bugün
- en son ne yediniz22
- şaka maka 2025 yılında hala komünist olması11
- ellerim bos gonlum hos9
- asgari ücret 52bine çıksa kiralar da 15 bine çıkar19
- 3 polis şehit eden teröristin serbest kalması9
- yazarların özlediği şeyler10
- 23 mayıs 2025 fenerbahçe beko panathinaikos maçı16
- anın görüntüsü9
- sucuklu yumurta8
- gecenin şarkısı8
- lgbt denilen sapkınlık vahim boyutlara ulaştı14
- taşak traşı olmak20
- shawarma8
- keyfi verilebilen çaylaklık süresi sorunsalı9
- her şeye amk diyen tip14
- yaz geliyor heyoo8
- kitap okumak11
- sözlüğün aptalları sıralı tam liste12
- rus kızlarına ilgisi olmayan türk erkeği19
- yapılacak tek şey siyonistleri tek tek öldürmek9
- kadınınız mini etek giyebilir mi8
- her entrynin sonuna evet yazan yazar11
- israil'e en çok mal satan beş ülke9
- günün yorgunluğunu alan şeyler10
- aydinoglu bombala'nın sözlüğe vedası28
- sevismek10
- evlenmemek için nedenler11
- filistinlilerin dedeleri topraklarını sattı8
- göte epilasyon yaptırmak16
- yunan halkına düşman değilim10
- töre dizileri12
- kaldırımdaki taşa tecavüz eden adam21
- evlenilecek adam modeli8
- batman vs superman14
- bir yazarın zekasından şüphe duymak9
- askim orasi degil diyen kadin8
- alkol dostunuzdur9
- sözlükte bilgisiz yazarların çok olması9
- kaç yaşındasın18
- sevgilisi olmayan sözlük kızları tam liste15
- allah ın ahirette baldırını göstermesi8


entry'ler (112)
(#39254556) re: Eski günlerine dönmesine katkıda bulunmak için eskisi kadar kaliteli yazarların sayısı artmalı ve ilk entryde bahsettiğim sözlüğü bırakma sebeplerim arasındaki; o tipteki insanlar azaltılmalı veya susturulmalı, e herkes istediğini söyleyebildiğine ve bu kişilerin sayısı artığına göre, iyi yazanlar -zor ama- artsa bile, eleştirdiğim şeyleri sözlük dışına nasıl çıkarabiliriz ki?
(#39254570) re: Söz konusu eleştiriyi ben de yapıyordum fakat sonradan yanıldığımı fark ettim, zaten bu sebepten Ekşi Sözlük'te değil de Uludağ Sözlük'te takılmayı seçmiştim hatta. Fakat, bilinçsiz insanlar her yerde çoğaldığı gibi orada da çoğalsa da, ilk zamanlarındaki gibi kutsal olmasa bile hâlâ çok bilgilendirici ve keyifli bir ortam. En azından söylendiği gibi etnik döküntüler muhabbeti çok zuhur etmiyor gözlemlediğim kadarıyla, gerçekten çok güzel başlıklar ve entryler var... Zaten herkes eskisi gibi kolay "yazar" statüsüne erişemediği için, boş beleş insanlar en az 40.000 kişilik çaylak onay listesinde olduklarını görünce yazıp yazıp sıkılıp çıkıyor...
edit: ~~https://www.uludagsozluk....t-ve-alevi-olmamas%C4%B1/~~ bu tür şeylerin fazla olması midemi bulandırıyor işte.
(#39254570) re: Söz konusu eleştiriyi ben de yapıyordum fakat sonradan yanıldığımı fark ettim, zaten bu sebepten Ekşi Sözlük'te değil de Uludağ Sözlük'te takılmayı seçmiştim hatta. Fakat, bilinçsiz insanlar her yerde çoğaldığı gibi orada da çoğalsa da, ilk zamanlarındaki gibi kutsal olmasa bile hâlâ çok bilgilendirici ve keyifli bir ortam. En azından söylendiği gibi etnik döküntüler muhabbeti çok zuhur etmiyor gözlemlediğim kadarıyla, gerçekten çok güzel başlıklar ve entryler var... Zaten herkes eskisi gibi kolay "yazar" statüsüne erişemediği için, boş beleş insanlar en az 40.000 kişilik çaylak onay listesinde olduklarını görünce yazıp yazıp sıkılıp çıkıyor...
edit: ~~https://www.uludagsozluk....t-ve-alevi-olmamas%C4%B1/~~ bu tür şeylerin fazla olması midemi bulandırıyor işte.
Uzun süredir sözlüğümüzdeki konjoktürden, konuşulan şeylerin absürtlüğünden, dar kafalıların sayısının fazla olmasından muzdarip hâldeydim, yaklaşık 10-15 gündür, buraya girmeyip Ekşi Sözlük'te takılıyorum, oradaki konular o kadar ilgi çekici ki, burada gezinirken genelde okuyucu hâldeydim, ama kısa sürede 70-80 entry girdim bile.
Öncelerden, burayı daha çok seviyordum, daha sakin, seviyeli ve güzel geldiği için, ama üzgünüm Uludağ Sözlük, artık yeteri kadar ilgimi çekmiyorsun ve elveda, seninle çok hoş günlerimiz oldu.
Öncelerden, burayı daha çok seviyordum, daha sakin, seviyeli ve güzel geldiği için, ama üzgünüm Uludağ Sözlük, artık yeteri kadar ilgimi çekmiyorsun ve elveda, seninle çok hoş günlerimiz oldu.
Atatürk, bilime çok değer veren bir insandı fakat söylediklerinin bilimle çelişmesi hiç sıkıntılı bir durum değil, ilk entryi okumadım bile, başlığı gördüğüm gibi abanıyorum.
Atatürk’ün, 25 Eylül 1924 yılında Samsun istiklal Ticaret Okulu’nda öğretmenler için verilen bir çay ziyafetinde yaptığı konuşma aşağıdadır. Başöğretmen, öğretmenlere şöyle sesleniyor:
“Dünyada her şey için; uygarlık için, hayat için, başarı için en hakiki mürşit ilimdir; fendir. ilim ve fennin dışında rehber aramak dikkatsizliktir, bilgisizliktir, yanlışlıktır. Yalnız ilmin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki devrelerinin olgunlaşmasını kavramak ve yükselişini zamanla izlemek şarttır. Binlerce sene önceki ilim ve fen dilinin çizdiği kuralları, şu kadar bin sene sonra bugün olduğu gibi uygulamaya kalkışmak, elbette ilim ve fennin içinde bulunmak değildir. Çok mutlu bir duygu ile anlıyorum ki; söz söylediklerim bu gerçeklere erişmişlerdir. Mutluluğum artıyor. Şöyle ki söz söylediklerim, öğretim ve eğitim altında bulunan yeni nesli de gerçeğin ışıklarıyla doğuşuna sahip olacak şekilde yetiştireceklerine söz vermişlerdir. Bu, hepimiz için övünmeye açık bir noktadır.”
Başka bir husus, örneğin Isaac Newton'un söyledikleri sonradan yanlış çıktı, daha doğrusu bulundu diye değerli bilim adamını da aşağılayamayız. Bilime yaptığı katkı aşikârdır...
Ayrıca, her ne kadar Atatürk'ün kendisine ait olmadığı ispatlansa da, şu söz de kendisi ile bağdaştırıldığı için belirtmek isterim.
“Eğer bir gün benim sözlerim bilimle ters düşerse, bilimi seçin”
görsel
Atatürk’ün, 25 Eylül 1924 yılında Samsun istiklal Ticaret Okulu’nda öğretmenler için verilen bir çay ziyafetinde yaptığı konuşma aşağıdadır. Başöğretmen, öğretmenlere şöyle sesleniyor:
“Dünyada her şey için; uygarlık için, hayat için, başarı için en hakiki mürşit ilimdir; fendir. ilim ve fennin dışında rehber aramak dikkatsizliktir, bilgisizliktir, yanlışlıktır. Yalnız ilmin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki devrelerinin olgunlaşmasını kavramak ve yükselişini zamanla izlemek şarttır. Binlerce sene önceki ilim ve fen dilinin çizdiği kuralları, şu kadar bin sene sonra bugün olduğu gibi uygulamaya kalkışmak, elbette ilim ve fennin içinde bulunmak değildir. Çok mutlu bir duygu ile anlıyorum ki; söz söylediklerim bu gerçeklere erişmişlerdir. Mutluluğum artıyor. Şöyle ki söz söylediklerim, öğretim ve eğitim altında bulunan yeni nesli de gerçeğin ışıklarıyla doğuşuna sahip olacak şekilde yetiştireceklerine söz vermişlerdir. Bu, hepimiz için övünmeye açık bir noktadır.”
Başka bir husus, örneğin Isaac Newton'un söyledikleri sonradan yanlış çıktı, daha doğrusu bulundu diye değerli bilim adamını da aşağılayamayız. Bilime yaptığı katkı aşikârdır...
Ayrıca, her ne kadar Atatürk'ün kendisine ait olmadığı ispatlansa da, şu söz de kendisi ile bağdaştırıldığı için belirtmek isterim.
“Eğer bir gün benim sözlerim bilimle ters düşerse, bilimi seçin”
görsel
https://youtu.be/81QOIjeElCA
(Dikkat, ruha fazlaca hitap eder)
duramam burada ben, duramam çünkü her günüm bir olay
aramam kimseyi, koyamam yerine sanki öyle kolay
taşlar düşüyor dağlardan, uyandım boş uykulardan
sen hangi eylül, ben hangi başak?
istanbul’dan evden bezdim, ülkenin her yerini gezdim
Aydın, izmir, Afyon ve Uşak
en son da Bodrum; orada biraz durdum
ilk gençliğimde yeni uzamış saçım ve güneş gözlüğüm
nasıl kendini beğenmiş, ağzımdan küfür eksilmezmiş
ama güzel gözlüyüm…
yıllar geçmiş tek nefeste, ruh bedende pür hevesle öğüt veriyor
aslında bütün yük bende, ruh ağırlık bu bedende, gücüm yetmiyor
ondandır ki sustum; artık çok yoruldum
şehre yeni geldim bu akşam,
kararlarım var rakıyı bırakıcam
yaramıyorsa içmicen başkan
/Yüzyüzeyken Konuşuruz - Bodrum/
(Dikkat, ruha fazlaca hitap eder)
duramam burada ben, duramam çünkü her günüm bir olay
aramam kimseyi, koyamam yerine sanki öyle kolay
taşlar düşüyor dağlardan, uyandım boş uykulardan
sen hangi eylül, ben hangi başak?
istanbul’dan evden bezdim, ülkenin her yerini gezdim
Aydın, izmir, Afyon ve Uşak
en son da Bodrum; orada biraz durdum
ilk gençliğimde yeni uzamış saçım ve güneş gözlüğüm
nasıl kendini beğenmiş, ağzımdan küfür eksilmezmiş
ama güzel gözlüyüm…
yıllar geçmiş tek nefeste, ruh bedende pür hevesle öğüt veriyor
aslında bütün yük bende, ruh ağırlık bu bedende, gücüm yetmiyor
ondandır ki sustum; artık çok yoruldum
şehre yeni geldim bu akşam,
kararlarım var rakıyı bırakıcam
yaramıyorsa içmicen başkan
/Yüzyüzeyken Konuşuruz - Bodrum/
Yürütme erkanının başkentte olması gerektiği için bakanlık oradadır. Orman olmasına gerek yok. Ayrıca Atatürk Orman Çiftliği de literatürde ormandır ve Ankara'ya aittir.
Hatıralarımda üç sene önce yapılmış olan bir projeyi canlandırdı başlık... Filmler ve Filimler platformunun daha ilk zamanları, henüz sadece Facebook üzerinden paylaşım yaptıkları aile dönemlerimiz... Yıl 2015, F&F bir yarışma yapacağını duyurdu, kısa film yarışması. Bu yarışma için projeler gelmeye başladı. Birçok güzel proje gelmişti ama projelerden biri başlıkla ilintili. Semih Ellialtı diye görme engelli bir ağabeyimiz hazırlamış projeyi. ismi, "Bugün Rüyanda Ne Duydun?" Oldukça etkileyici bir projeydi diye hatırlıyorum. Başlığı görünce internet üzerinden kendisi ile ilgili yeniden bir araştırma yaptım ve kısa filmler çekmeye devam ediyormuş. Güzel bir perspektifi var, bakmanızı öneririm..
Bahsettiğim "Bugün Rüyanda Ne Duydun" adlı kısa filmin izlenilebilir linki:
(bkz: https://www.facebook.com/...er/videos/742853072486567)
Kendisi ile ilgili bilgi ve kariyerografik geçmişi: (bu kelime daha seksi...)
(bkz: http://www.kameraarkasi.o...menler/semihellialti.html)
Araştırmam sonucu rastladığım ve kendisine ait olan Youtube kanalı, çekmiş olduğu iki kısa film yüklü
(bkz: https://www.youtube.com/c.../UC3ZB-U6Kdm5pGR3KH079wKA)
Biraz reklam gibi oldu fakat kendisi ile tanışmıyoruz, sadece azmi ve başarısı ilgimi çektiği için, bu başlığı görünce de ta üç yıl önceden izlemiş olduğum bir kısa filminden aklıma gelmesinden mütevellid paylaşmak istedim sizlerle...
Bahsettiğim "Bugün Rüyanda Ne Duydun" adlı kısa filmin izlenilebilir linki:
(bkz: https://www.facebook.com/...er/videos/742853072486567)
Kendisi ile ilgili bilgi ve kariyerografik geçmişi: (bu kelime daha seksi...)
(bkz: http://www.kameraarkasi.o...menler/semihellialti.html)
Araştırmam sonucu rastladığım ve kendisine ait olan Youtube kanalı, çekmiş olduğu iki kısa film yüklü
(bkz: https://www.youtube.com/c.../UC3ZB-U6Kdm5pGR3KH079wKA)
Biraz reklam gibi oldu fakat kendisi ile tanışmıyoruz, sadece azmi ve başarısı ilgimi çektiği için, bu başlığı görünce de ta üç yıl önceden izlemiş olduğum bir kısa filminden aklıma gelmesinden mütevellid paylaşmak istedim sizlerle...
Mânâsız bir ifade... Burası Tayyip Bey'in ülkesi değil sevgili dostum. Burası bizlerin ülkesi, halkın ülkesi; bilmem anlatabildim mi?
Müdürün odasına gece vakti girmemden mütevellid okuldan atılmışlığım var, hangisi daha çılgın (ve saçma) tartışmayalım bence. :D
sözlüğün seviyesinin üstüne daha fazla nasıl sıçılır temalı başlıklar
(bkz: yuvasını yıkmak)
(bkz: yuvasını yıkmak)
Alman literatüründe somut olarak satranç oyununda soyut olarak da bazı edebi ürünlerde kullanılır. Somut mânâsı; satranç oyununda; oynanacak hamleden hemen sonraki rakip hamlenin mat durumu oluşturmasını engellemenin hiçbir yolunun olmadığını ifade eden terimdir.
Soyut mânâsı; kişinin hayata dair hiçbir umut beslememesi, gelecek hakkında olumlu bir şey olacağına inanmaması, ya da artık bunları umursayamayacak bir zihne sahip olmasını -biraz da nihilizme yaklaşan bir durumu- ifade eden terimdir.
Soyut mânâsı; kişinin hayata dair hiçbir umut beslememesi, gelecek hakkında olumlu bir şey olacağına inanmaması, ya da artık bunları umursayamayacak bir zihne sahip olmasını -biraz da nihilizme yaklaşan bir durumu- ifade eden terimdir.
Okuldan atılan her sözlük kullanıcısının arama yerine "okuldan atılmak" diye yazıp kendi durumunu anlattığı eylemdir. Vakit bulunca ben de yazacağım bu günü, durun durun...
https://www.youtube.com/watch?v=wI6MRwD-OvY
alpay&mfö düetindeki kadar zevkli olmasa da(bence), kendine has, kitlesine hitap eden bir biçimde; çok güzel yorumlamıştır.
alpay&mfö düetindeki kadar zevkli olmasa da(bence), kendine has, kitlesine hitap eden bir biçimde; çok güzel yorumlamıştır.
Tehdit mesajı değil, hepimiz zararlı çıkacağız babında söylemiştim. Sen de, ben de.
Bir insan; hangi ırka, sosyal statüye, masumiyet karinesi(presumption of innocence)nin herhangi seviyedeki ihlali durumuna sahip olursa olsun, ölüme layık görülmesi veya kişinin ölümünden zevk alınması vicdan dışıdır.
Ölüm, modern hukukta ve bilhassa sosyolojide bir ıslah yöntemi değildir. Ölümün olağan dışı hâllerdeki zuhuru, her dönemde, gerek sosyologlar, gerek felsefeciler, gerek toplum aydınları tarafından eleştiri konusu olmuştur.
Şu durum da oldukça gerçektir: ölümlerden haz alınması, devletlerin bekası için kaçınılmazdır. Devletler, bu hassasiyetleri kullanarak beslenir. Bu, milliyetçilik ve dinde tutuculuk (muhafazakarlık) kavramları ile bütüne ulaşabilir. Irk düşmanının veya din düşmanının ölmesi, halka zevk verir. Bu “başarıyı” elde eden devlet, güçlenir ve taraftarlarının desteklerini daha da pekiştirmekle birlikte yeni taraftarlar kazanır. Böylelikle hem savaşta başarı elde etmiş olup diplomasi yönünden bir kazanca ulaşmış devlet, halkın milliyetçilik, dincilik vb. hassasiyetlerini kullanarak bağlılık şuurunu da canlı tutmuş olur.
Irkımızı seçemediğimiz için, bu konuda tutuculuk yapmak da oldukça mantıksızdır. Hele ki, insan hayatı söz konusuysa…
Toplumun tüm alanlarında, insan pragması gözetilir. Bir hayata sahip olmanın ulviyetinin bilgisine erişmiş her ferd, bu şeyi kutsal saymış ve işini bu doğrultuda yapmıştır. Tıbbın babası Hipokrat, hukukun babası Grotius, sosyolojinin babası Comte, felsefenin babası Sokrates, eğitimin babası Comenius, siyasetin babası Maurice Duverger ve daha niceleri ışığında aydınlanmış her alan adına edilen her yeminde ve öğretilen her doktrinde din, dil, ırk kavramlarının, o işi yapmanın önüne geçmeyeceğine ve o iş yapılırken, bu tür şeylerin işin usulüne, muamelesine etki edemeyeceğine ve bunun gerekliliğine özellikle vurgu yapılır. Topluma yön veren ve nispeten daha fazla söz hakkına sahip olan kesimlerin de doktor, hukukçu, siyasetçi, öğretmen, sosyolog, psikolog vs. olduğunu göz önünde bulundurursak, “aşırı milliyetçilik- tutucu dincilik” kavramlarının çökmesi gerektiğini bir kez daha görürüz. Çünkü toplumu oluşturan, besleyen, ona öğreten, onu koruyan, onu savunan kişiler bu kişilerdir. Her şey toplumdan oluşur ve yine her şey kendinden oluşan “yeni kendine” maruz kalır. Toplum nasıl oluşur, gelişir, düşünür ve ne olursa, bu oluşan şeye maruz kalır.
insanların bu tür stratejik ve çok yönlü oyunlardan kurtulması ancak bilim, felsefe, sanat uğraşlarıyla ilgilenildiği takdirde mümkündür. Şayet bunlar “her şeydir”. Güncel olayları bilmek ve anlamak için; yakın tarihi, öncesini, objektif şekilde sorgulayabilmek ve kişisel mukayeselerle muhakemelerde bulunmak gerekir. Felsefe ile onu yorumlamak gerekir, bir milleti tanımak için onun sanatını bilmek gerekir…
Siyaset felsefesinde de sıkça üzerinde durularak tartışıldığı üzere, toplum-devlet hiyerarşisinde oluşan bilinçsiz bağlantı hareketleri -özellikle bu günlerde sergilenen nefret tavırları- herkesin başını ağrıtacaktır.
Ölüm, modern hukukta ve bilhassa sosyolojide bir ıslah yöntemi değildir. Ölümün olağan dışı hâllerdeki zuhuru, her dönemde, gerek sosyologlar, gerek felsefeciler, gerek toplum aydınları tarafından eleştiri konusu olmuştur.
Şu durum da oldukça gerçektir: ölümlerden haz alınması, devletlerin bekası için kaçınılmazdır. Devletler, bu hassasiyetleri kullanarak beslenir. Bu, milliyetçilik ve dinde tutuculuk (muhafazakarlık) kavramları ile bütüne ulaşabilir. Irk düşmanının veya din düşmanının ölmesi, halka zevk verir. Bu “başarıyı” elde eden devlet, güçlenir ve taraftarlarının desteklerini daha da pekiştirmekle birlikte yeni taraftarlar kazanır. Böylelikle hem savaşta başarı elde etmiş olup diplomasi yönünden bir kazanca ulaşmış devlet, halkın milliyetçilik, dincilik vb. hassasiyetlerini kullanarak bağlılık şuurunu da canlı tutmuş olur.
Irkımızı seçemediğimiz için, bu konuda tutuculuk yapmak da oldukça mantıksızdır. Hele ki, insan hayatı söz konusuysa…
Toplumun tüm alanlarında, insan pragması gözetilir. Bir hayata sahip olmanın ulviyetinin bilgisine erişmiş her ferd, bu şeyi kutsal saymış ve işini bu doğrultuda yapmıştır. Tıbbın babası Hipokrat, hukukun babası Grotius, sosyolojinin babası Comte, felsefenin babası Sokrates, eğitimin babası Comenius, siyasetin babası Maurice Duverger ve daha niceleri ışığında aydınlanmış her alan adına edilen her yeminde ve öğretilen her doktrinde din, dil, ırk kavramlarının, o işi yapmanın önüne geçmeyeceğine ve o iş yapılırken, bu tür şeylerin işin usulüne, muamelesine etki edemeyeceğine ve bunun gerekliliğine özellikle vurgu yapılır. Topluma yön veren ve nispeten daha fazla söz hakkına sahip olan kesimlerin de doktor, hukukçu, siyasetçi, öğretmen, sosyolog, psikolog vs. olduğunu göz önünde bulundurursak, “aşırı milliyetçilik- tutucu dincilik” kavramlarının çökmesi gerektiğini bir kez daha görürüz. Çünkü toplumu oluşturan, besleyen, ona öğreten, onu koruyan, onu savunan kişiler bu kişilerdir. Her şey toplumdan oluşur ve yine her şey kendinden oluşan “yeni kendine” maruz kalır. Toplum nasıl oluşur, gelişir, düşünür ve ne olursa, bu oluşan şeye maruz kalır.
insanların bu tür stratejik ve çok yönlü oyunlardan kurtulması ancak bilim, felsefe, sanat uğraşlarıyla ilgilenildiği takdirde mümkündür. Şayet bunlar “her şeydir”. Güncel olayları bilmek ve anlamak için; yakın tarihi, öncesini, objektif şekilde sorgulayabilmek ve kişisel mukayeselerle muhakemelerde bulunmak gerekir. Felsefe ile onu yorumlamak gerekir, bir milleti tanımak için onun sanatını bilmek gerekir…
Siyaset felsefesinde de sıkça üzerinde durularak tartışıldığı üzere, toplum-devlet hiyerarşisinde oluşan bilinçsiz bağlantı hareketleri -özellikle bu günlerde sergilenen nefret tavırları- herkesin başını ağrıtacaktır.
Bir insan; hangi ırka, sosyal statüye, masumiyet karinesi(presumption of innocence)nin herhangi seviyedeki ihlali durumuna sahip olursa olsun, ölüme layık görülmesi veya kişinin ölümünden zevk alınması vicdan dışıdır.
Ölüm, modern hukukta ve bilhassa sosyolojide bir ıslah yöntemi değildir. Ölümün olağan dışı hâllerdeki zuhuru, her dönemde, gerek sosyologlar, gerek felsefeciler, gerek toplum aydınları tarafından eleştiri konusu olmuştur.
Şu durum da oldukça gerçektir: ölümlerden haz alınması, devletlerin bekası için kaçınılmazdır. Devletler, bu hassasiyetleri kullanarak beslenir. Bu, milliyetçilik ve dinde tutuculuk (muhafazakarlık) kavramları ile bütüne ulaşabilir. Irk düşmanının veya din düşmanının ölmesi, halka zevk verir. Bu “başarıyı” elde eden devlet, güçlenir ve taraftarlarının desteklerini daha da pekiştirmekle birlikte yeni taraftarlar kazanır. Böylelikle hem savaşta başarı elde etmiş olup diplomasi yönünden bir kazanca ulaşmış devlet, halkın milliyetçilik, dincilik vb. hassasiyetlerini kullanarak bağlılık şuurunu da canlı tutmuş olur.
Irkımızı seçemediğimiz için, bu konuda tutuculuk yapmak da oldukça mantıksızdır. Hele ki, insan hayatı söz konusuysa…
Toplumun tüm alanlarında, insan pragması gözetilir. Bir hayata sahip olmanın ulviyetinin bilgisine erişmiş her ferd, bu şeyi kutsal saymış ve işini bu doğrultuda yapmıştır. Tıbbın babası Hipokrat, hukukun babası Grotius, sosyolojinin babası Comte, felsefenin babası Sokrates, eğitimin babası Comenius, siyasetin babası Maurice Duverger ve daha niceleri ışığında aydınlanmış her alan adına edilen her yeminde ve öğretilen her doktrinde din, dil, ırk kavramlarının, o işi yapmanın önüne geçmeyeceğine ve o iş yapılırken, bu tür şeylerin işin usulüne, muamelesine etki edemeyeceğine ve bunun gerekliliğine özellikle vurgu yapılır. Topluma yön veren ve nispeten daha fazla söz hakkına sahip olan kesimlerin de doktor, hukukçu, siyasetçi, öğretmen, sosyolog, psikolog vs. olduğunu göz önünde bulundurursak, “aşırı milliyetçilik- tutucu dincilik” kavramlarının çökmesi gerektiğini bir kez daha görürüz. Çünkü toplumu oluşturan, besleyen, ona öğreten, onu koruyan, onu savunan kişiler bu kişilerdir. Her şey toplumdan oluşur ve yine her şey kendinden oluşan “yeni kendine” maruz kalır. Toplum nasıl oluşur, gelişir, düşünür ve ne olursa, bu oluşan şeye maruz kalır.
insanların bu tür stratejik ve çok yönlü oyunlardan kurtulması ancak bilim, felsefe, sanat uğraşlarıyla ilgilenildiği takdirde mümkündür. Şayet bunlar “her şeydir”. Güncel olayları bilmek ve anlamak için; yakın tarihi, öncesini, objektif şekilde sorgulayabilmek ve kişisel mukayeselerle muhakemelerde bulunmak gerekir. Felsefe ile onu yorumlamak gerekir, bir milleti tanımak için onun sanatını bilmek gerekir…
Siyaset felsefesinde de sıkça üzerinde durularak tartışıldığı üzere, toplum-devlet hiyerarşisinde oluşan bilinçsiz bağlantı hareketleri -özellikle bu günlerde sergilenen nefret tavırları- herkesin başını ağrıtacaktır.
Ölüm, modern hukukta ve bilhassa sosyolojide bir ıslah yöntemi değildir. Ölümün olağan dışı hâllerdeki zuhuru, her dönemde, gerek sosyologlar, gerek felsefeciler, gerek toplum aydınları tarafından eleştiri konusu olmuştur.
Şu durum da oldukça gerçektir: ölümlerden haz alınması, devletlerin bekası için kaçınılmazdır. Devletler, bu hassasiyetleri kullanarak beslenir. Bu, milliyetçilik ve dinde tutuculuk (muhafazakarlık) kavramları ile bütüne ulaşabilir. Irk düşmanının veya din düşmanının ölmesi, halka zevk verir. Bu “başarıyı” elde eden devlet, güçlenir ve taraftarlarının desteklerini daha da pekiştirmekle birlikte yeni taraftarlar kazanır. Böylelikle hem savaşta başarı elde etmiş olup diplomasi yönünden bir kazanca ulaşmış devlet, halkın milliyetçilik, dincilik vb. hassasiyetlerini kullanarak bağlılık şuurunu da canlı tutmuş olur.
Irkımızı seçemediğimiz için, bu konuda tutuculuk yapmak da oldukça mantıksızdır. Hele ki, insan hayatı söz konusuysa…
Toplumun tüm alanlarında, insan pragması gözetilir. Bir hayata sahip olmanın ulviyetinin bilgisine erişmiş her ferd, bu şeyi kutsal saymış ve işini bu doğrultuda yapmıştır. Tıbbın babası Hipokrat, hukukun babası Grotius, sosyolojinin babası Comte, felsefenin babası Sokrates, eğitimin babası Comenius, siyasetin babası Maurice Duverger ve daha niceleri ışığında aydınlanmış her alan adına edilen her yeminde ve öğretilen her doktrinde din, dil, ırk kavramlarının, o işi yapmanın önüne geçmeyeceğine ve o iş yapılırken, bu tür şeylerin işin usulüne, muamelesine etki edemeyeceğine ve bunun gerekliliğine özellikle vurgu yapılır. Topluma yön veren ve nispeten daha fazla söz hakkına sahip olan kesimlerin de doktor, hukukçu, siyasetçi, öğretmen, sosyolog, psikolog vs. olduğunu göz önünde bulundurursak, “aşırı milliyetçilik- tutucu dincilik” kavramlarının çökmesi gerektiğini bir kez daha görürüz. Çünkü toplumu oluşturan, besleyen, ona öğreten, onu koruyan, onu savunan kişiler bu kişilerdir. Her şey toplumdan oluşur ve yine her şey kendinden oluşan “yeni kendine” maruz kalır. Toplum nasıl oluşur, gelişir, düşünür ve ne olursa, bu oluşan şeye maruz kalır.
insanların bu tür stratejik ve çok yönlü oyunlardan kurtulması ancak bilim, felsefe, sanat uğraşlarıyla ilgilenildiği takdirde mümkündür. Şayet bunlar “her şeydir”. Güncel olayları bilmek ve anlamak için; yakın tarihi, öncesini, objektif şekilde sorgulayabilmek ve kişisel mukayeselerle muhakemelerde bulunmak gerekir. Felsefe ile onu yorumlamak gerekir, bir milleti tanımak için onun sanatını bilmek gerekir…
Siyaset felsefesinde de sıkça üzerinde durularak tartışıldığı üzere, toplum-devlet hiyerarşisinde oluşan bilinçsiz bağlantı hareketleri -özellikle bu günlerde sergilenen nefret tavırları- herkesin başını ağrıtacaktır.
Bir insan; hangi ırka, sosyal statüye, masumiyet karinesi(presumption of innocence)nin herhangi seviyedeki ihlali durumuna sahip olursa olsun, ölüme layık görülmesi veya kişinin ölümünden zevk alınması vicdan dışıdır.
Ölüm, modern hukukta ve bilhassa sosyolojide bir ıslah yöntemi değildir. Ölümün olağan dışı hâllerdeki zuhuru, her dönemde, gerek sosyologlar, gerek felsefeciler, gerek toplum aydınları tarafından eleştiri konusu olmuştur.
Şu durum da oldukça gerçektir: ölümlerden haz alınması, devletlerin bekası için kaçınılmazdır. Devletler, bu hassasiyetleri kullanarak beslenir. Bu, milliyetçilik ve dinde tutuculuk (muhafazakarlık) kavramları ile bütüne ulaşabilir. Irk düşmanının veya din düşmanının ölmesi, halka zevk verir. Bu “başarıyı” elde eden devlet, güçlenir ve taraftarlarının desteklerini daha da pekiştirmekle birlikte yeni taraftarlar kazanır. Böylelikle hem savaşta başarı elde etmiş olup diplomasi yönünden bir kazanca ulaşmış devlet, halkın milliyetçilik, dincilik vb. hassasiyetlerini kullanarak bağlılık şuurunu da canlı tutmuş olur.
Irkımızı seçemediğimiz için, bu konuda tutuculuk yapmak da oldukça mantıksızdır. Hele ki, insan hayatı söz konusuysa…
Toplumun tüm alanlarında, insan pragması gözetilir. Bir hayata sahip olmanın ulviyetinin bilgisine erişmiş her ferd, bu şeyi kutsal saymış ve işini bu doğrultuda yapmıştır. Tıbbın babası Hipokrat, hukukun babası Grotius, sosyolojinin babası Comte, felsefenin babası Sokrates, eğitimin babası Comenius, siyasetin babası Maurice Duverger ve daha niceleri ışığında aydınlanmış her alan adına edilen her yeminde ve öğretilen her doktrinde din, dil, ırk kavramlarının, o işi yapmanın önüne geçmeyeceğine ve o iş yapılırken, bu tür şeylerin işin usulüne, muamelesine etki edemeyeceğine ve bunun gerekliliğine özellikle vurgu yapılır. Topluma yön veren ve nispeten daha fazla söz hakkına sahip olan kesimlerin de doktor, hukukçu, siyasetçi, öğretmen, sosyolog, psikolog vs. olduğunu göz önünde bulundurursak, “aşırı milliyetçilik- tutucu dincilik” kavramlarının çökmesi gerektiğini bir kez daha görürüz. Çünkü toplumu oluşturan, besleyen, ona öğreten, onu koruyan, onu savunan kişiler bu kişilerdir. Her şey toplumdan oluşur ve yine her şey kendinden oluşan “yeni kendine” maruz kalır. Toplum nasıl oluşur, gelişir, düşünür ve ne olursa, bu oluşan şeye maruz kalır.
insanların bu tür stratejik ve çok yönlü oyunlardan kurtulması ancak bilim, felsefe, sanat uğraşlarıyla ilgilenildiği takdirde mümkündür. Şayet bunlar “her şeydir”. Güncel olayları bilmek ve anlamak için; yakın tarihi, öncesini, objektif şekilde sorgulayabilmek ve kişisel mukayeselerle muhakemelerde bulunmak gerekir. Felsefe ile onu yorumlamak gerekir, bir milleti tanımak için onun sanatını bilmek gerekir…
Siyaset felsefesinde de sıkça üzerinde durularak tartışıldığı üzere, toplum-devlet hiyerarşisinde oluşan bilinçsiz bağlantı hareketleri -özellikle bu günlerde sergilenen nefret tavırları- herkesin başını ağrıtacaktır.
Ölüm, modern hukukta ve bilhassa sosyolojide bir ıslah yöntemi değildir. Ölümün olağan dışı hâllerdeki zuhuru, her dönemde, gerek sosyologlar, gerek felsefeciler, gerek toplum aydınları tarafından eleştiri konusu olmuştur.
Şu durum da oldukça gerçektir: ölümlerden haz alınması, devletlerin bekası için kaçınılmazdır. Devletler, bu hassasiyetleri kullanarak beslenir. Bu, milliyetçilik ve dinde tutuculuk (muhafazakarlık) kavramları ile bütüne ulaşabilir. Irk düşmanının veya din düşmanının ölmesi, halka zevk verir. Bu “başarıyı” elde eden devlet, güçlenir ve taraftarlarının desteklerini daha da pekiştirmekle birlikte yeni taraftarlar kazanır. Böylelikle hem savaşta başarı elde etmiş olup diplomasi yönünden bir kazanca ulaşmış devlet, halkın milliyetçilik, dincilik vb. hassasiyetlerini kullanarak bağlılık şuurunu da canlı tutmuş olur.
Irkımızı seçemediğimiz için, bu konuda tutuculuk yapmak da oldukça mantıksızdır. Hele ki, insan hayatı söz konusuysa…
Toplumun tüm alanlarında, insan pragması gözetilir. Bir hayata sahip olmanın ulviyetinin bilgisine erişmiş her ferd, bu şeyi kutsal saymış ve işini bu doğrultuda yapmıştır. Tıbbın babası Hipokrat, hukukun babası Grotius, sosyolojinin babası Comte, felsefenin babası Sokrates, eğitimin babası Comenius, siyasetin babası Maurice Duverger ve daha niceleri ışığında aydınlanmış her alan adına edilen her yeminde ve öğretilen her doktrinde din, dil, ırk kavramlarının, o işi yapmanın önüne geçmeyeceğine ve o iş yapılırken, bu tür şeylerin işin usulüne, muamelesine etki edemeyeceğine ve bunun gerekliliğine özellikle vurgu yapılır. Topluma yön veren ve nispeten daha fazla söz hakkına sahip olan kesimlerin de doktor, hukukçu, siyasetçi, öğretmen, sosyolog, psikolog vs. olduğunu göz önünde bulundurursak, “aşırı milliyetçilik- tutucu dincilik” kavramlarının çökmesi gerektiğini bir kez daha görürüz. Çünkü toplumu oluşturan, besleyen, ona öğreten, onu koruyan, onu savunan kişiler bu kişilerdir. Her şey toplumdan oluşur ve yine her şey kendinden oluşan “yeni kendine” maruz kalır. Toplum nasıl oluşur, gelişir, düşünür ve ne olursa, bu oluşan şeye maruz kalır.
insanların bu tür stratejik ve çok yönlü oyunlardan kurtulması ancak bilim, felsefe, sanat uğraşlarıyla ilgilenildiği takdirde mümkündür. Şayet bunlar “her şeydir”. Güncel olayları bilmek ve anlamak için; yakın tarihi, öncesini, objektif şekilde sorgulayabilmek ve kişisel mukayeselerle muhakemelerde bulunmak gerekir. Felsefe ile onu yorumlamak gerekir, bir milleti tanımak için onun sanatını bilmek gerekir…
Siyaset felsefesinde de sıkça üzerinde durularak tartışıldığı üzere, toplum-devlet hiyerarşisinde oluşan bilinçsiz bağlantı hareketleri -özellikle bu günlerde sergilenen nefret tavırları- herkesin başını ağrıtacaktır.
Bir kere "%99'u Müslüman olan" ifadesi yanlıştır. Bunun dışında, TAPDK dağıtımındaki sigara ve alkolden vergi alan ve dağıtımını üstlenen, binlerce resmi genel evi ve ruhsatlı fahişesi olup bunlardan vergi alan bir devlet sisteminde faizin serbest olup olmadığını veya bunun meşruiyetini tartışmaya gerek bile yoktur. islami fıtrata uygun bir ülke değiliz, net.