bugün

bir ressamgitarist kitabı olacak. ben de yazdıkça bölüm bölüm burada paylaşacağım. kaç bölüm olacağına henüz kesin bir karar vermedim.

1. BÖLÜM - BiR GARiP MAHLUK

Yıl 1687, Şubat'ın 16'sıydı. Uzun süredir devam eden fırtına yüzünden tüm kıtada hayat durmuştu ve ben de evimde şöminenin başında otumuş bir yandan alevleri izliyor bir yandan da suyun kaynamasını bekliyordum. Ne kuş sesi, ne at arabası sesi, ne kalabalık sesi; uzun süredir evimde şöminenin çıkardığı ateş çıtırtılarından başka bir ses işitmemiştim...

"Patttt!" bu ses de neyin nesiydi? "Tak tuk, tak tuk!" koridordan bana doğru ağır ağır yaklaşan ayak seslerine çevirdim kafamı. Bulutlar gökyüzünü tamamen kapattığından gelen kişinin kim olduğunu seçemiyordum, koca bir karartı koridorun içinden bana doğru ilerliyordu. Odadan içeri girip, hemen çaprazımdaki çalışma masasının üzerine oturdu. Kafasını önüne eğerek "Bana bir fincan demli çay getir evlat." diye seslendi, kendinden emin ve tok bir sesi vardı. Hiç tanımayan biri görse bu evin sahibi sanardı. Cevap vermeden önce biraz göz ucuyla süzdüm. Ayağında bileklerinin az üzerine kadar uzanan kalın tabanlı botları, üzerinde siyah kot pantolonu, daha üstündeyse bedenini ve başını gevşekçe saran koyu yeşil, çarşaf tarzı elbisesiyle oldukça iri ve gösterişli biriydi. Buraların yabancısı olduğu belliydi. Çarşafını başından ve bedeninden sıyırıp masanın üzerine koydu, elbisesinden ve üzerinden süzülen sular masayı, üzerindeki notlarımı ve ahşap parkeleri ıslatıyordu. Kafasını hafifçe bana çevirip tekrarladı daha yumuşak bir tonla "Sana söylüyorum delikanlı, ne dediğimi duymadın mı?" Donup kalmıştım, bu adam da kimin nesiydi? Ama sesi o kadar kendinden emindi ki "Ge ge getiriyorum efendim." diyebildim sadece ve koltuğumdan kalktım. Ağır ağır kalkıp önümü kesti, boyum 184 olmasına rağmen onun göğüs hizasına geliyordum. Elini uzattı "Adım Cellat." dedi ve ben de elimi uzatıp elini kavradım, çok sert ve soğuk bir eli vardı. Bir an ellerim oracıkta paramparça olacak sandım, bu soğuk ve kıtlıkta bir insanın bu kadar güçlü olması akıl alır gibi değildi.

-Be ben de Fatih.
-Biliyorum evlat. Buralar çok değişmiş, insanları da öyle. Daha gelir gelmez birkaç densize haddini bildirmek zorunda kaldım.
-ilk defa gelmiyor musunuz buralara?-Ahahaha! Komik olma oğlum, bütün bu yerler 34 yıllık bir geçmişe mi sahip sanıyorsun.
-Yaşımı nereden biliyorsunuz?
-Anlatacağım minik adam ama önce gidip bana çay koyuyorsun. Bakalım Oktay sana öğretebilmiş mi o güzel çayının püf noktalarını.
-Dedemi de mi?
-Çay Fatih. Çay!

Susup çayı hazırlamaya koyulmaktan başka çarem kalmamıştı sanki. Daha ilk andan itibaren etki altında bırakan, ilginç bir havası vardı. Ve ömrümde hiç bu kadar iri bir insan görmemiştim. Ben çayı yaparken o da cebinden çıkardığı kağıtlara vermişti dikkatini, buz kesmişcesine inceliyordu. Ve tabi ben de çaktırmadan onu inceliyordum. Yaşlı olduğu aşikar olmasına rağmen oldukça çevik ve kaslı bir bedeni vardı, vücudu kılıç ve balta izleriyle ortaklık kurmuştu yer yer. Beyaz dalgalı saçları omzuna kadar uzanıyordu, aynı şekilde dalgalı sakalları da beş santimetre kadar özgür kalmıştı. Bronz ve hafif kırışmaya başlamış bir yüzü vardı, gözleriyse bir jilet gibi keskindi. Kenarları koyu lacivert, ortasıysa açık maviydi; insan gözgöze gelse kör olacakmış kadar parlak ve güçlüydü. Burnu çok hafif kemerliydi ve beyaz kaşları gözlerine anlam katarmışçasına daima çatıktı.

-Beni incelemeyi kes artık, rahatsız etmeye başladın!
-Özür dilerim. Ama ama siz nasıl oldu da fark ettiniz, kağıtlara odaklanmıştınız bir şahin edasıyla. Ne yazıyor o kağıtlarda?
-Arapçan iyi midir?
-Hayır hiç yoktur, günümüzde pek bilen kaldığını da sanmıyorum zaten. Yok olmuş bir dil sayılır artık. Bu arada buyrun çayınız.
-Sağol evlat, onca yıldır böyle bir soğuk görmemiştim, içimde sanki bir buz dağı var. Böyle bir kışı en son çocukluk yıllarımda yaşamıştım.
-Yani tam olarak ne zamandı? Bildiğim kadarıyla oldukça uzun süredir bu ülkede böyle bir kış görülmemiş.
-Üç asır önce. Dünyanın çok daha güzel olduğu dönemler... Her neyse, elimdeki kağıtları mı sormuştun sen? Ben de bunlar için buradayım. Bak şimdi, beni iyi dinle. Bunlar binlerce sene evvelden kalma mektuplar ve burada senin ve benim yapmamız gereken şeyler yazılı. Bu mektupları bulabilmek için tam seksen yıldır uğraşıyorum. Bu mektuplarda kadınlarımızı nasıl kurtaracağımız yazıyor.
-Anlamadım? Kadın ne demek? Hem siz afedersiniz ama benimle dalga mı geçiyorsunuz, ne demek üç asır önce çocuktum?
-Doğru, siz bilmiyorsunuz di mi kadınları. Kadınlar da bizim gibi insanlar, ama bizden biraz farklılar. Bana gelince anlatacağım vakti geldiğinde, şu andaki konumuz bu değil.
-Peki. Nasıl yani, nasıl farklılar?
-Bizden fiziksel olarak daha güçsüzler, daha narinler. Ama zeka bakımından hiçbir farkları yok. Senin benim gibi insanlar.
-...
-Hayvanları düşün. Hepsinin bir dişi bir de erkek cinsi var değil mi. Bunlar çiftleşerek yeni yavruyu dünyaya getiriyor.
-Ama onlar hayvan, bu dünya onlar için değil bizim için var; onlar bizim hizmetimizdeler. Bizi tanrılar özel olarak kendi elleriyle yapıyor.
-Hayır Fatih, biz de hayvanlar gibi çiftleşerek ürüyoruz. Penisi olmayan bebeklerin neden kurban edildiğini düşündün mü hiç?
-Çünkü onlar ımm...
-Sorgulamamıştın di mi hiç, ben de öyle tahmin etmiştim.
-Ama dinimizin kuralları böyle emrediyor, bize sorgulamak değil uygulamak düşer.
-Biraz sonra bir arkadaşım gelecek Fatih, her şeyi daha iyi anlayacaksın.

Şaşırmıştım. Daha önce hiç duymadığım bir şeyin varlığından bahsediliyordu. Kadın diye bir şeyi daha önce hiç görmemiştim. Bizi, yani insanları denizlerden gelen yüce melekler getiriyor karşılığında da tanrı için hediyeler alıp gidiyorlardı. Yeni insanlar verilen o hediyelerden yapılıp tekrar bir bebek şeklinde belli bir düzenle yaratılıp 'gemi' adını verdikleri o cennet aracıyla dünyamıza getiriliyordu. Aynı şekilde ölen insanlar da farklı melekler tarafından alınıp denizlerin ucundaki öteki dünyaya, tanrılar dünyasına götürülüyor orada kıyamet gününü bekliyordu. Bu dünyanın varoluşundan beri böyleydi. Şimdi bu söylenenlere inanmak dinimizi reddetmek, tanrılara karşı büyük günah işlemekti. Diğer dünyada buz gibi denizlerde günde 1000 defa boğularak öldürülüp tekrar diriltilmek demekti, topuklara ve ellere çakılı çivilerle yaşamak ve daha binlerce tür cezalara çarptırılmak demekti. Dünyada her şey bir düzen içerisindeydi hem zaten, nereden çıkmıştı bu kadın olayı?

-Çok düşündün Fatih, biliyorum bu söylediklerim sana çok garip geliyor.
-Garip az kalır efendim, bu söyledikleriniz çılgınca şeyler. Eğer melekler bu konuştuklarımızı duyarsa bizi çok kötü cezalandırır. Hem bu dünyada, hem öteki dünyada.
-Onlardan korktuğun için mi onlara itaat ediyorsun?
-Hayır, minnet borcum var. Benim için bu dünyayı tanrılar yarattı ve bolca yiyecek, içecekle doldurdu. Benden tek istekleri ise bolca iş yapmam, çalışkan bir insan olmam, diğer insanlarla sorun yaşamamam ve elde ettiğim şeylerin yarısını onlara hediye olarak vermem. Bu çok güzel bir şey bence, her şey düzenli ve mantıklı.
-Hayır, yeterince düşünmüyorsun evlat. Tanrıların bu dünyadaki yiyecekleri senin için yarattıysa neden senden istesin ki?
-Zaten iste...

Çatt! Büyük bir gürültüyle salonun büyük camı kırılmış ve içeri siyah elbiseli biri fırlamıştı.

-Koşun geliyorlar!

Korku ve heyecanla ne yapacağımı şaşırmıştım, koridora doğru koşmaya başlamıştım o kişiyle beraber. Tam merdivenleri çıkacakken Cellat geldi aklıma, duraksadım. insanın yeni tanıştığı, hatta hemen hemen hiç tanımadığı birini merak etmesi kulağa garip geliyor evet. Şu anda düşündüğüm zaman anlayabiliyorum ne kadar güven verici bir duruşu, ses tonu, mimikleri olduğunu; biriyle bir saat konuşsa o kişiyi istediğiniz her şeye inandırabilirdi. Her neyse; elimi merdiven korkuluğuna dayadığım anda aklıma o geldi, dönüp baktığımda bir kişiyi tek eliyle boğazından sıkıca tutmuş, kafasını tavana vuruyordu. Bir! iki! Üç! Adamın kafası paramparça olmuş, evin içine kan ve kemik parçaları sıçrıyordu. Cellat bir aslan gibi kükrüyordu, içeri giren diğer kişiyi de tek tekme darbesiyle öldürdükten sonra kırık camdan giren rüzgarın perdeyi savuruşu ve içeri giren karların ahenkli dansı arasında bir savaşçı edasıyla bana baktı.

-Gitmeliyiz.

Tek kelime edemedim, ömrüm boyunca ufak tefek kavgalara karışmışlığım olmuştu ama böylesine cinayetlere ilk defa tanık oluyordum. Ülkemizde insanların kavga etmesi kesin bir emirle yasaktı ve kavga eden her insan melekler tarafından kolları kesilerek cezalandırılıyordu. Ama Cellat'ın o kuvvetli, asil halinin beni kendisine hayran bıraktığını inkar edemem. Her neyse, Cellat'ın işaret ettiği yönden çıktık evden. Çıktığımız yer evin arka bahçesiydi, yirmi santim kadar karla kaplı ve kar dipleri sertleşmişti. Kıtır kıtır yürümeye başladık hızlı adımlarla, bahçe duvarını aşıp ormanın içine girdik. Yürüdükçe yoruluyor, yoruldukça yürüyordum onlarla birlikte. Evdeki o heyecanlı dakikalardan sonra bastıran terim soğumuş, buz tutmaya başlamıştı. Cellat çıkardığı çarşafını evde bırakmak zorunda kalmıştı o aceleyle, bu soğukta nasıl da o şekilde yürüyebiliyordu bilmiyorum. Nihayet birkaç saat orman içinde yol aldıktan sonra bir kulübe gördük, kapısına kadar yaklaştık. Cellat kapıyı eliyle tıklattı birkaç kere, "Aç kapıyı evlat, biz geldik." Eliyle vurduğu yerler ezilmişti kapıda, daha önceden kalma birkaç iz daha vardı aynı şekilde. Önceki zamanlarda da gelmişti buraya belli ki. Birkaç saniye sonra kapıyı dokuz on yaşlarında bir çocuk açtı. "Hoşgeldiniz baba." içeriye girdik sırayla, en sonda da ben. Cellat çocuğun başını okşadıktan sonra gözüyle beni işaret etti ve "Tanıştırayım evlat, bu Fatih. iyi bir adamdır ve çok da yeteneklidir. Önce bize bir çay demle sonra uzun uzun konuşacağız." Çocuk selamlar gibi gözlerini kısıp kafasını salladı bana bakarak, ben de aynı hareketi tekrarladım ve genç mutfağa geçti.

-Yalnız mı yaşıyor bu çocuk efendim?
-Evet, Serkan burada yalnız yaşar.
-Vay canına bu küçüçük çocuk bu tehlikeli ormanın içinde tek başına yaşıyor demek. Babası peki?
-Babası yok.
-Anlamadım, ne demek yok?
-O beş yaşındayken babası işlediği bir suç yüzüncen öldürüldü, sizin dilinizle cehenneme götürüldü. Kurallarınız gereği onun da öldürülmesi gerekiyordu biliyorum. Kaçırdım ben onu, bir sene benimle Sibirya'da yaşadı, daha sonra onu bu eve yerleştirdim. Kendini koruyacak ve kendine bakabilecek kadar akıllıdır merak etme, yıllardır bu evde yalnız yaşıyor.
-Gözleri benden daha net ve güçlü bakıyor açıkçası.

Diyerek gülümsedim. Yanımıza gelen siyahlı adam örtüsünü yüzünden yol boyunca indirmemişti; zaten çok soğuktu, mantıklı olan da buydu. Şömineye yaklaşıp üzerindeki örtüyü belinden yukarı doğru sıyırmaya başladı ve çıkardı. içinde beyaz, kolsuz, beline kadar uzanan, tül bir elbise vardı. Asıl dikkatimi çeken bedeniydi. Oldukça yumuşak hatlı, tüysüz, ince ve pürüzsüz görünüyordu. Beli çok inceydi ve kalçaları bugüne kadar gördüğüm en dolgun kalçalardı. Saçları bir başak tarlası kadar sarı, deri pantolonunun altındaki bacakları bir ceylanınki gibi ürkek ve düzgün görünüyordu. Şömineden bir balık gibi süzülen ateş ışıkları arasında bana doğru döndü. Yüce tanrılar aşkına! Bu bir insan mıydı? Ne kadar güzel gülümsüyordu; dişleri meleklerin kolyelerindeki denizden çıkan boncuklar kadar beyaz, gözleri serin bir göl kadar mavi, yanakları pembenin en güzel tonuydu. Hayatımda ilk defa böyle bir şey hissediyordum. "Benim adım da inci, delikanlı." dedi o bahar esintisi gibi ferahlatan gülümsemesiyle...