıyorsun.
evinin kapısını ya sarı yapraklardan ya da yüksek beyaz kar yığınından temizliyor gibi mecburiyetlerini hisset. her şey bir adımını daha rahat atmak için.
kafana yazdığın her şeyin yine silineceği korkusuyla devam ediyorsun sitemlerinden not almaya.
yine siyahlarını giymiş matemli uykusuzluk!
ay olup hep tutulurum. gündoğumunda ve günbatımına tutulurum. hüzün kovan kuşu konsun pencerene. bu defa o muhtaç olsun senin lütfuna ve biraz da o kemirsin biteceğini umduğu saatleri. ay tenli ışık şarkıma karşılık versin.

mart

soracak çok sorusu varken dönencesi güneşe küsmüş bir çocuğun kış ayı olarak kaldı. ve her yıl bu ayda çocuk kalan yanını güneşe tutsa bile ısınmayan ve hep buz gibi soğuk, keskin haliyle yıllandı.

kelimeleri yutkunmak

konuşmaya susamak, susmaktır. zihninden ve kalbinden en yerinde sıçrayan sözleri kendi kendine söylemendir. sessiz ama pek vurgulu... kendinden oldukça emin. çünkü ağzından çıkmayanı kulağın yine de duyuyordur. ve içine attığın bu kelimeler asla unutmayacağın sözlerdir.

yalnızlığın elinden tut düşüyorsun

her şarkının devamı vardır. sonrası ve öncesi vardır. duydukların sadece senin için koparılmış bir yaprak. içi dolu sayfa, iki dolu sayfa...
her yolculuk başka bir kalıcılığın başlangıcıdır. gerçekten uzaklaşmadan "gerçek" ten uzaklaşırsın.
sıkılganlığın vakti değil, biliyorsun. bir şeyler istemek için artık sadece haketmenin yetmediğini de... çırpındıkça batıyorsun. yalnızlığa tutun; düşüyorsun.

esarete sığınmak

bugün bir çocuk gördüm; ellerini ve burnunu metro camına yapıştıran. kendi köşesine sığınmış ve anlamsız bakan yetişkinlerin arasında sanki haksızca hapse atılmış gibi içeri sığmayan. bu küçük ve saf yüreğin cesaretinden esinlenmeye bile korkulur. gözlerini nasıl da dikmiş uzağa...
oysa kafasını kaldırmaya takati kalmamış insanlar için yolunda giden tek şey "yoluna koyma çabası" idi. aman diyor zaman diyor ve tedirginliklerimizle çekiliyoruz kabuğumuza. giderek yanımıza sokuluyor bu telaş. oysa kaldırım taşlarının çizgisine basmadan yürümeye çalışırdık bir zamanlar. şimdi ise işe gitmek istemeyen, okula gitmek istemeyen, gitmek istemeyen, kalmak istemeyen ve istemediği ne varsa zorla yaptırılmış ayaklarımızın cansızlığıyla yaşıyoruz.
biliyorum; bir gün bu çan eğrisinde yaşlandığımda o çocuğun da torunuyla karşılaşırsam ve yine metroda; yine aynı şekilde esarete sığınmamış ve hürriyete dikerse gözlerini; yanına gidip çocukça dikleneceğim ben de hayata. onun kadar muhtaç ama onun ümitli olduğu kadar ümitsiz. "-iyi günler delikanlı, bu benim son durağım"

filmin eksik karesi

saniyenin takıldığı andır. kum tanelerinin kıvılcım olup başımdan aşağı döküldüğü, sessizliğin tüm hüznü yüzüme bağırdığı, karanlık bir odada ufak tefek ışıkların ay ışığının ayağına takıldığı duraksama.
yanlızlık!
sen misin beni terketmeyen yoksa ben miyim tilki gibi kapına dönen
istemeyerek misafirinim
bunda kızacak bişey yok
camlarım buğulandı
yazacak bişey yok.

soğuk heyecan

saklı olduğun ya da saklı tuttuğun kederlerinle yalnızlıkta rastgelmiş bir çarpışmadan sonra göz göze gelmek gibidir. zihninin tüm çabalarıyla hamleler saydırırken bu "olmaz" lara, hala anlamsız bir ümit taşıyor olduğunu kendine bile itiraf edemezsin. odanın bir duvarı "keşke" diğer duvarı "belki de" diye anılır. pişmanlık ya da ümitlerle çarpıştırılırsın bir o duvara bir ötekine.
bir senfoninin doruk anına yaklaşır gibi çekersin nefesini, zaman yavaş akmaya başlamıştır... bedenin mi bu gittikçe büyüyen yoksa yalnızca gözlerin mi? kulağında trafiğin, kalabalığın, okul zilinin, araba kornalarının, metro durak uyarılarının, yaprak hışırtılarının, atılan tokatların, deniz dalgasının ve baş ağrılarına sebep konuşmaların seslerini duyarsın aynı anda. bir doğumun son anlarına yaklaşır gibi tırmanan bir jenerik... anımsatmasından korktuğun şarkıların nakaratlarını duyarsın... ve yükseliyor kızgınlığın... göğüs kafesini sonuna kadar doldurdun... ve son damlaları bu bardağın...:
bir ahhh çekersin ve boşalır tüm dumanın. uzun soluklu bir kederin adıdır bu. hepsi bir kaç saniyede gerçekleşir bu soğuk heyecanın. bir "ah" nidasının hikayesidir. ve duyulmamışlığıyla saklarsın sıradaki nefesine... bir dağı yerinden kaldırmış kadar yorgunsundur artık. hüznün seni bulaştırdığı en kirli elbiselerinle eğer başını; o en bilge ve en yorgun bakışlarını dikersin karşına, karşında olmayan insana. soğuk heyecanlarla yaklaşıyorum sana. caydığım umutlarımın yırtık fotoğraflarını göreceksin.

yağmurdan önce düşmek

bulutlarda saklı ruh halinin gümüş rengine dönen gün ortasında yağmurdan önce ve yağmurdan daha sert yeryüzüne çarpmaktır. ayakları yerden kesilmiş ve arşa uzanmaya çalışan sevdaların birikintileridir. en kuytu birikintilerimizden buharlaştık. dünyayı en yüksekten görenler olduk ve gördük gökyüzüne bakmasını bile bilmeyen ritmik ve monoton koşuşturan insanları.

bu biriken sevdalarımız yere düşsün istedik, bulutlar yok olsun ve heyacanlı çocuklar ay ışığında saklambaç oynasınlar diye.

sen sevgili; sen olasılığı yüksek denizlerle bedenini birleştirirken ben en sert kayaya çakıldım, ve hepinizden önce düştüm.

ıslak ve gri gün

aslında keyfine varılması kolay bir günlerdir. belki biraz ıslanarak ve sitem ederek kapınıza doğru koşarsınız. tabi aklıyla sürekli birşey kurcalamayı seven biriyseniz hemen "acaba koşsam da yürüsem de aynı mı ıslanırım" diye getirsiniz aklınıza. eve girdiğinizde ilk karşılaştığınız şey annenizin size uzattığı havlu ve sıcak çorba teklifidir.

sıcacık bir kahveyi avcunuzun içine yumarak pencerenin karşısına geçip burnunuzun ısınmasını beklemek kadar keyiflisi olamaz o an. elbette daha önceki deneyimlerinizden "yağmurlu bir günde dinlenecek şarkılar" listesini hazırlamışsınızdır kafanızda. belki de çoğu insan gibi aklınıza ilk gelen "teoman-istanbulda sonbahar" olur. durgun ve anlamlı bakışlar atarsınız dışarıya, gökyüzüne bakarak bilgece tahminlerde bulunursunuz.bileğinizden daha öteye uzattığınız kazağınızın kolu avcunuzun içinde şekillenir, kahveden bir yudum, burnunuz daha iyi, bu an hiç bitmemeli...

ıslak ve gri bir günü yaşayabilmek, güzel bir tabloyu anlayabilmek ve yorumlayabilmektir. sadece biraz bakış açısı...

tualde yaşamak

yaşanmışlıklar, pişmanlıklar, keşkeler ve geri dönmek isteyişler üzerine kurulu bir düzenin resmi.

herşey kirletilmeyi ve süslenmeyi bekleyen bir beyaz tuale doğmakla başladı. ne kadar masum ve şaşkındık. acaba nerden başlamalı derken aslında ilk fırça darbelerini bizim için atacak bir düzen vardı. çekirdek aile içerisinde henüz hayatın sert, savurucu ve yorucu renklerle tanışmamıştık.

evet böyle birşey hayat; bir tuale boyanan resim gibi... yaptığımız her boyama ile daha da belirginleşiyordu şeklimiz ve karekterimiz. boyanacak yer kalmıyor yavaş yavaş...

pişmanlık, yanlış vurulan renkler... ve kuralı var, ne kadar istemesenizde silemzsiniz çünkü bir kara kalem çalışması değil bu. yapabilecek tek şey o pişmanlık renginin kurumasını bekleyecek kadar sabretmek ve üzerine başka bir renk vurulacak hale gelmesini beklemek. dua etmek, ve düzenin en büyük kurucusu o büyük ressama, büyük şaire sığınmak.

ancak ondan ilham beklemek, ona çokça şükretmek...

bazen bir gece siyahında buluruz gerekli hamleyi. yemyeşil bir vadinin durgun ve duru bir deresini resmederken bir çehreye tutuluruz o derenin yansımasında. kelebeklerin ömrü daha da kısalır, gökyüzü kırmızıya çalar, ve yıldızları püskürtür hasretli ve sitemli oflarımız. kavuşmak ya da hasretin rengine hapsolmak ise bizim hesabımızdan ötedir. o çehreyi o derenin yansımasından silmek de pek kolay olmaz. bir tualde yaşarken hiçbir renge sığamaz oluruz

bu resim hiç hesap etmediğiniz bir anda biter, buz kesilir bütün boyalar, herşey bir tualde yaşamak gibidir. ve yine o ilk beyaza sarılır, gideriz sessizce. öteki resim atölyesine...

evlatlık verilen merhamet

insanoğlunun riyakarlığı pek de bulanık oldu. "toplum standardı" denilen hadise sizin ne kadar doğru, ne kadar yanlış olduğunuzu belirleyen farazi bir kurul... yaptığınızı herkes, hatta o kimse (kusursuz olduğu idda edilebilecek herhangi bir tanıdık) bile yapıyorsa, mübahtır, yapabilirsiniz. hergün kurulan vicdan mahkemelerinde yaptığımız her kötülük üst kurullarca kabul görülüp "bu karar emsal teşkil etti bile" dedikten sonra gelen doğrular...

ve şimdi merhamet "enayilik" olarak kabul görmeye başladı. doğrularınız artık komşunuz "hasan bey", başarınız halanızın oğlu "ahmet" ile ve sevginiz diğer öz kardeşlerle ölçülüyor.

ey oğul;

kendini ve bizi kurtaracak yolda, seni hapse götürmeyecek, itibarımızı zedelemeyecek, en azından parayla düzeltilebilecek kadar zedelemeyecek her yöntem hakkın ve mecburiyetindir. herkesin çaldığı kadar çalmazsan ezilirsin, herkesin öldürdüğü kadar öldürmezsen sen ölürsün. ekmek aslanın ağzındaymış ve şimdi o aslana en büyük kahpeliği yap. asil soylu krallar soytarı olmalı sen ise şah...

merhamet mi? omzuna yük olur. geçinemezsin, nasıl yapacaksın. bir cami avlusuna bırak ya da altında ezilenlere öğütle. onlara evlatlık ver. ver ki acınacak olan sen olma.

anlamı girdap olan kelimeler

çözümsüz denkleme benzeyen kavramlardır. içine girdiğinizde daha da derine gittiğinizi ve boğulduğunuzu hissedecek olursunuz. içinde nice şairler boğulmuştur. ve daha da derine gittiğinizde, bu girdabın içinde, sigara ne kadar da hızlı yanıyor...

ve anlamında boğulduğun o kelime:

aşk

göz sanılgısı

reelde bir yanıltıcılık olmasa bile zihnini çalkalayn duyguların başını döndürmesi sonucu oluşan durum.

hızlı ve çevik bir şekilde son adna bindiğin bir belediye otobüsünde hala çevik görünen vücudunda saklı baygın ruhunu arka taraflara doğru ilerletiyorsun. anlamsız bakışların birden dondu. ve "o" nu gördün. muhtemelen mühür vurulmuşçasına sımsıkı birleştirdiğin dudakların şaşkılıkla birbirinden hafifçe ayırılıyor. zihninin bulanıklığı şiddetlendi. bu şiddetin etkisiyle gözünü tekrar kapatıp açtığında "o" olmadığını anlıyorsun. sadece bir göz sanılgısı. göz yanılgısı değil çünkü "o" na benzetmen için reelde hiçbir yanıltıcılık yok. seni yanıltan aslında sende olup olmadığını bile anlayamadığın ruhun. içinde karmaşıklıklar... ve bunu hep yapıyorsun. herkesi birkaç saniyeliğine "o" sanıyorsun. otobüsün demirinden gereksiz yere sıkıca tutunduğunun farkında bile değilsin. düşecek olan bedenin değil, kalbin. ne kadar ağır yükleri var. içinde kocaman bir kelime taşıyorsun. içinde anlamı girdap olan kelimeler.