bugün

sultan 2. Mahmut'un hekimbaşısı "abdülhak molla" nın, bir levhaya yazdırıp ecza dolabının üstüne astığı söz.
Güncel olayların haberlerini sürekli izleyip durmak, bazen insanın boynunda kementleşiyor; ölmeler öldürmeler, tabutlar cenazeler, soygunlar cinayetler, kazalar felaketler...
* * *
Boğazı sıkmaya başlayan haberler ilmiğini, şöyle başparmakla genişletmeye çalışmak gibi bir rahatlama aranmanın ise yöntemleri çeşitli.
* * *
Çeşitli yöntemler içinde çoğu da eğlenceli.
Bu lider şunu söylemiş, şu başkan bunu söylemiş vs...
En az 180 tanesinin başkentini, kendilerinden başka kimsenin bilmediği 200 devlet var dünyada.
Buralarda yaşayan insanların toplamı da 6.5 milyar.
* * *
6.5 milyar insana, kapalı zarf usulüyle tek bir anket sorusu yöneltilseydi "hangi ülkede doğmayı yeğlerdiniz" diye; acaba nasıl sonuçlar çıkardı?
Ve eğlenceli bir soru:
Dünya nüfusunun yüzde kaçı, Türkiye'de doğmayı yeğlerdi?
* * *
Bizim Solmaz Kâmuran, amatör bir botanik tutkunu.
Göztepe'deki evin balkonlarıyla, oturma mekanları da; Köyceğiz'deki 60 metrekarelik bahçenin kıyıları da, terası da; küçüklü büyüklü saksılarla dolu; bahçede toprağa dikilmiş küçümen ağaçlar da cabası.
* * *
Önceki gece saat 22 sularında Solmaz:
- Gel gel bak, dedi.
* * *
Merdiven boşluğunun bir kıyısında yan yana 3 saksı vardı. En baştaki, Meksika çiçeklerinden ve "krassula" familyasından, yaygın yeşil yapraklı değişik bir bitkiydi. Henüz çiçek açtığını da görmemiştik.
* * *
Ama kendisine çeşitli ülkelerde verilen adları biliyorduk.
Ukraynalılar ona, "Para çiçeği" diyorlardı. O çiçeğin bulunduğu evlere para akacağına inanıyorlardı; ingilizler ise "Dostluk çiçeği"...
* * *
"Dostluk çiçeği"nin bol yeşil yapraklarından birinin üstünde, minicik değişik yeşil bir yaprak daha vardı ve dikeyine minicik bir filiz çıkarmıştı.
* * *
Solmaz, "Dostluk çiçeği"ni, içeri getirmeden önce balkonda, yine "krassula" familyasından, bol yapraklı "Hayalet çiçeği"nin yanında bırakmıştı ve "Hayalet çiçeği"nin bir yaprağı kopup, "Dostluk çiçeği"nin üstüne düşmüştü.
* * *
Ve içeride merdiven boşluğunun kıyısına gelince de, o minik kopuk yaprak; tanrısal ve mucizevi bir yaşam direnciyle, minicik bir filiz çıkarmıştı.
* * *
Geçtiğimiz salı günkü Sabah gazetesinde ise Ersan Atar'ın haberi şöyle manşetleştirilmişti:
"Hastaneler ağır hasta
Sayıştay, Türkiye'deki 138 hastanenin temizliğini araştırdı: Sonuç korkunç, hastaneler mikrop yuvası"
* * *
Kopuk minicik bir yaprağın, bir başka yaprak üstünde çıkardığı minicik hayat filizi ve hastalananların sağlıklarına kavuşmak için koştukları hastanelerimizdeki ölümcül durum...
* * *
"Devlet" kutsal ve içinde yaşayanlar, "önemsizler" kategorisinden olunca...
"Hangi ülkede doğmayı yeğlerdiniz" sorusuna da, verilecek yanıtları tahmin etmek, bilemiyorum ne kadar zor?
* * *
1861'de Sultan Abdülaziz'in hekimbaşısı, Rum kökenli ve asıl adı Marko Apostolidis olan Marko Paşa idi.
Fiyakalı bir görüntü gerisindeki çapaçullukla yetersizlikleri bildiği için, oturduğu koltuğun arkasına şu levhayı yazıp asmıştı:
"Ne ararsan bulunur, derde devadan gayrı".
* * *
Buna karşın kendisine her başvuranı, -sorunu çözmek için elinden bir şey gelmese de- sabırla dinlerdi.
O nedenle de, başı sıkıntıda olanlara:
- Git derdini Marko Paşa'ya anlat, demek; bir deyim olmuştu.
* * *
Matbaanın ve demiryollarının 300 yıllık bir gecikmeyle geldiği ülkelere, cep telefonu şıpın işi geliverdi.
Acaba nasıl oldu böylesi bir evrenselleşme?
* * *
Şakir Eczacıbaşı ile bazen, kahkahalı bir sohbeti sürdürdüğümüz sıralarda; matbaanın ve gazetenin 300-400 yıl sonra gelebildiği veya hâlâ gelemediği ülkelerdeki, "yönetim saltanatı"nın da; bir gün "üretim saltanatı"na dönüşeceğinden dem vururuz.
ikimiz de biliriz ki, "değişim ve doğanın diyalektiği", sürdürür gider "statüko"ları değiştirmesini.
* * *
Bir yanda güncel haberlerin insanın boğazını sıkan kemendi; bir yanda yüz yıllık bir geçmişle, yüz yıllık bir gelecek arasında eğlenceli bir kaydırak oynamak...
* * *
Sonra da saat 22'de, kopuk minicik bir yaprağın, başka bir yaprak üstünde minicik bir filiz çıkardığını görmek...
* * *
Ah keşke boşu boşuna ziyan olup giden insancıklar da, bu kadar yoğun olmasaydı ve her yağmurla karda, kimseciklerin de yolları kapanmasaydı.

çetin altan