bugün

Şehrin ıslak sokaklarıyla uyumlu olmak zorunda hissetti kendini. Bu nedenle; içini karartmış, yanaklarını ıslatmış, hislerini soğutmuştu. Sokak köpeklerinin ulumaları düşüncelerinde yankılanıyordu, çünkü aklı tenhaydı bu gece. Düşüncelerini bir kurşuna teslim edip, - henüz kurumamış- montunu alıp çıkmıştı sokağa...
Sokak; kar taneleriyle meşk ediyor, çığlık atan çocuklar doğuruyor, besliyor, öldürüyordu. Tüm kötülükleri saklıyordu koynunda ve tüm cihan sokaklardan oluşuyordu. Sokaklar birbirine bağlanıyor, bağlandıkça insanları köşe başlarında karşılaştırıyordu. Revnaklığıyla hoca kent, aslında dünyanın yansımasıydı ve sokak lambaları, evlerin ışıkları, yürüyen adamın ayakuçlarını parlatıyordu da yolunu bulmasına yardım etmiyordu. Evden çıktığından beri vuruluşunu düşünüyordu. Hayatı boyunca hiç silah görmemiş, hiçbir namluya hedef olmamış, hiçbir tetiği çekilirken görmemişti ama vurulmuştu. Montunun ceplerini yokladı. idrak etme, sorgulama yeteneğini yanına almamış olmalıydı çünkü bir türlü nasıl vurulduğunu anlamıyordu. Beyninden akan kan, ellerinde soğuyordu.
Geri dönüşler yaparak günü hatırlamaya çalıştı.

Uzun ve yorucu bir günün sonunda, odasının camından bakmak ona hep iyi gelmişti. Bugünün manzara mönüsünde kuşların karlar arasında yem arayışı, mesaisi biten işçilerin soğuktan büzülerek, hızlı adımlarla ilerleyişi ve güzel bir ay vardı. Masasının üzerindeki titreme onu saniyelik keyfinden alıkoydu. Telefon ekranında çıkan ismi gördüğünde, dudaklarını sıkarak memnuniyetsizliğini etrafındakilere de belli etti. Bunu yapmak zorunda mıydı? Arayan kişiye karşı olan isteksizliğini odadakilerin bilmesi ne kadar gerekliydi? Zaten o, duygularını gizlemeyi hiçbir zaman becerememişti. Sevdiğini; hiç doymayacak kelimelerle söyler, asiliğini en hoyrat tavırlarla gösterir, kızgınlıklarını en kırmızı haliyle belli ederdi...
Ve aranmaktan değil, arayandan şikâyetçiydi. Yorgun aklına hediye edeceği anlık dinginliği bozduğu için titretene sinirlenmişti.
-- Efendim, dedi en isteksiz kelime buymuş gibi. Sesi geri geldi, kendi de duydu isteksizliğini ve bu hoşuna gitti. içindeki duyguyu bu kadar net belli etme becerisine sahip olduğuna sevindi.
Kullandığı kelimeleri en aza indirerek tamamladı konuşmayı. Evetleri, hayırları, tamamları bol bir konuşmaydı. Kısa cümleler kurmayı sevdiğinden değildi bu, soğuyan havaya ayak uyduran bir kalbi olduğunu kendine söyleyemediğindendi.
Ve zamanı gelmişti, yüzleşmek zorundaydı. Cemre çoktan düşmüş, içine tohumlar atılmıştı. Yeşermeden mutsuzluk, bir çare bulmalıydı karmaşasına. Sevmediği bir kadının yanına gitmekten daha iyi olacaktı bulacağı çözüm.

Kâhin elini küresine atmış, kehanetlerini sıralamıştı. Biri seni öldürecek, ölmeyeceksin. Kanlar akacak her yerinden, kırmızıya boyanmayacaksın, kurşun kalbine saplanacak, hiç barut yanığın olmayacak...
Kervanlara yük olsaydı adamın dertleri; develer isyan eder, inatlarından kımıldamaz bir de tükürürlerdi. Develere yük olsaydı adamın derdi, çıngırak seslerinden bütün gece inlerdi ortalık.
Ve sevmediği kadına iskelenin ucunda durup, baktı. Sonra sevmediğini söyledi özentisiz, alelade ve müphem kelimelerle. Kadın vurdu adamı. Ağzı kılıftı şimdi, kelimeleri mermi ve adam yaralı.
Düşüncelerini bir kurşuna teslim edip, - henüz kurumamış- montunu alıp çıkmıştı sokağa... Sokak; denizdi çünkü iskeleden düşmüştü. Adam, bu kadar can acıtan kelimelere rastlamamış, hatta zikretmemişti bile. Kendi bile bu kadar acımasız olmamıştı hayatı boyunca.
Ve kadın hikâyenin en gizli kahramanıydı. Hiç konuşmamış, hiçbir hali tasvir edilmemiş, adamı arama nedeni bile belirtilmemişti ama etkileyici vuruşu yapan o olmuştu. Çünkü; kelimelerin silahına sahip olan oydu!
(bkz: kalem)