bugün

Yeni yaşama biçimimiz her gün daha fazla enerjiye ihtiyaç duymamıza yol açıyor. Daha fazla televizyon izliyor, bilgisayar başında daha fazla vakit geçiriyoruz. Kullandığımız elektrikli ev aletlerinin sayısı her geçen gün artıyor. Sanayide her geçen gün insan gücünün ve emeğinin yerini daha fazla almakta olan otomasyon sistemleri sadece istihdamı baltalamıyor, aynı zamanda devasa boyutlarda enerji tüketimine de sebep oluyor. Trafikte dolaşan araç sayısı sürekli artıyor, bu hem büyükşehirlerde hayatı felç eden, hem de geri dönüşsüz yakıt tüketimini katlayarak arttırıyor. Üstelik havayı da kirletiyor.

Gelişmiş ve gelişmekte olan toplumların ürettiği yeni hayat biçimi bireysel tüketimi her alanda hesapsızca ve hatta insafsızca arttırıyor. Çünkü bu toplumların ekonomik çarkı ancak her geçen gün bir önceki günden daha fazla tüketimi zorunlu kılan bir mantıkla dönüyor. Buna karşılık hiçbir toplumun, gelişmenin en üstün seviyelerini yakalamış olsa bile bu tüketim çarkının maliyetini karşılayacak, bedelini ödeyecek bir varlığı yok. Gelişme eğrisinin üstünde konumlanan bütün bu toplumlar, sebep oldukları fazladan tüketimin maliyetini dünyanın diğer yarısından, yani gelişmemiş yoksul toplumlardan çıkarıyorlar. Onların boğazlarından geçmesi gereken lokmaları çalıyor, onları açlığa, yoksulluğa ve bu kötü şartların getirdiği hastalıklara mahkum ediyorlar. Üstelik onları bütün bu yoksunluklardan kurtaracak doğal kaynaklarını da onlardan çalıyorlar. Bunu devlet olarak yapıyorlar, global şirketler olarak yapıyorlar, konsorsiyumlar olarak yapıyorlar. Bütün bu doğal kaynakların getirisini kendi israfçı yaşama alışkanlıklarında çarçur ederken, bu kaynakların usulsüzce çıkarılmasından doğan çevresel felaketleri de yine bu yoksul insanların kucağına bırakıyorlar.

Gelişmemiş, gelişememiş dünyanın günahı elbette gelişmiş dünyanın boynundadır.

Tamam, ama bir dakika!

Bunu söyleyip geçmek işimize geliyor olabilirdi; eğer insan olmasaydık! Vicdanlarımızı ne yapacağız, nasıl susturacağız? Gelişmiş dünya dediğimiz heyulaya dahil olduğumuz, bu modern çarkların nimetlerinden pay aldığımız noktalarda bizim de üzerimize bir vebal düşmüyor mu? Öyle ya, biz de gelişmekte olan bir ülke olarak epeyce yol aldık ülkeler mezurasında... Bakınız evlerimize, boy boy beyaz eşyalarımız, kocaman ekran televizyonlarımız, bilgisayarımız internetimiz, doğalgazla ısınan konutlarımız, kapısının önünde hiç fena sayılamayacak otomobillerimiz var. Elimizi vicdanımıza koyup söyleyelim şimdi: insanlığın birbirine hiç benzemeyen fotoğraflarından hangisine aidiz daha çok: Sömürülenlerinkine mi, sömürenlerinkine mi?

Siz kendi hayatınıza mazeretler bulabiliyor musunuz; ben bulamıyorum. Bu yeni hayat içinde yaptığımız pek çok şeyle bu ateşe odun atanlardanız. Pek çok alışkanlığımız bizi bu zulüm zincirine ekliyor. Sadece birkaç örnek vereceğim:

Lüzumsuz yere kullandığımız her kilovatsaat elektrik yeni enerji ihtiyacını daha da arttırıyor. Bu ihtiyacı karşılamak üzere yapılan her yeni enerji tesisi bulunduğu çevrede doğal hayatı olumsuz etkileyen değişikliklere yol açıyor. Yüzyıllardır varlığını sürdüren çeşitli hayvan ve bitki türlerinden bazıları doğal hayat alanlarını kaybediyor. Uzun vadede bu türlerin bazılarının nesli tükeniyor.

Attığımız her eski bilgisayar ya da cep telefonu, başka bir coğrafyada ancak o dijital çöpleri parçalarına ayırmakla karnını doyurabilen yoksul insanları kanser ediyor.

Yarısını yiyip yarısını çöpe attığımız her açık büfe, Afrikalı bir kabilenin açlığını perçinliyor.

Biz falanca mağazadan aldığımız bilmemkaçıncı takım elbisenin üzerimizde nasıl durduğuna bakarken, mağazanın arka sokağında bir çocuk ısınabilmek için bir köşeye büzüldükçe büzülüyor.

Doğrudan bir parçası olduğumuz vicdansızlık fotoğrafları albümünde daha çok kahırlı fotoğrafımız var. Heyhat ki hem beş kuruş etmez dünyalıklarla fazlasıyla meşgulüz, hem de o fotoğraflara bakacak yüreğimiz yok!

(bkz: gökhan özcan)
(bkz: all for you john bull)

(bkz: gökyüzü herkesindir)