bugün

öznelerimiz sanıldığı kadar yalnız değildir.

DERiN DERiM

Aylardan Ağustostu.
Sıcak hava, kriminolojik açıdan suç işleme eğilimini artırıcı bir faktördü. Bir yılan, kendinden katbekat büyük bir eşref-i mahlukatla, çalı çırpıya uzak bir beton zeminde baş başaydı.
Sığınılacak bir limanın kalmadığının farkında, çaresizlik halindeydi ve işin kötüsü, böyle zamanlarda, sürüngenliğin doğal soğukkanlılığı fayda etmiyordu.
Yüreği ağzından çıkmak üzereyken, yılanın yaşadığı durumdan keyif alan eşref-i mahlukat, aklında, babasının çok küçükken ona söyledikleri, adeta çıldırtan bir sakinlikle hareket ediyordu: Aç kalma sakın, avlan.
Avının gözlerinin içine baka baka… Yiyeceğinden fazla avlan... insanlar hariç tüm canlılar, sen onları yiyesin diye varlar... Gün gelecek insanları da yiyeceğiz ama zamanı var, daha değil… Sakın acıma, yoksa acınacak hale düşersin. Senin tek amacın para ve daha çok para olmalı.
Küçüktü, saftı, buz kadar lekesiz, kar kadar temizdi, aklı ermezdi, bilemezdi vicdanı… içinden yükselen bir ses duymuştu aslında ama bunları söylemeye kalkınca, “Yok öyle bir şey, nerden duyuyorsun böyle anlamsız şeyleri!” diye bağırmıştı kulağına… Nuh’un gemisine, insan diye alınmayacak o sevimsiz adam…
istekleri vardı, yapması gerekenler belliydi ama kolunu bile kıpırdatamıyordu nedense.
Yılan hareketlenmişti… Kaçacak gibi oldu ve avcı birden kontrolden çıktı…
Vücudunun bir yerine, azıcık büyük bir kıymık batsa acıdan ağlayan ama üzerindeki kürk gerçek mi diye sorduğunda, ‘imitasyon’ cevabını alırsa dudak büken eşref-i mahlukatın, deriye ihtiyacı vardı.
Üstüne vazife olan işler, hakkıyla yerine getirilmeliydi. Bu vazifenin birimi, kilogramdı.
Tek hamle!
Sürüngenin kuyruğu ile gövdesinin birleştiği yerden acı fışkırdı…
Yılan, eli ayağı olmamasına rağmen, yarım düzine teknik kullandı... Son bir ümitle, sürüm sürüm sürünüyordu...
Düzinelerce kas ve yaklaşık dört yüz omura sahip yılan, kendini bir çalının arkasına zar zor attı.
Acının şiddetiyle kıvrandı ve arkasına dönüp baktı… Avcı hala betondaydı… Kalite kontrolü yapıyordu.
Oysa yılan, hatayı hiç kimsenin bakmadığı yerlerde aramaktaydı… Standartlar doğrultusunda ilerlemeyen bir canlıydı.
Yılana da bir takım öğütler vermişti büyükleri:
Aslında biz insana en yakın canlılarız. Görünüşümüz benzemese de, kalp yapımız hemen hemen aynıdır, bu yüzden onlara zarar vermemeye çalış.
Merak edip sormuştu:
“Üzerime basmak isterlerse? Bana tuzak kurarlarsa?”
“O zaman al canını evladım. Bu yüzden ölmüşlerimizin derileri kıymetlidir.”
Yılan kuyruğundaki acıyla, arkasına döndü.
Yok! Kuyruğu yok... Şaşkınlığı, acısından büyüktü…
Başladı son nefesini beklemeye... Ancak korktuğu olmadı. Nefesi kesilmedi.
Yarası deride değil, derindeydi.
Ve kaldığı yerden sürünmeye devam etti...