spesifik değil, herhangi bir gündür.
Zehir damlayan dudaklarımdan bal kokan kelimeler akıyordu,
muhafız kalemim ipekten kağıdıma yazıyordu mütevazı melankolik tranvamı...
herşeyin 'bok' olmasıyla huzur içine erdi mutlu günlerim.
yanı başımda uyku haplarını içti uyuyan güzel ve bi daha uyanmadı...
anlamsız cümlelerimin arasından manasız çırpınışlar affetmedi hatalarımı.
şakayla karıştırdım suratıma çarpan kader tokatlarını; komik değilmiş, dudağım patladığında anladım.

sağnak şeklinde gökten yağan karamsarlık giyotinim oldu idamım esnasında
ve pamuk prensesin elması boğazında kalmıştı ilk ısırıkta...
rapunzelin şaçları peruk, polyanna'ın mutluluğu buruktu aslında...
sonsuza kadar kahrolmuşlardı her masalın sonunda...
arşa değdi sigaramın dumanı ve beni avlamıştı avcı kırmızı başlıklı kızı tuzağa düşürmediğim halde...
pinokyo benzin dökerek yaktı kendini gepettonun şöminesinde,
üç küçük domuzun evleri başına yıkıldı ilk zelzele de...
ve avcuma bir kuş konmuştu,bir parmağım tutmuş,birisi pişirmiş,birisi yemiş, sonuncusu 'defolun' demişti....

ben saçmalama sınırlarından sarkarken,
beyaz atlı prens son sişe şarabını bitirmiş namluyu ağzına damıştı bile...
Notre Dame'ın Kamburu felaket çanlarını çalmaya başlamıştı...
hayat bunu yapmaya ne zaman alışmıştı?

bakmadan yazmanın verdiği keyifin doruklarında dolaştım.
aklımdan geçen her kelimenin bir diğeriyle olası benzememe ihtimalini çöpe attım.
bir sigara daha yaktım.dumanı nefesim oldu.
yitik kelimelerimle, bitik hayatımın en dibinden haykırışlarımın gök kubbenin en tepesine erişmesi umuduyla sevindim birden.
oturup geçmesini bekledim... -alışmak iyi değil sevinmeye...-

bir yıldız seçtim kendime ve o yıldızın parlaklığında ezdim kibiri,bencilliği...
uzay boşluğuna savurdum içimde biriken sonsuz kini nefreti.
bitkin düştüm ve boşlukta savrulmaya başladım...
güneşten bir sigara daha yakmak için ateş alıp, mehtaba kadeh kaldırdım...
en sonunda dünyaya bıraktım kendimi ve hayatımın kollarına yeniden düştüm...

üşüdüm...

binbirinci gecenin nihayetinde masallarım sona ermişti.
kibritçi kız son kibritiyle bir sigara yakıp bana eşlik etmişti.
yedi cüceler camdan tabutta can vermiş,alice, harikalar diyarında, darağacına asılmıştı...
hansel ve gratel şeker komasındayken, kurabiye adamı sıcak süte banmışlardı...

bir var bir yok olmuşlardı...
gökten çürük elmalar düşmüştü...
ve sonsuza kadar (u)mutsuz yaşamışlardı...
Günlerden bir gün,
Uslanmaz bir çocuk varmış..
Hayallerde yaşar, dertlenince de kendinden kaçarmış..
Biraz aklıselim olduğu zamanlarda da kendini sorgularmış..

Yine kendini sorguladığı bir gün dona kalmış, önce yine kendini hayallerimde sanmış..
Sonra hayallerinde olmadığını anlamış,
yalnızca aşıkmış..
masallarda geçen klasik bir cümle.
Onu vaktiyle Ankara'da, Karpiç'in amerikanbarında tanımıştım. Yuvarlak omuzları, yuvarlak göbeği, etli ıslak dudakları, tombul yanakları ve orta boyuyla, bakımlı bir adamdı. Yandan ayırdığı oldukça kısa saçları arkaya doğru fırçalanmış, ensesiyle şakakları da makineyle alınmıştı. Yumuşak bir gagaya benzeyen küçük boy, karga bir burnu vardı. Zengin ailelerin yemek içmek için yetiştirilmiş, çıtkırıldım tombul çocuklarını anımsatırdı. Ve kibardı. Yanına kim yaklaşsa, genizden sesiyle:
- Bir şey içer misiniz, diye sorardı.
***
Öğle rakısını beleşten idare etmek isteyen arkadaşların bazıları, ona doğru yürür:
- O nasılsınız beyefendi, diye elini sıkarlardı.
Ve o hemen sorardı:
- Bir şey içer misiniz?
***
Yanına sokulanların kim olduklarını pek bilmezdi. Merak da etmezdi bunu. Tek başına içmekten kurtulmuş olmanın cömertliğiyle, kadehleri art arda devirir ve boyuna ikram ederdi:
- iki duble daha...
***
Asıl mesleği mühendislikti. Kimseyi işyerine davet etmezdi; ama galiba yabancı bir firmanın temsilciliğinde, ortaklardan biriydi. Ne iş yaptığını, hangi konularla uğraştığını hiç anlatmazdı. Genizden sesiyle havadan sudan konuşur ve gitgide kırmızılaşan yüzüyle, boyuna içerdi.
Pek kısıtlı olan sohbet repertuvarında anlatacak bir laf kalmadığı zaman da:
- Almanca biliyorsunuz, değil mi, diye sorardı.
Yanıtı beklemeden de, Almanca ya bir atasözü söyler, ya küçük bir şiir okurdu...
***
Alman kültüründeki üç beş satırlık mini gösteriden sonra, yine içilmeye devam edilirdi. Bu kez de:
- italyanca biliyorsunuz, değil mi, diye sorardı.
Arkasından italyanca bir atasözüyle, italyanca birkaç mısra gelirdi.
Ve yine içilirdi.
- Fransızca biliyorsunuz, değil mi?
Bu sorudan sonra da, Corneille'in ünlü bir tiradını okurdu.
***
Amerikanbardaki öğle içkisinin sonlarına doğru:
- ingilizce biliyorsunuz, değil mi; sorusuyla okunan ingilizce mısraları:
- ispanyolca biliyorsunuz, değil mi; sorusu izler ve ispanyolca şiir de bitince, hep birlikte öğle yemeğine gidilirdi.
***
Yemekleri çok iştahlı yer ve yine içerdi. Yemek boyunca da amerikanbardayken yanındakine hangi yabancı dilleri bildiğini sormuş olduğunu unuttuğundan, bir kez daha sorardı:
- Almanca biliyorsunuz, değil mi?
Biraz önce söylediği Almanca atasözüyle Almanca şiiri tekrarlardı.
- italyanca biliyorsunuz, değil mi?
Ve tabii arkasından:
- Fransızca biliyorsunuz, değil mi?
- ...
- ingilizce biliyorsunuz, değil mi?
- ...
- ispanyolca biliyorsunuz, değil mi?
***
Her öğle gelir, yanına sokulanlara ikram ederek içer, yemekte içer, yemekten sonra da içer ve bir ara kaybolduktan sonra akşama gelir, yine içerdi.
Böylece içki ve yemek ikram ettikleri, günde birkaç posta:
- Almanca biliyorsunuz, değil mi? italyanca biliyorsunuz, değil mi? Fransızca biliyorsunuz, değil mi? ingilizce biliyorsunuz, değil mi? ispanyolca biliyorsunuz, değil mi? Sorularıyla karşılaşırlar, ne evet ne de hayır anlamına gelen hafif baş sallamalarıyla, beş dilden tekrarlanıp duran şiir ve atasözlerini dinlerlerdi.
***
Arkadaşlardan bazıları, kibar mühendisin hem rakısını içer, hem de adamla dalga geçerek:
- Beyefendi, Flamanca biliyorsunuz, değil mi, derlerdi.
Mühendis, dalga geçildiğini pek çakmaz:
- Flamancam yok; Flamanlarla ya Almanca, ya Fransızca konuşurum, derdi.
- Beyefendi, Rusça biliyor musunuz?
Tombul yanaklı mühendis, yumuşak etli dudaklarını kıvırarak:
- Pek az, derdi.
Ve birkaç sözcük söylerdi Rusça...
- Maşallah bülbül gibi konuşuyorsunuz... Ne zaman öğrendiniz bütün bu dilleri?
Mühendis, kendisiyle alay edildiğinden kuşkulu, tatarımsı yumuk gözleriyle:
- Şaka etmeyin, derdi.
Ve şayet kendisine yönelik bir alay varsa, onu kapatmak için hemen içki söylerdi.
***
Ama mühendisin asıl kendini içkiye vurduğu zamanlar, karısının yaz tatili için istanbul'a gittiği zamanlardı. O dönemlerde öğle, öğleden sonra, akşam ve gece de içerdi.
***
Bir akşam birlikte olmuştuk. Kim bilir kaçıncı kez:
- Almanca biliyorsunuz, değil mi, diye soruyordu.
- Bilmem, diyordum.
Ama o, yine Almanca atasözünü söylüyor ve Almanca şiirini okuyordu.
***
Yemekte de iki kadehin arasında sürdü gitti sorular:
- italyanca biliyorsunuz, değil mi?
Ben hep:
- Bilmiyorum, diyordum.
O, aldırmadan okuyordu şiirlerini.
***
Yemekten sonra Gar Gazinosu'na gittik. O yıllarda Gar Gazinosu'nda yabancı artist grupları ilginç gösteriler yaparlardı. Gösterilerden sonra da, kadın artistler davet aldıkları masalarda içki içerlerdi.
***
Mühendis, iyice zom olmuş, kravatını gevşetmiş, göğsünü bağrını açmış, iki de kadın artist çağırmıştı.
Kadınlara:
- Almanca bilir misiniz, diye sordu.
Kadınlar gülerek, Almanca konuşmaya başladılar.
Mühendis de Almanca atasözüyle şiirini okudu. Ve:
- italyanca bilir misiniz, diye sordu.
Kadınlar zaten italyandı. italyanca konuşmaya başladılar.
Mühendis de italyanca atasözünü söyledi, italyanca şiir okudu.
- Fransızca bilir misiniz?
Kadınlar, Fransızca konuşmaya başladılar...
- ingilizce bilir misiniz?
Kadınlar, ingilizce de biliyorlardı.
- ispanyolca bilir misiniz?
Kadınlar, ispanyolca da biliyorlardı.
***
Mühendis, nasıl olduysa oldu, sarhoşlukla aşka gelip elini kadının göğsüne yallah edip daldırdı. Kadın, hafiften bir çığlık attı. Arkadaşı öfkeyle masadan kalktı. Mühendis, bir eli yanındaki çığlık atan kadının göğsünde; öteki eliyle de gitmek için ayağa kalkan kadının eteğini tutayım derken, iskemleden aşağı yuvarlandı.
Ben de mühendisi kaldırmak için hemen üstüne eğildim, garsonların yardımıyla zor bela oturttuk yeniden sandalyeye.
O sırada bir fotoğrafçı resmimizi çekmek için yanaştı. Mühendisin en büyük keyfi resim çekmek için yaklaşan gazino fotoğrafçılarına, Kral Faruk edasıyla bol para verip resim çekmemelerini rica etmekti. Fotoğrafçıya da cüzdanından büyükçe bir para verdi:
- Sakın çekmeyin, dedi.
Sonra da kollarıyla masaya kapanıp horlamaya başladı.
***
Garsonlar hesabı getirdiler. Mühendisi uyandırıp hesabı ödetmeyi kendime yakıştıramadığım için, maaşın hepsini yatırmak zorunda kaldım o gece.
***
Geçenlerde, eski bir otelin amerikanbarında gördüm. Sarılıp kucaklaştık. Bir hayli yaşlanmıştı. ikinci kadehin ortasında:
- Almanca biliyorsunuz, değil mi, diye sordu.
Sanki hiç yaşamamışçasına, yirmi beş yıl önce bıraktığım yerde içiyor gibiydi.

çetin altan