bugün

çalışmaktan yozlaşan adamların hayallerini dinleyerek büyüyen doksanlı yılların çocuklarından sadece birisiyim ben. ye, iç, yat üçlüsünün hayatın en büyük hediyesi olduğunu beynime lanse eden adamların haniymiş abisiyim. tam olarak bu yüzden olduğunu düşünüyorum; keyfine düşkün bir hayatzede olmayı. bir gün, kısa bir süre için cahil bir köylü kadar mutlu olmamı sağlayan bir içecek keşfettim. alkollü içecekler? bu keşif, hayatımın merkezine vurulan bir devrim balyozuydu. düşüncelerim değişti. tercihlerim ve hobilerim değişti. kafa sesim, alışkanlıklarım, yaşama anlayışım hatta ve hatta benliğim değişti. alkol benim etiketlerimi değiştirdi. kafamın içinde yeni çizelgeler yarattı. artık kendi doğru ve yanlışlarım, iyi ve kötülerim vardı. yavaş yavaş toplumun içinden sıyrıldığımı hissediyordum. ötekileşmeyi benimsemeye çalışırken bir alt geçit duvarında şunları okudum; "kendinize yabancılaşmanız başladığında, dünyaya yabancılaşmanız sona erer." haklıydı. bugüne kadar ben büyüdükçe dünyanın da benimle birlikte değiştiğini düşünürdüm ama, dünya hiç değişmedi. sadece bize bu dünyayı yanlış anlatmışlardı. artık dünyanın nasıl bir yer olduğu hakkında daha net düşüncelere sahiptim. iyilik ve kötülük. toplum iyiliği benimsediği için iyi olmak "harika" bir şeyken, kötülük "lanet" bir şeydi. lanet, aslında güzel bir şey miydi? her şey giderek karışıyordu. farkındalık kavramının arttığı her saniye biraz daha su üstüne çıkan gizli bir arzumun olduğunu fark ettim. hiç doğmamış olmayı arzulamak? birkaç bira içip vücudu soğuk suya kavuşturmak bu düşüncemi yatıştırıyordu. bir süre sonra kendi hayatımı inşa etmeye karar verdim ve bunun için içinde bulunduğum kutudan ayrılmalıydım. sırt çantama birkaç kıyafet koydum ve cebimdeki son paraya otobüs bileti alarak adından başka hiçbir şey bilmediğim bir şehre gittim. garson olarak bir işe başladım. şu kan emici patronların varlığından tamda o zaman haberdar olmuştum. işgücümü satarak kazandığım birkaç kuruş para, temel ihtiyaçlarımı ancak karşılıyordu ve bu benim canımı oldukça sıkıyordu. bir yandan yeni anlamlar keşfetmeye çalışırken diğer yandan daha çok kazandıracak bir iş arıyordum. birkaç gün sonra daha acemi bir kan emiciyle tanıştım. artık bar garsonluğundan kafeterya garsonluğuna terfi etmiştim. ne terfi ama! yaşamam için bu işte yeterli değildi. giderek bunaldığımı hissediyordum. artık tek bir nefesimin kaldığının farkındaydım. onca sigaradan sadece tek bir nefesim kalmıştı? çocukluk yıllarımdan kalan tek bir gerçek kalmıştı zihnimde. insanlığımdan utanmam için yaşamam gereken bir tek yanılgı, faniliğimi unutmak için tek bir hayat kalmıştı önümde? ölüm, ne güzel şey?

çalıştığım zamanlar o kadar yoğun ve yorgun oluyordum ki; neredeyse kainattaki tüm kadınlarla aynı gün içerisinde birlikte olmuş gibi hissediyordum. bazen yazmak için zaman bulamıyordum. bu çok kötü bir şeydi. potansiyel var ama zaman yok. şöyle ki; süper loto'da altıyı tutturduğun günün akşamında bir kaza geçirip %90 felçli bir yatalak oluyorsun? o kadar güzel 'çirkin hisler' hissedebilen işçi, insanın standart bir günü sağlıklı tamamlaması için gerekli sekiz saatlik uykuyu uyuma fırsatı bulamazken; yapamadığı edebiyat için bu çalışma şartlarını onaylayan düşünebilme yetisi olan insan ırkının evrilmesine sebep olan ilk varlığın varlığına tükürürse eğer; işçi haklıdır. o yüzden dünyayı yok etmeyi misyon edinmiş kötü adam olarak lanse edilen insanlar, sevdiğim iyi insanları oluşturuyor. tıpkı lord voldemort gibi. esas adam. benim adamım?

eskiden korkak bir şişkoydum. mutfakta karnımı tıka pasa doldurup ışığı kapattıktan sonra salon kapısına kadar koşardım. bazen ışığı bile kapatmazdım. bir gün, ben on bir yaşındayken mutfak ışığını kapatıp korkuyla salona koşmak yerine buzdolabının yanındaki tabureye oturdum. dakikalarca? neden hala salona dönmediğimi merak eden ebeveynim karanlığında sessizce oturduğum mutfağı aydınlatan düğmelere bastığında beni görüp irkildi ve ancak karanlığın bir parçası olduğumda karanlıktan korkmayacağımı anladım. on bir yaşımdan bu güne kadar beni ürperten her şeyden bir parça aldığım için günlük hayat git gide sıkıcı olmaya başladı ve yine bir gün tüm alışagelmişliklerimden sıkılıp yalnızlığı seçtim. o günden beri yalnız bir şişkoyum. siktiri boktan bir şehrin siktiri boktan bir meydanının köhne bir köşesine yapılmış siktiri boktan bir heykel gibidir benim yalnızlığım. öyle güzel, öyle harika. öyle de herkes fark etmiyor orada olduğumu. orada olduğumu fark eden her siktiri boktan insanın çektiği her siktiri boktan fotoğraf "siktiri boktan bir anı fotoğrafından" öteside olmuyor zaten. işte böyle siktiri boktan bir şey benim yalnızlığım. eğer yalnız değilsen, en kısa sürede yalnız kalacaksın. çünkü; en büyük fetişti yaşamakken, ölüm hükmü giydirilmiş her canlı potansiyel bir yalnızlıktır? bugüne kadar fark ettiğim en kötü yaşamsal yaptırımsa şudur!

siz öldüğünüz zaman; siz öldüğünüz için üzülen kişiler öldüğünde onlar için üzülemeyeceksiniz. farkında mısınız?

hayat, birden fazla anının birleşmesiyle oluşan ölümcül bir oluşum diyebilir miyiz o zaman? bukowski olsa; "hayat sikik, kadınlar harika!" derdi. belki de schopenhauer olsaydı; "sikik olan hayatın kendisi değil, senin hayatın" derdi ve sonrada buko yapıştırırdı; "evet, seninle aynı gezegeni paylaşıyorum."

http://tipsychannel.com/feribottan-dusenler-serisi/