bugün

şahin alpay tarafından kaleme alınmış bir köşe yazısı.

Görev süresi uzasa da, Cumhurbaşkanı olarak Ahmet N. Sezer'e veda zamanı yaklaşıyor. Anayasa Mahkemesi Başkanı olarak Ahmet N. Sezer, dile getirdiği özgürlükçü ve demokrat görüşler nedeniyle benim de büyük takdirimi kazanmıştı.
Ben de cumhurbaşkanlığını hararetle destekleyen yazılar kaleme almıştım. Ne var ki Cumhurbaşkanı olduktan sonra özgürlüklere karşı bir tavır takınması; makamın gerektirdiği tarafsızlığa aykırı olarak kendisini belirli bir siyasi parti, belirli bir gazete, belirli bir televizyon kanalı ile özdeşleştirmesi yüzünden Sayın Sezer, pek çok başkalarında olduğu gibi, bende de büyük bir hayal kırıklığı uyandırdı. 13 Nisan'da Harp Akademileri Konferansı'nda yaptığı son konuşma hayal kırıklığımı perçinledi. Başlıca şu nedenlerle:

Sezer'in "devlet ideolojisi" ya da "Atatürkçü Düşünce Sistemi" olarak gönderme yaptığı Kemalizm, bugün başlıca iki şekilde yorumlanıyor. Bir yoruma göre Kemalizm, Atatürk'ün Batılılaşmayı, çağdaş uygarlığı yakalamayı hedef gösteren fikirlerini; hiçbir dogma tanımayıp, eleştirel akıl ve bilimin yol göstericiliğini savunan tavrını ifade eder. Öteki yorumuna göre ise Kemalizm, 1930'larda, tek parti yönetimi altında, o günün ihtiyaçlarına ve o günün dünyasında hakim olan modernlik anlayışına bağlı olarak geliştirilen politikalara mutlak sadakati gerektirir. Bu yorumuna göre Kemalizm, Türklüğü etnik kökenle ya da Türk kültürüne bağlılıkla tanımlayan; laikliği de devletin dini kontrol etmesi ve dinsel özgürlükleri kısıtlaması olarak anlayan politikaları savunmak anlamına gelir.

Ne yazık ki Sayın Sezer, son yıllarda Kemalizm'in ikinci, dogmatik yorumunu en katışıksız ve en otoriter şekliyle ifade eden resmi sözcü oldu. Bu yorumun, fevkalade pragmatik bir lider olan, başarılarını buna borçlu olduğuna inandığım ve büyük saygı duyduğum Atatürk'ün dogmaları reddeden görüşleriyle bağdaşmadığı konusunda en küçük bir tereddüdüm yok. Atatürk'ün tıpkı totaliter diktatörler Hitler, Stalin, Mao ya da Kim Il Sung gibi "Yüce Önder" ya da "Ulu Önder" olarak anılmasını, bir kişiye tapma konusu haline getirilmesini, ona derin bir saygısızlık olarak gördüğümü de belirtmeliyim.

"Aydınlanma" değerlerine bağlılık, birtakım kalıplaşmış fikirlere, ideolojilere, dogmalara tabi olmak demek değildir. Tam aksine: Aydınlanma felsefesi, hiçbir ideolojiye, otoriteye, dogmaya bağlı olmamak, doğruyu bulmak için eleştirel aklı ve bilimi kullanmak anlamına gelir. Atatürk kuşkusuz bir "Aydınlanmacı"ydı, ama bugünün dogmatik Kemalistleri aydınlanma fikrinin karşısındadır.

Din ve inanç özgürlüğünün olmadığı, dolayısıyla demokrasinin olmadığı yerde laiklikten söz edilemez. "Ilımlı islam-radikal islam" ayrımı, "ılımlı islam"ın kaçınılmaz olarak "radikal islam"a dönüşeceği iddiası, kafa karışıklığı yaratmaktan başka bir işe yaramaz. Bir din olarak islam'ın reformcu, gelenekçi ve köktenci yorumları vardır, ama bir din olarak islam ile ondan bir ideoloji, siyasal eylem için kılavuz çıkaran islamcılık birbirinden tamamen ayrı şeylerdir. Her dindar Müslüman, islamcı değildir. islamcılar arasında özgürlükçü yorumlara bağlı olanlar ile otoriter-totaliter yorumlara bağlı olanlar arasındaki ayrım da giderek önem kazanmaktadır.

Otoriter ya da totaliter rejimlerde bütün yurttaşları bağlayan bir "devlet ideolojisi" vardır, ama özgürlükçü ve çoğulcu demokrasilerde devletin "ideolojisi" yoktur. Aksine, yurttaşlar şiddete övgü ve çağrı yapmadıkça, hakaret etmedikçe, kin ve nefret yaymadıkça diledikleri fikri savunmakta, diledikleri gibi inanmakta ve yaşamakta hürdür. Türkiye 1950'lerden bu yana, "devlet ideolojisi"ne dayalı bir rejimden, özgürlükçü ve çoğulcu demokrasiye geçişin sancılarını yaşıyor. Bu geçiş tamamlanmadan Türkiye'nin iç barış ve huzuru tesis etmesi kesinlikle mümkün değildir.

Sayın Sezer, savunduğu "devlet ideolojisi"nin ancak bir tek-parti rejimi ya da askerî diktatörlük altında hakim kılınabileceğinin farkında değil mi?