bugün

suni tenefüstür.

siz tanımazsınız o kadını. ben de tanımazdım. ölmezden önce. size bu satırları araf'tan yazıyorum. cennetin dibinden.
bir gece yarisi sol baldırıma iki bıçak darbesi alıp da ıslak ve karanlık bir sokakta can çekişirken ben, beni hotel odasına götüren o meleği bilmezsiniz.

gözlerinin altı mosmor, elleri çatlak, sigarası her daim yanan, vücudu da yer çekimine karşı koyamamış, duygularını ve iç organlarını bir çok aşkta ya da tek bir aşkta kaybetmiş, ya da hibe etmiş bir melek.
gözlerindeki ışık asla sönmeyen ama. sönmesine izin vermeyen bir kutsallık abidesi.

beni odasındaki yuatağa uzatıp da sol baldırımı pansuman ettiğinde kendine ait kokusunu içime çekerken biliyordum. kendisine aşık olacağımı.
kendisine tapacağımı hissedebiliyordum. bilincim gitmek üzereydi. gözlerim kararıyor. kalbim sıkışıyordu: en son gördüğüm tavandaki aynada, o meleğin sırt dekoltesiydi. sonrası bembeyaz...

kendime geldiğimde hangi gündü? ya da günün hangi saatiydi? güneş ne taraftaydı? bilmiyordum. bildiğim tek şey; sol baldırımda ince bir sızı ve karşımdaki sallanan sandalyede ayak ayak üstüne atıp da sol elinin bileğini hafifçe kırarak sigara içen bir melek.
benden yaşça büyük olmasına karşın benimle aynı hayal kırıklıklarına sahip bir beden. benim gibi iç organları un ufak edilip de tekrar bedenine doldurulmuş bir ruh.

gülümsüyordu. dudaklarını aralayıp konuştu, "aç olduğunu tahmin ettim. 2 gündür sadece sayıkladın. tanıdık bir doktor vardı. onu çağırdım. bacağına dikiş attı. otuz dört dikiş. bir kaç iğne yaptı. bir kaç antibiyotik verdi. sadece uyudun 2 gün boyunca. bir kaç kez ateşin yükseldi. ama uyudun rahatça. sen kıpırdama. ben kahvaltını yatağa getireyim."

masallar gerçek olamazlar. hem hangi masal gerçek ki? hangi gerçekten bir masal üretilebilir ki? ben gerçek miyim ki? masal tadında bir varoluşum olsun.
yutkundum. boğazımdan hayat geçiyordu. karşımda ise bir peri. çiçekli eteği hotel odasının zeminini süpürürken gözlerine bakamıyordum. benim mahkumiyetim gözlerdi. bakarsam eğer esir olacaktım. ve sol yanaktaki gamzeye gömülecektim.

baktım. ve defin işlemleri başladı. aşk, bir cenaze töreniydi!

salisenin binde birlik bir zaman dilimine sığdı bu bakış. anladım. geçmişim olmayacaktı. sadece ve sadece geleceğim olacaktı. gerçek ismimi unuttum. "bulut" dedim kendime. "bulut, bildiğin her şeyi unut."
hava açıktı. kahvaltılıklardan biraz atıştırıp da dışarı çıktık. en yakın parktaki bankta yan yana oturduğumuzda sokuldu yanıma. istediği neydi? bir evlat segisi mi? yoksa bir erkek sevgisi mi? saygısı mı?
peki benim istediğim neydi? bir anne sevgisi mi? gerçek bir kadın mı? dişi mi? bana, erkekliğimi sonuna kadar hissettirecek bir canlı mı?

sol göğsü sağ pazuma değdiğinde rahatlama hissettim bedenimde. kafasını omzuma koyduğunda gözlerini yummuştu. kuş sesleri eşlik ediyordu bu eşsiz manzaraya. ve ben asaleti düşünüyordum. ayrılıklarda, savaşlarda yok sayılan, ortaya konulamayan, mutsuzken bir anlığına anımsanılsa hiçbir şeye kıyılamayacak asalet duygusunu düşünüyordum. bir de annemi. bir de babamı. kendisini bir et yığını olarak varsaydığım canlıyı.

zaman geçiyordu. biz duruyorduk. camdan bir fanusun içerisindeydik. neydi bizi birleştiren. geçmiş mi? gelecek mi? aşk mı? sevgi mi? saygı mı? asalet mi? gurur mu?
hiçbiri.

bizi birleştiren acılarımızdı. yaralarımızdı. o yüzden de ilk önce yaralarımız denk gelmişti. örtüşmüştü. daha sonra da o günün gecesinde, üçüncü sınıf bir hotel odasında bedenlerimiz. tavandaki aynada birbirimize bakıyorduk. oysa yanyanaydık. keşke yanaydık. aşkın ateşiyle.
oysa hiçbir cehennem küle çeviremezdi o an bizi. öylece izliyorduk kendimizi. çırtılçıplaktık. elele tutuşup, tavandaki aynadan kendilerini izleyen iki ruh. iki beden.

sadece baktık. sadece dinledik. bir kere bile dönüp de birbirimize tek bir soru sormadık. birbirimize rastlaşana kadar ne çok acılar çektiğimzden, ne kadar hırpalandığımızdan, insanların kötü olduğundan, hayatın acımasızlığından bahsetmedik.
sadece dinledik. yeterince gürültü vardı evrende. bir de bize gerek yoktu.

saatler ilerledikçe içerisi soğuyordu. o yüzden de bana sırtını döndüğünde o peri, dizlerimi dizlerinin arkasına gömüp, kalçarlarını kapladım. bir elim başının altındayken. diğer elim belindeydi. kafamı boynuna gömüp de kokusunu yuttum. içimde hissettim ilk defa. aşkı, sevgiyi, saygıyı. ve tanrı'yı...

herkesi ve her şeyi içerimde hissettim. bir geceleğine. yüksek dozda aşk alıp da mutlu ölmek için, bu geceki kırmızı şaraplarımıza bilerek zehir koydum. mezarımız, tavanında ayna olan, ve güneşi sabah ilk gören oda olan bu hotel odası olacaktı. ve biz mutlu ölecektik. hepsi bu...

galiba öldük. ve kendimizi hayata gömdük.
ben seni en çok yaralarından tanıdım!

(#3479283)
birisinin üşüyen, sızlayan bir yarasını; kendi sıcak ve taze yaranızla örtmenizdir.
(#3975423)
hayat dolu biri iseniz sevgiyi neşeyi paylaşabiliyorsanız karşınızda ki kişi için bir şans olabilirsiniz aksi durumda ise ikiniz içinde herşey çok kötü olabilir. * *.
mutsuzluktan ölmek üzere olan birine mutsuzluktan ölmek üzere olduğu için mi asik olunuyor yoksa bu tamamen denk gelen bir olay mıdır? nedir önce o bilinmelidir. eğer birinci şıksa buna aşk tenemez bu aşktan frklı bir şey merhamet duygusuyla kabaran bir şeyleri tamir etme düzeltme dürtüsünün tezahürüdür. ( ay ken fiks it sendromu), yok eğer ikinci şıksa bu da çok kötü bir şans be azizim yani ondan sonra al başına belayı onu mutlu etmeye çaışırken sen de onunla beraber mutsuzluğa gark olursun.
(#3137004)
(#3450039)
(#3450041)
bir yarayı okşamak, bir acıyı sevmek, bir kaybedişe öykünmek, bir yıkılışa direnmektir.
ince bir rölanti gerektirir. bombanın pimi çekilmiş ve elinize verilmiştir artık. hayat dediğin binbir yollu, yavşak bir kavşak, kaygan bir zemin. fakat bu durumun iki yolu vardır. yalnızca iki yol; birincisi karşınızdakini, aşık olmak pahasına mutlu etmek-mutlu etmek pahasına aşık olmak. ikincisi; karşınızdakine teslim olmak. yani onun mutsuzluğunu üzerinize bulaştırmasına göz yummaktır. aşık olmak pahasına buna ses çıkaramamaktır. birincisi tabi ki daha iyidir fakat nedense daha zordur, ikincisi ise genellikle olandır. değişememenin, daha doğrusu değişmesi gerekeni dönüştürememenin sancısı kalır elinizde avucunuzda. ikincisi genellikle olandır, çünkü; insanoğlu kolaya yatmayı sever ve aşk dediğinde zaten büyük ölçüde bencilliktir, taviz vermektir. çoğu zaman mutluluktan, biraz kişilikten, bir tutam da insanlıktan.
mutsuzluktan ölmekte olan kişiyi belki de kurtarmaya çalışma aşamasında işe yarayabilecek hadise. **
geç bulmuştur tez kaybetmemesi önerilir şiddetle.
acılar içerisindeki insanlar ilgi çekerler. onlara güvenileceği düşünülür. ama esas amaç o kişiyi kuyunun dibinden çıkarmaktır. ya bu yapılazsa beraber aynı kuyuya düşme ihtimali yüksektir. uzak durulması gerekir.
yok öyle beraber mutluluğa yükselmek falan. ya da beraber mutsuzluğa sürüklenmek.
mutsuzluktan ölmek üzere olan insanla tanışırsın, birbirinize sinyaller verirsiniz, sen aşık olursun. sonra karşı cins benim sorunlarım var, seni de benim problemlerimle boğmak istemiyorum der siz de götünüzün üstüne oturursunuz.

onun için, olmayın öyle insanlara aşık falan! bırakınız, problemleriyle boğuşsunlar onlar.
iyi bir şey değildir ki. zaten ölecek adam/kadın. n'apacaksın sen onu, kanlı canlı birini bulsana.
kalbi durmuş birine yapılan kalp masajıdır.tüm gücünüzle kenetleyip ellerinizi onu hayata döndürmek için çabalarsınız.