bugün

Entry girilerek yazılmaya çalışılan romandır.

--spoiler--
Ufak bir tavsiye... Uzun entryler girerek yazmalısınız whatsaptan trip atan sevgili gibi yazınca itici oluyor.
--spoiler--
Aylardır karşı binanın tepesindeki martıları belgesel izler gibi takip ediyordu. Arada reklam arası veriyordu ama yine de en eğlenceli aktivitesi buydu. Biliyordu ki bir gün onlar da uçup gidecekti. Ne olurdu martılar onun evine ziyarete gelseydi,dertleşseydi ve tüm suskunluğunu bozsaydı. içlerinden biri, hani şu yavru olan, uçmayı öğrenirken çatıdan düştü ve öldü. Bak işte onlara da uğursuz geldim deyip tüm kapılarını yeniden kapattı.
camı kapattı, tekrar evin içine salonuna döndü, martılara derdini anlatamayınca aklına bir insan, bir erkek silueti tezahür etti. adam direk konuya girdi: ''tarif edilemez bir çok hüznü, hatta en kötüsü ölüm arzusunu içinde barındırabilir insan lakin sürekli mutsuzluk diye bir şeyin esiri olmak ruhun zayıflığından ibarettir. yaşanan koca bir ömürde mutlu geçirilen zamanlar da illa ki vardır. tabii ki eskiye göre azalmış, ruhunuzu sıkmış ve geleceğe umutsuzlukla bakmanıza neden olmuş olan şeyler sizi bu düşünceye sevk ediyor.'' dedi adam kadına.

kadın durdu, yüzündeki solgun ifade vereceği cevabı insana tahmin ettiriyordu sanki, kaşları biraz olsun dökülmüş, yüzü kapkara geçmiş, saçlarının ise dip boyası gelmişti, dudaklarıysa hep olduğu gibi hala çok güzeldi. kafasını çok kaldırmadan gözlerini adamın yüzüne çevirdi ve : '' mutluluğun ne kadar güzel bir şey olduğunu unutacak kadar eski değil güzel hatıralarım, ama benim derdim onlarla değil artık mutsuz olmaya o kadar alıştım ki kendime karşı koyup tekrar o özlenen günlere dönemiyorum, belki de hayatın bana sunduğu fırsatlar bu işe müsade etmiyorlar, çünkü bilirsiniz işler kötüye gitmeye başladıkça öyle devam eder ve bir süre sonra yorulursunuz. eskiden size ızdırap vermeyecek kadar küçük şeyler ölüme giden melankolik yolculuğunuzda sizi taşıyan aracın en önemli parçaları oluverirler birden, işte bu hale gelmek hayatta ki sancıların en büyüğüdür, hiç olmak istersiniz ama olamazsınız, yok olmayı o kadar özlemle arzu edersiniz ama bir taraftan da acılarınıza bile kıyamaz yaşamı seçersiniz. bu kadar muamma içerisinde teslim olma durumuna gelmek ruhun zayıflığından değil, yaşanan duyguların kalbimize nasıl geçtiği ve bizi nelere sevk ettiği ile ilgilidir'' dedi.

rüzgar esti birden hafifçe açık olan pencereden kadının saçlarının döküldüğü ensesi ile kazağının birleştiği yere doğru, ince bir ürperti gelince, gözünü boşluktan ayırdı ve doğruldu kadın , kaldığı yerden devam etti güne ta ki güneş batıp, kitapların durmadan çevrilen yaprakları acısını teselli etmeyene dek, bir kaç uyku hapı aldı ve koltuğa battaniye ile uzandı, yastık kullanmayı sevmezdi.
-Uykun mu var?
-Hayır yok.
-Hasta mısın?
-Hayır.
-Eeee, neden uyumaya çalışıyorsun?
-Uyanık olduğum zamanları sevmiyorum artık. Çekilmiyor diğer türlü dedi kadın.
Nefesi yorgunluğunun ifadesiydi. Daha kaç kez böyle umutsuzlukla tüm günlerini uyuyarak geçirecekti bilmiyordu. Telefonu çaldı ve arayan oydu. Büyük bir isteksizlikle cevap verdi:
-Dinliyorum.
-Konuşmamız lazım.
-Dünya mı yok oluyor yoksa? Bir sigara yakıp izlemem gerekiyor o zaman.
-Yapma böyle.
-Eğer yoksa böyle bir durum, bana söyleyebileceğin bir şey kalmadı demektir dedi ve telefonu kapattı.
Yine düşüncelere daldı bu uyumasını engelleyen bir durumdu.
bir şeyi düşünmekle uygulamak arasında derin ve uzun çukurların olduğunu henüz bilmiyordu. boşa kürek çekmek tam anlamıyla buydu, -mış gibi yapmak kendi hayatını anlamsızlaştırmanın en kolay ve acemice yoluydu. fakat farkında değildi kendini kaptırdığı durumun vahametini belki de çok sonra farklı acılar çekerek anlayacaktı.

bildiğimiz gibi kitap severdi, kitaplar gerçekleri her ne kadar yansıtmaya çalışsa da yine de yazarın kurduğu düşleri içinde barındırmadan edemezdi, hal böyle olunca ne denli hayatını tam anlamıyla bağlamak doğruydu yazılanlara. gerçek dünya ile hayal edilenler çok farklı yerlerdeydi bir türlü birbirine ilintilendirilemeyen olaylar kafasını hunharca kurcalıyordu, aşka olan inancı zaten kalmamıştı ama bir yandan da hayallerinde mutlu olmak vardı. bu psikolojiyi taşımak için gücü yeter miydi?

doğruldu, televizyonu açtı, biraz seyretti ardı sıra üstünü başını düzeltip bakkala indi. gerçek dünyayı biraz olsun seyretmenin hakkı olduğunu düşündü.
Haftada bir dışarı çıktığından mahallede olup bitenleri bilmezdi aslında. Salı günleri alışverişini yapar, sigaraları deste deste alır, kendini eve kapatırdı. Evine en yakın bakkal bir arka sokaktaydı ve uzun zamandır tek iletişim kurduğu kişi de yine bakkaldı.
Önce gördüğü kömür karası yere anlam veremedi. Sonra öğrendi ki bakkalda yangın çıkmış ve tek konuştuğu kişiyi de ondan almıştı.
Gerçekler, fazla hızlı ve ani vurmaya başlamıştı yüzüne. Biraz daha yürüyüp ötedeki süpermarketten ihtiyaçlarını aldı ve geri dönerken yol üzerinde tebeşirle çizilmiş sek sek gördü. Garip bir his geldi içine ve öylece oyunun başında, elinde poşetlerle durdu. Bir sigara paketi çıkardı ve 1 numaraya attı. Hareketleri oldukça yavaştı. Tek ayak üstüne geldi ve sigarayı 2 numaraya attı. Gülümsedi. Etrafında onu izleyen şaşkın bakışlara aldırmadan devam etti. Ve taş çizgiye değip oyunu kaybettiğinde, büyük bir kahkaha patlattı. Duyanlar pencerelere koşup onu izlemeye başladılar. Kahkahası dakikalarca devam etti. Sonra etraftakilere baktı ve 'gördün mü? Sen de gördün mü? Hep bu 8 yüzünden' dedi ve daha yüksek sesle kahkaha atmaya başladı. Dayanamadı, karnını tutarak oturdu yere ve tekrarladı 'hep bu 8 yüzünden'. Tüm mahalle onun kahkahaları ile inledi.
kahkahaları bir süre sonra kesildi. oturduğu yerde paketinden bir sigara çıkardı, yaktı, yanan sigara ile birlikte anılar zihnini ele geçirmeye başladı çünkü az önce yaşadıkları unutmaya yüz tuttuğu uzak geçmişini birden hatırlamaya yöneltti kendisini.

'amasya'da pek büyük olmayan indirme, yalnız koca avlulu bir evde 86'da doğmuştu. ailenin ne ilk ne son çocuğuydu ortancaydı yani. bir ablası bir de erkek kardeşi vardı. babasının durumu zamanın şartlarıyla birleşince maddi olarak pek parlak sayılmazdı. neden budur ki ablasının eskilerini giyerek büyüdü. okulu pek sevmezdi fakat zekiydi, kendini derslerde başarılı olacak kadar idare ederdi. yazları hiç sevmezdi çünkü iş vaktiydi, herkes ekinde çalışırdı, kadın erkek farketmezdi. mutlu sayılırdı yine de...'

'şimdiyse mutluluktan bir haberdi istanbul'un orta halli semtlerinden birinde evden yaptığı çevirilerle, tasarımlarla geçinen, kendi ayakları üzerinde durma başarısını gösteren, üniversite mezunu, kozmopolit bir kadın olmuştu.'

hayatta üzerine yapışan sosyal sınıflamaların aslında kendisini hiç ilgilendirmediğinin o an farkına vardı. kim olduğu, ne yaptığı, nereden geldiği herhangi bir kimseyi ilgilendirmediği gibi, onlara kendisini yargılama hakkı da vermezdi. o kadar özgür hissetti ki o an kendisini neredeyse gidip karşıdaki kahvehanede amcalarla çay içip sohbet edecekti. hatta marketten aldığı sigaranın bir paketini masanın ortasına atacak, ayakkabısının tekini çıkarıp, sözü eline alacak muhabbeti yönetecekti. kendi varlığının gücünün farkına varmıştı.

lakin bütün rüyalar böyle mi biterdi?

uyandığı için depresyonu iki katına çıkmıştı, rüya da olsa kendi rejenerasyonunu görmek kendisine bir süre için tarif edilemez zevkler vermişti. koştu aynaya baktı yüzündeki mutluluk ifadesini görmeye, bu ifadeyi zihnine tezahür ettirebilirse belki ömrü boyunca hatırlayabileceğini düşündü. oysa yüzü yine ifadesizdi tıpkı son bir yıldır olduğu gibi. kaşları biraz dökülmüş, yüzü kapkara geçmiş, saçlarının dip boyası gelmişti, dudaklarıysa hep olduğu gibi hala çok güzeldi.

aynanın köşesine konmuş bir kara sinek gördü ve ona bakarak dedi ki:

'' sen bu dünyayı sevmeyi ne zaman bıraktın...