bugün

edip cansever'in bezik oynayan kadınlar kitabından, olmayan birine yazdığı mektupla yalnızlığını anlattığı, 4 bölümden oluşan şiirdir.

tek kelime ile: harikulade...

manastırlı hilmi bey'e birinci mektup

işte şu yağmurlar, işte şu balkon, işte ben
işte şu begonya, işte yalnızlık
işte su damlacıkları, alnımda, kollarımda
işte yok oluşumdan doğan kent
hiçbir yere taşınıyorum, kendime sızıyorum yalnız
ben dediğim koskocaman bir oyuk
koltuğun üstünde, aynadaki yansıda
bir oyuk! sofrada, mutfakta, yatağımda
yaşamayı tersinden kolluyorum sanki
yetişip öne geçiyorum sık sık. sözgelimi
bir iki saatte bitiveriyor bir mevsim
iyi
bugün pazartesi mi? kapının, pencerenin durumu
salıyı gösteriyor.

salondaki büyük saati sattım
saatin ölçebileceği
herhangi bir zaman parçası yok
gittiği yeri bilmeyen böcekler gibiyim
bir oyuğa, oyulmuş bir yaşama
ne gereği var ki saatin
balkona çıkıyorum sürekli
yollar yollar yollar katediyorum sanki böylece
bir semtin ilk rengini alıyorum
örneğin ümraniye'de bir çay bahçesindeyim
bazan
anılardan anılara bir yol

ve
anılardan anılara sallanan bahçe
hangi yaprağı koparsam son anı avucumda kalıyor
iyi.
yeniköy'de bir kahve içer miyiz, dedim bu sabah
bu sabah bu sabah
oralı olmadı kimse -pazartesi miydi-
oyuğumdan çıkmıştım tam, begonyamsa güller içinde
nasıl?
güllerse güller içinde yani
ve balkon demirinde bir martı. dedim ki
deniz şuralarda bir yerde olmalı
çıt yok evin içinde
deniz şuralarda bir yerde olmalı
çıt yok
sanki dünyadaki bütün çay ocakları kapalı
ve göklerden tepelere inen bir sokak
ya da bir akarsuyum ben
denizse
şuralarda..
yok önemi bir iki gün kaldı -martı-
balkonda
deniz de öldü sonra, martı da
iyi iyi.
suyu tutmak gibi bir şeydi hepsi
günler -seni anımsadığım zaman-
birden kurtuluş'tan taksim'e giden bir tramvay görüntüsü
mavi bir elektirik çakımı tellerde
sanki kar yağıyor da sürekli, tepebaşı'ndayız
karlar gıcırdıyor ayaklarının altında
besbelli gümüşsuyu'ndayız, rus lokantasındayız
-ne tuhaf, biz her zaman her yerdeyiz ikimiz-
şarap içmişiz, üşüyoruz
dışarda dünya silinmiş
ikimiz ikimiz ikimiz
böyle birkaç defa ikimiz
sonra ki bir fotoğrafa dönüşüyor her şey
nasılsa
sarı emmiş, mordan çekinmiş, kahverengi bir fotoğrafa
sahi, kalınca bir şeyler giyinmeliyim ben
üşümüyorum da
bende herkes var, diyen bir kızın titrek
sesleri dökülüyor kucağıma
dudaklarım kan mavisi bugün.
biz burda iyiyiz, biz burda çok iyiyiz
biz burda kırk yaşındayız hepimiz
dördümüz bir kişiyiz de ondan
içimizden biri uyuyor olsa, falan filan
onu bekliyoruz bir kişi olmak için
evet evet, yanılmıyorum ben
bir iki kişi kaldığımız zaman yanılabilirim
doğrusu ya
yanılmak her şeyi yeniden görmek gibi bir şey oluyor
duvardaki vitray, begonya
begonya, vitray
kurtuluş'la asmalımescit birbirine geçiyor
bir tramvayın durmasıyla durmaması arasındaki ayrım
karanfil kokuyorsa biraz
yeni koparılmış bir demet karanfilim ben
saçlarını soğuk ve uzun.
ne diyordum? yağmurlar, evet
üşümüyorum ürperiyorum sadece
biçimini zorlayan bir kedi gibi
dur biraz
kapı çalındı, hayır, telefon
telefon kapı telefon
ikisi birden mi yoksa
yoksa
ne telefon ne kapı
bir şimşek sesi hiç olmazsa
o da değil
ses filan duymadım ki ben
yuvarlandıkça büyüyen
bir kartopunun yumuşak sesi mi? belki
iki sesi taşıyan bir ses
neden olmasın
biraz önceki gibi
üstümden biri kalkmıştı -yok canını-
öyle değil, bir gölgeydi hepsi hepsi
yer değiştiren gezgin bir gölge
bahçedeki ceviz ağacından
içeri sürüklenen.
manastırlı hilmi bey'e ikinci mektup

susmanın su kenarındayız bugün
ne kadar sevgiyle konuşsak -konuşuyoruz da-
korkuyoruz gözgöze gelince hilmi bey
korkuyoruz
sanki gözler rakiptir de birbirine -öyle değil mi-
ve bir yokuştan iner gibi oluyoruz
bir yokuştan bir yokuşa sürekli
- nereye?
- bilmem ki

ellerimizde alkol sesleri, saçlarımızda
alkol sesleri
dağlarımızda, içdenizlerimizde
ve günler günlerin içinde öyle yavaş ki
yerine saplanıyor bir sürahi
pencereler şaşkın
perdeler bir uzak yol kadar uzun
ve balkon
kendi dudaklarında şimdi
donmuş bir tavus kuşu
bir tavus kuşu yontusu belki
ne tuhaf
demin de aşağıdan bir bando geçti
sormak isterdim sana
bir bando şefinin hüznü nedir hilmi bey
bir bando şefinin uykusu
nasıl bir uykudur ki hilmi bey
ne kötü
elimde bir çiçekle yaz geçti.
ve bugün
çepçevre oturduk masanın başına gene
bezik oynadık hilmi bey -her gün oynuyoruz ya-
giysisiz, sadece kombinezonlarımızla -öyle işte-

oda çok sıcaktı -lal renkli çini soba-
seniha korse takıyor, yahudi matmazel
nerdeyse çıplaktı -terliyor terliyor terliyor-
ve cemal bir köşeden bize bakıyordu
bakmıyor gibi bakıyordu
durmuyor gibi duruyordu da
benim anlamadığım işte bu
dün dudağını kesti çarşıda
kırmızı bir balıkla oynuyordu
öptü bir ara balığı -neden-
öperken dudağını kesti
balık da kırmızıydı, kan da
ve balık yüzerekten geçti -gördüm iyice-
dudaklarından
durdu cemal gibi biraz ötede
durmuyor gibi durdu
ağlamadı, hiçbir şey söylemedi
bu çocuk anlaşılmayanın ta kendisi
yalnızca sordu, bu yüzden sana soruyorum ben de
melekler dişi midir hilmi bey
dişidir diye tutturdu
yani ben..
öyleyse neyim
elimde bir yapma çiçekle.

adım cemile ya, çok seviyorum adımı ben
çocukluğudur insanın adı
cemal şimdilik cemal'dir -evet, öyledir-
benimkisi bir anımsama -cemile-
cemal - cemile: yeni fışkırmış bir marulun sesi
ezilmiş iki vişne
ve akşam
akşam ki sallanacak hamağını buldu
buluyor
sular menekşelendi hilmi bey
karpuz lambanın altında
yorgunum biraz -bütün gün içtim-
hepimiz içtik
cemal odasından çıkmadı hiç
tangolar çaldık üstüste
eski tangolar -bin dokuz yüz on beşlerde ne vardı
ben pencereden bakarken
kimseler ölmemişti
ölüm diye bir şey yoktu ki hilmi bey
var mıydı?-
yüzümden bir şeyler aktı aktı
içim de menekşelendi hilmi bey
gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk
hiçbir yere gitmiyor.
nedense odasına kapandıkça cemal
soyundukça soyunuyor yahudi matmazel
hırslı bir dişi gibi
ester, diyorum, ester
gülümsüyor hafifçe
bir başka gülümsemeyi karşılar gibi
öpüşürken gördün mü sen iki öpüşmeyi
hilmi bey
tam öyle
hızla giyiniyor sonra, dışarı çıkıyor
üç kişi kalıyoruz birden
yeni ısırılmış bir elma gibi kalıyoruz
parlıyor yeşil tarafımız kendi aydınlığında
içimde bir soğukluk
dışımda bir begonya.
karanlık iyice dışarısı
rakımızı bitirdik -üçümüz-
cemal odasından çıkmıyor
birazdan ester de gelecek
koltuğa çökecek, bir sigara yakacak
gene bir haç gibi olacağız dördümüz
bir evin içinde kocaman bir haç
kutsal değil, kirli
coşkulu değil, kırık dökük
sevinçle çekeceğiz onu kendimize.
manastırlı hilmi bey'e üçüncü mektup

yaşamaya yerleşiyor seniha
kendi yaşamına
-güvercinsiz bir avlu mu? olabilir
sırları dökülmüş bir ayna?-
oysa çok geçti
yıllar yıllar yıllar
her geçen yıl elinde sanki
yıprak, filizi yıllar
'şey' sözcüğü gibi bağıntısız

ağaççileği gibi durduğu yerde bir ezinti
piyano tuşları -tek tek bakıldığında-
çarçabuk bir göz atıldığında aynntısız -beyaz-
yıllar
seniha
gözlerinin altı uzun menekşe.
dün korkuttu beni -bazan oluyor-
kocası izmir'de yaşıyor, karşıyaka'da
sahici bir ayrılığın dikişini dikiyor seniha
mavi mavi
usul usul yani
kocası -ben sevmedim hiçbir zaman-
ikizini bulmuş diyorlar. seniha aldırmıyor pek ,
aldırmıyor da
pudralar, kremler tiksindiriyor onu
bu yüzden bohemya kaseyi kırdı dün sabah
saçlarını kesecek oldu
sonra da sustu sustu sustu
akşama dek
hüzünler acılaşıyor hilmi bey
geceler katı ve parlak
- ansızın yere düşen
laciverdi bir kestane sesi-
acılar da acılaşıyor gittikçe
sanki
bir azarlanmayla ölümünü düşünen çocuklar gibi
ödünç alıyorum seni bazen
çoğu kez geceleri
niye almayayım -kaç güz geçti-
ıslak kaputun gibi kokardı güzler
seni sevdiğimi unutmuşum hilmi bey
seni de unutmak istiyorum artık
unutmak! ama nasıl
sözgelimi çok hızlı oynuyorum beziği

içkiyi çabuk çabuk içiyorum
her şey bir hıza dönüşüyor -çoğu zaman-
odamı giyiniyorum
odamı soyunuyorum
yerlerini değiştiriyorum eşyaların
dışarı çıksam, bir tramvaya binsem
bir durak ötede hemen iniyorum
boynumdaki annemden kalma kolye
-pembe bir buğu, uçup gidiyor-
bazan koparıyorum, yeniden diziyorum
gökyüzünde kalın sırça ben
dünyaya tutuyorum kendimi, bakılıyorum
nedense hep böyle sanıyorum
'nerdesin, akşam oldu'
biraz anımsıyorum
sen bahçe kapısından girerken
bir kendim gibi caddelerdeyim
zamanın minesi soldu hilmi bey
demeye getiriyorum.
geçenlerde nisuaz'a gittim
cemal'e birlikte
hasır koltuklara oturduk
dışarda kar serpeliyordu, iki elma, külde pişirilmiş
giderek küçülüyordu -gözleri cemal'in-
kahveyle konyak içtim
cemal tarçın içti, konuştu biraz
herkes bana bakıyor, herkes bana bakıyor, herkes
bana bakıyor -bana öyle geliyor-
bacaklarım -işte!- güzeldir çok
aralık kapıdan kış kokusu doldu içeriye
ürperdim -işte!- omuzlarım da güzeldir
ama ben
kaçarak yaklaşıyorum her görünmeye
uzaktan uzağa gözgözeyim
uzaktan uzağa öpüşüyorum
uzaklarda biriyle sevişiyorum
erkeğe benzer yalnız bir dişiyim ben
evet evet öyleyim
hiç değilse öyle olmalıyım
her neyse..
az sonra muhassen geldi -tanımazsın-
kurtuluş'ta, aynı caddede oturuyoruz
sevişmenin gölgesi gibidir yalnızken
düşünmenin dişisi
evini işletiyor -bana ne bundan-
konyak içiyor o da
sonra bir konyak daha
kıpkırmızı gülüyor -gülsün, iyi-
bütün gövdesiyle gülüyor
bende gülüyorum
vitrinlerdeki kesme bardaklar
şarap şişeleri, bir gemi resmi
gülüyor durmadan hepsi
karşıda bir ev, kırk odalı sanki
her odada bir boy aynası
her boy aynasında
beyoğlu'nun bir parçası
durmaksızın gülüyor
yağan kar hemen eriyor yere düşer düşmez
gülmüyor, gülümsüyor
makyajını tazeliyor muhassen
kalkıp gidiyor
acının kış ayları, diyor birdenbire cemal
içine çekilip de soğuktan
oyuncağını orda bulamayan
bir çocuk gibi
-evet, hiç çocuk olmadı cemal
olmayacak da-
kalkacağız birazdan
acının kış ayları
ne yapsam belirsizim.
eve dönüyoruz -soldu minesi zamanın-
bugün de bir şey yaptık
tam kapıdan gireceğiz
uzakta bir laterna sesi
bir kadın ağlaması
pencereden sarkıtılmış bir sepet
sepette bir karnıbahar patlaması
sarı elmalar
içeri giriyoruz
bu kapı hiç değişmez mi, diyor cemal
bu kapı
ve her şey.
manastırlı hilmi bey'e dördüncü mektup

yıllar geçmedi, yıllar eskidi
dokunduğum yerde kalıyorum
yaşlı bir kelebek gibi.
yeni bir renk buldum bugün, suyun akışı rengi
oyuğumdan çıktım
çıkmamı duydum
bir süre yürüdüm yürüdüm
hiç kimsenin ağzını dayayıp da
suyunu içmediği bir çeşme gibi durdum
durdum ki
önce bir elektrik mavisi çöktü içime
sanki bir suya anlatıldım da bilinemedim
ben
benzersiz bir geyiği okşar gibi
sevgisizliği okşayıp geçtim
yol boyunca insanların
uzak yakınlığını
okşayıp geçtim
sinema girişlerindeki fotoğraflara baktım -bir süre-
çürük elma kokulu bir sokağa girdim
küçük bir alana çıktım
cemal'i okuldan aldım
sonra..
kestiydim saçlarını çoktan
gözleri bir çift medüza şimdi
cemal'in
kurtuluş'ta unutulmuş bir bahçe için
bahane cemal
kollan iğreti, kısa
kır yollan gibi tekdüze bir anlatım yürüyüşünde
anlamsız
ve yanyana gelince beton yapılarla
hep aynı soğuk ve yapışkan hüzün
yedeğine alıyor ikisini de
oysa pencerelerden sarkan ışıklar bile
herbiri başka başka
acılar başka başka
her günkü sözler, her günkü konuşmalar
aynı plaklarda aynı şarkılar
tutmuyor hiç birbirini
ve
mutluluk
bir kibrit çöpü ne kadarcık yanarsa.
eski bir lokantadayız hilmi bey
beyoğlu'nda, arka sokaklarda
karşıdaki vitrinde
yeni cilalanmış bir tabut
bu garip gün sonundan sanki
pespembe üç haç eklenmiş ağzına
cemal'in
sadece pasta yiyor şimdilik
duvardaki denizkızına bakıyor ara sıra
bir düğmesi kopuk ceketinin
tırnakları tertemiz
gömleği buruşuk -biraz-
bazı belirtiler bazı belirtilerle buluşunca
sözleşiyor kafasında insanın:
bu çocuk beni hiç sevmedi
sevmeyecek.
kim kimi sevdi? kim kimle yaşıyor ki?
bezik oynuyoruz, rakı içiyoruz
ve konuşmuyoruz gerekmedikçe
arada mektup yazıyorum sana
ah, olmayan sana. hiç olmadın ki
bunu kendime, cemile'ye söylüyoruz.
bitti yalnızlıklar, bir büyük yalnızlık var artık
iki kaktüs gibiyiz cemal'le ben
kendi çöllerimizden koparılmış.
edip cansever'in acayip çarpan nehir şiiri. ilk okunulduğunda güzelliği hissediliyor, ancak yüreğe bilinmeyen bir sıkıntı gibi de yerleşiyor. okunduğu gece o sıkıntıyla yüzleşince, ertesi gün tekrar ve tekrar okumalarda şiir, bambaşka bir dünyanın kapılarını açıyor. gerçekten acayip ve tarifi imkansız bir ruh çözümlemesi yaşatan; tuhaf, esrarengiz, usul usul çarpan özel bir sanat eseri...

sanat böyle bir şey işte!

çölünden koparılmış kaktüs notu*: kaktüsler tropikal iklimlerde de yaşar, hem de rengarenk olurlar*...

jordi savall duygulara tercüman olsun:

http://www.youtube.com/watch?v=5Frq7rjEGzs&feature=share

--spoiler--
işte şu yağmurlar, işte şu balkon, işte ben
işte şu begonya, işte yalnızlık
işte su damlacıkları, alnımda, kollarımda
işte yok oluşumdan doğan kent
hiçbir yere taşınıyorum, kendime sızıyorum yalnız
--spoiler--

--spoiler--
salondaki büyük saati sattım
saatin ölçebileceği
herhangi bir zaman parçası yok
--spoiler--

--spoiler--
suyu tutmak gibi bir şeydi hepsi
günler -seni anımsadığım zaman-
--spoiler--

--spoiler--
evet evet, yanılmıyorum ben
bir iki kişi kaldığımız zaman yanılabilirim
doğrusu ya
yanılmak her şeyi yeniden görmek gibi bir şey oluyor
--spoiler--

--spoiler--
yeni koparılmış bir demet karanfilim ben
saçlarını soğuk ve uzun.
ne diyordum? yağmurlar, evet
üşümüyorum ürperiyorum sadece
biçimini zorlayan bir kedi gibi
--spoiler--

2.

--spoiler--
susmanın su kenarındayız bugün
ne kadar sevgiyle konuşsak -konuşuyoruz da-
korkuyoruz gözgöze gelince hilmi bey
korkuyoruz
sanki gözler rakiptir de birbirine -öyle değil mi-
ve bir yokuştan iner gibi oluyoruz
bir yokuştan bir yokuşa sürekli
- nereye?
- bilmem ki

--spoiler--

--spoiler--
ne tuhaf
demin de aşağıdan bir bando geçti
sormak isterdim sana
bir bando şefinin hüznü nedir hilmi bey
bir bando şefinin uykusu
nasıl bir uykudur ki hilmi bey
ne kötü
elimde bir çiçekle yaz geçti.
--spoiler--

--spoiler--
ve akşam
akşam ki sallanacak hamağını buldu
buluyor
sular menekşelendi hilmi bey
--spoiler--

3.
--spoiler--
ağaççileği gibi durduğu yerde bir ezinti
piyano tuşları -tek tek bakıldığında-
çarçabuk bir göz atıldığında aynntısız -beyaz-
yıllar
seniha
gözlerinin altı uzun menekşe.
--spoiler--

--spoiler--
akşama dek
hüzünler acılaşıyor hilmi bey
geceler katı ve parlak
- ansızın yere düşen
laciverdi bir kestane sesi-
acılar da acılaşıyor gittikçe
--spoiler--

--spoiler--
seni sevdiğimi unutmuşum hilmi bey
seni de unutmak istiyorum artık
unutmak! ama nasıl
--spoiler--

--spoiler--
ama ben
kaçarak yaklaşıyorum her görünmeye
uzaktan uzağa gözgözeyim
uzaktan uzağa öpüşüyorum
uzaklarda biriyle sevişiyorum
erkeğe benzer yalnız bir dişiyim ben
evet evet öyleyim
hiç değilse öyle olmalıyım
her neyse..
--spoiler--

4.*
--spoiler--
yeni bir renk buldum bugün, suyun akışı rengi
oyuğumdan çıktım
çıkmamı duydum
bir süre yürüdüm yürüdüm
hiç kimsenin ağzını dayayıp da
suyunu içmediği bir çeşme gibi durdum
durdum ki
önce bir elektrik mavisi çöktü içime
sanki bir suya anlatıldım da bilinemedim
ben
benzersiz bir geyiği okşar gibi
sevgisizliği okşayıp geçtim
yol boyunca insanların
uzak yakınlığını
okşayıp geçtim
--spoiler--

--spoiler--
bazı belirtiler bazı belirtilerle buluşunca
sözleşiyor kafasında insanın:
bu çocuk beni hiç sevmedi
sevmeyecek.
kim kimi sevdi? kim kimle yaşıyor ki?
bezik oynuyoruz, rakı içiyoruz
ve konuşmuyoruz gerekmedikçe
arada mektup yazıyorum sana
ah, olmayan sana. hiç olmadın ki
bunu kendime, cemile'ye söylüyoruz.
bitti yalnızlıklar, bir büyük yalnızlık var artık
iki kaktüs gibiyiz cemal'le ben
kendi çöllerimizden koparılmış.

--spoiler--

gönüliçi; ruhözü eki:ve nostaljik, kavruk bir özlemle değil; hayatın rengi, yaşamın coşkusu; meraklı, masum, önyargılarla kirletilmemiş, korkularla ürkekleştirilmemiş, duru, çocuk ruh için. şahane serseri'deki çocuklar gibi sevebilmek için herşeyi...

çok güzel...

--spoiler--
gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk
hiçbir yere gitmiyor.
--spoiler--
--spoiler--
gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk
hiçbir yere gitmiyor.
--spoiler--
okullarda ders olarak okutulması gereken şiir.
salondaki büyük saati sattım
saatin ölçebileceği
herhangi bir zaman parçası yok
gittiği yeri bilmeyen böcekler gibiyim
bir oyuğa, oyulmuş bir yaşama
ne gereği var ki saatin
balkona çıkıyorum sürekli
yollar yollar yollar katediyorum sanki böylece
bir semtin ilk rengini alıyorum
örneğin ümraniye'de bir çay bahçesindeyim
bazan
anılardan anılara bir yol
ve
anılardan anılara sallanan bahçe
hangi yaprağı koparsam son anı avucumda kalıyor
iyi.

edip cansever - manastırlı hilmi bey'e birinci mektup

yıllar önce tüm şiirlerini okumuştum, şimdi okurken, her bir şiirden daha önce tatmadığım bambaşka bir lezzet duyuyorum. müthiş bir şey bu. yaş almanın bu yönü çok güzel.
Sadece ilk bölümünün şu kısmıyla devamını okutan, okurken içinde aktığınız 4 bölümden meydana gelen edip cansever şiiri:

"... salondaki büyük saati sattım
saatin ölçebileceği
herhangi bir zaman parçası yok.
gittiği yeri bilmeyen böcekler gibiyim.
bir oyuğa oyulmuş bir yaşama
ne gereği var ki saatin... "