bugün

garaj istanbul'da sergilenmekte olan oyundur.

oyunculardan ikisi stomp elemani ve hunerlerini oyun icerisinde de sergiliyorlar.
iş bu entry oyun tanıtımı olmakla birlikte spoiler da içermektedir, ona göre okuyunuz.
--spoiler--
efenim,

malumunuz üzre istanbul bir kozmopolit. ve bu koca şehir de bir küçük dünya. bu dünyada ne ararsan var. tüm karşıtlıkları içinde barındırıyor. mutluluk-acı, tutsaklık-özgürlük, zenginlik-yoksulluk, hayat-ölüm ve aklınıza gelen tüm diğer karşıtlıklar. öyle ki istanbul'un sanat camiası ile birlikte entelektüellerini de içinde barındıran cihangir semtine çok da uzak olmayan bi yerinde, istanbul'un tutunamamışlarının yaşadığı, yaşamak için direnenlerin, marjinallerin, travestilerin, torbacıların yaşadığı, tehlike dolu olduğu söylenen, polisin bile girmeye çekindiği bir başka semt var: tarlabaşı.

ayrıca şöyle de bi saptama yapmaktan geri durmayacağım. bu iki tezatlık üzerine kurulu semt aynı zamanda da birbirinin varlık sebebidir de diyebilirim. birbirini vareden, birbirini besleyen, birbirinden beslenen iki semttir bunlar... bu önemli.

ben de bizzat bu semtte yaşayan bir arkadaşım sayesinde bir iki gidip geldim tarlabaşı'na. neyse... tarlabaşı'nda yaşayan insanlar bir mücadele veriyorlar. yaşam mücadelesi. bu hepimizin bildiği bir şey diye tahmin ediyorum. oyunumuz da tam bu noktada başlıyor diyebiliriz.

yer: tarlabaşı.
zaman: günümüz.
kişiler:

melike: esas kızımız. istanbul dışında bi şehirde 4 yıl oyunculuk eğitimi aldıktan sonra tertemiz hayalleriyle istanbul'a gelmiş. sadece oyuncu olmak istiyor. hani şimdi bu tv dizilerindeki şöhreti yakalayan genç kızlarımız gibi. (ben hiç izlemiyorum ama sözlükten takip ettiğim kadarıyla son dönem en çok bihter konuşulduğu için onu rahatlıkla örnek verebilirim) e, 4 yıl okumuş etmiş, bihter olmak onun da hakkı, ne var ki bunda? ama bu esas kızımızın olanakları, geldiği sosyo-ekonomik statü ve sınıf ne yazık ki olanaklar bakımından herkes kadar iyi değil... kızımız okul bitince tası tarağı topladığı gibi soluğu istanbul'da alıyor. ve bir erotik film seslendirmesi sırasında esas oğlanla karşılaşıyor. ki bu oyunda esas oğlan diye bir şey yok.

emre: esas olmayan, esas oğlan. emre, tarlabaşı'nda yaşıyor. seslnedirme yaparak hayatını kazanıyor. tarlabaşı'nda yaşamasına ve seslendirme yapmasına rağmen kiralarını bile ödeyemiyor. hayat emre ve melike'yi aynı erotik filmin seslendirmesinde bir araya getiriyor. tanışıyorlar. sevgili oluyorlar. melike hemen emre'nin yanına taşınıyor...

tarlabaşı'ndaki eski apartman: burada emre ve melike dışında yunus adında anadolulu bir türkücü yaşıyor. o da müziği ile bir albüm yapmak istiyor.

yine aynı apartmanda 2 yabancı oturuyor. jojo ve peter. peter de danimarka'nın yaşamından sıkılıp, kendini bulmak adına, hayatın anlamını arayan bir yolculuğa çıkmış ve bu yolculuk onu istanbul'a, tarlabaşı'na kadar sürüklemiş. jojo, (yanlış hatırlamıyorsam) almanya'dan kalkıp gelmiş. orda türk bir sevgilisi varmış üstelik ve ona tek kelime etmeden gelmiş. sevgilisi ona çok kızgın bu yüzden (haklı).

bir de avusturya'dan gelen, türk babasını arayan 30'larında bir hatun daha var. babası zamanında avusturya'da annesini hamile bırakmış fakat sonra ortadan kaybolmuş...

işte tüm bu karakterler, istanbul'da, tarlabaşı'ndaki bir apartmanda birbirlerinden çok da haberleri olmadan yaşamaktadırlar...

oldukça gerçekçi, belki tarlabaşı'na gitsek birebir benzerlerine rastlayabileceğimiz kanlı canlı insanlar bunlar. ve bundan sonra geneli 30'lu yaşlarda olan bu insanların yaşam içerisinde başlarına gelen olayları postmodern tiyatro anlayışı içerisinde izlemeyi sürdürüyoruz. burada oyunun biçemine ilişkin hazır değinmişken, bir iki laf etmenin tam da yeridir. biliyorsunuz postmodern sanat anlayışında farklı disiplinler birbiri içinde yer alırlar, hatta bu durum postmodernizmin olmazsa olmazlarındandır. oyunumuzda da yönetmenimiz bunu gerçekten çok iyi kotarmış. oyunda müzik (peter ve jojo, stomp topluluğunun elemanlarıdır), ritm ağırlıklı kullanılmıştır. fakat elbette ki stomp elemanları sadece atraksiyon olsun diye yer almıyorlar oyunda... oyuna getirdikleri müzikal ve ritm zenginliğinin yanında, aslında çok da işlevsel bir katkı da sağlamaktadırlar. o da oyunun atmosferini izleyiciye geçirirken, daha etkili bir havaya büründürmek. polis baskını olduğundaki labarba olsun, hamam sahnesindeki damlayan sus sesleri ile yarattıkları ambiyans olsun ya da hapishane sahnesindeki o soğuk ve insanı iğrite eden paslı kapı gıcırtıları olsun, youn boyunca bize hep o mekanın havasını solutmayı, o havayı yaşatmayı başarıyorlar.

oyun içinde postmodern bir başka bölüm ise (ki bu benim en başarılı bulduğum bölüm oldu) gölge oyunu sahnesi idi. şimdi burada bana enteresan gelen birden fazla nokta var. oyunun yönetmeni yabancı. gölge oyunu ise bildiğiniz gibi bizim geleneksel türk tiyatromuzun bir parçası. bu yabancı yönetmen gölge oyunuumuzu, tiyatrodaki "oyun içinde oyun" tekniğini kullanarak öyle ustaca yerleştiriyor ki, bir izleyici olarak bu bölümü hayranlıklar içerisinde izlediğimi söyleyebilirim sizlere.

bu tıpkı oliver stone'un "katil doğanlar" filmi içerisinde bir bölümü çizgi film olarak izleyiciye göstermesiyle eşdeğer bir durum. yani stone abimizin kullandığı tekniği tiyatroda, hatta türk tiyatrosuna adapte etmek isteseniz ancak bu kadar başarılı bir biçimde olabilirdi. bizde karagöz hacivat bölümünün kullanılması ile artık kaybolmakta olan gölge oyunun hatırlatılması, kaybolmasına engel olunması anlamında da önemli bir katkı sağlandığını düşünüyorum bu oyunda. üstüne üstlük ben hayatımda ilk kez bir kadın tarafından seslendirilen karagöz hacivat oyunu izledim ve çok başarılı bulduğumu da yine bir kez daha sizlere belirtmek istiyorum.

bu arada oyunun sahne tasarımı ve dekoru da oldukça kullanışlı bir biçimde düşünülerek hazırlanmış. hareket eden tekerlekli 3-4 demir konstrüksiyon hem yatak odası hem bir evin duvar ve rafı hem de gölge oyununun perdesi gibi farklı roller üstlenmek üzere tasarlanmış. oyun içinde hareket ettirilerek (kimi zaman bir araya gelerek kimi zaman da ayrılarak)farklı işlevleri layığıyla yerine getiriyor, sahne tasarımcısının işini çok iyi yaptığını bize gösteriyordu.

oyunun biçemi ile ilgili ve sahneye ilişkin bu kadar lakırdı ettikten sonra karakterlerimize bıraktığımız yerden bakmaya devam edelim...

esas kızımız melike bir türlü dublajdan, esas yapmak istediği oyunculuk mesleğine geçiş yapamamakta, dublajla tarlabaşı arasında "sıkışmışlık" yaşamakta, hemen az ilerisindeki oyunculuk ve özlemini duyduğu cihangir'e uzanamamaktadır. emre de uzun uğraş ve çabalamalar sonunda nihayet bir taksi şoförü rolü kapmayı başarmıştır. yalnız emre ne kadar sefalet içinde de yaşasa, mesleğine ve sanatına duyduğu saygıdan, işi ile ilgili yaptıklarını ya da yapması istenenleri sorgulamaktan geri durmaz. bu idealist tutumu da onun kaçınılmaz sonununu hazırlayacaktır yavaş yavaş. (burda bi parantez açalım ve bunun neden böyle olduğunu yönetmenle ve oyun yazarıyla tartışalım derim. çünkü bu durum sanatına idealist bakan sanatçılara umutsuz, çıkışı olmayan bir sonu işaret ediyor ve bunun nedenini sormak da bizim hakkımız olmalı... ya da en azından benim oyunu izlerken anladığım bu. elbette bi şeyleri kaçırmış ya da yanlış anlamış olabilirim. bunu oyunu izleyenlerle de tartışmak, konuşmak çok isterim).

oyunda emre'nin taksi rolü seçmelerine tanık oluruz. yönetmen emre'ye "başını sağa çevir, şimdi sola çevir. şimdi gül, şimdi üzül" dedikten sonra teşekkür eder ve sıradaki oyuncuyu çağırır. bunun üzerine emre yönetmene " 1 sn 1sn, bu taksi şoförü rolü değil mi? ben size kısa bi sahne hazırladım, lütfen bunu canlandırmama izin verir misiniz. kendimi size anca böyle gösterebilirim" gibi mantıklı ve haklı bir açıklama getirir. yönetmen de isteksiz ve gönülsüz bir şekilde emre'ye acele etmesini söyler.

olaylar yan karakterlerin de hikayelerine tanık olmamızla zenginleşerek gelişir... (üzülerek daha doğrusu eğer anlatmaya girişirsem yazının sonunu göremeyip, bitiremeyeceğim korkusuyla hiç yayınlamamayı tercih edeceğimi bildiğimden yan karakterlerin öykülerine ve oyun boyunca nasıl geliştiklerine değinemeyeceğimi yeri geldiği için burada belirtmek durumundayım).

yine de bir fikir edinmeniz açısından 2 satır bahsedeceğim. jojo dediğim gibi istanbul'a gelmiş ama almanya'daki sevgilisini unutamıyor. sürekli onunla msn'den kameralı konuşuyor. istanbul'a gelmesini istiyor. sevgilisi ise zamanında yıllarca kendisini istanbul'a çağırdığını ama jojo'nun hiç oralı olmadığına ve şimdi kendisi almanya'dayken jojo'nun habersiz çekip istanbul'a gitmesini hiç kaldıramadığını falan söylüyor. kameralar suratlara kapanıyor. böyle bir kızgınlıktan söz ediyorum.

peter rumi (mevlana) ile tanışmıştır. oyunun bir bölümünde bir şiir okur peter. ama nası buldularsa, oyunun o anki durumuna o kadar uygun bir şiirdi ki, ben bunu oyunculardan birinin özellikle bu durum için ya da modern zaman ozanlarından (leonard cohen, nick cave gibi isimlerden bahsediyorum burada) birinin sandım. sonra rumi'den olduğunu söyleyince peter okuduğunun, ben de en kısa sürede mevlana'nın eserlerini okuma sözü verdim kendi kendime. size de öneririm.
evet peter de mevlana, daha sonra yunus aracılığı ile hacı bektaşi veli ile tanışacak ve kendi iç yolculuğuna ilişkin önemli kazanımlar elde edecektir.

yunus ise istanbul'a sazıyla gelmiş, yüreği saf ve temiz, başına ne gelirse gelsin kirlenmeyen oyun karakterimizdir. bunun sebebini beslendiği yüzlerce yıllık mirasa sahip köklerine bağlıyorum ben. mevlana, hacı bektaş ve yunus emre ile yetişmiş bir insan çünkü o. ama yunus da albüm çıkartamaz elbette. çaycılık yapar, terzilik yapar ama bi türlü dikiş tutturamaz. ama asla yılmaz. ve sonunda kendisi de paçayı kurtaracaktır!

bir gün peter ve jojo, yunusla takılırlarken birlikte farklı kültürlerden gelen bir müzik grubu kurabileceklerini keşfederler ve paçayı kurtarırlar!

gelelim babasını arayan kızımıza... elinde sadece her kebapçı salonunda asılı olan değersiz manzara resmi vardır. ve bu resimin izini sürerek beyhude bir arayış içerisine girer. aslında trajik bir serüvenin içerisindedir oldukça. oyunun sonunda belki aradığını bulamayacak ama bu macera ona başka bir kapı açacak ve paçayı kurtaracaktır!

tekrar emre ve melike'ye dönerek toparlamak ve yazımı bitirmek istiyorum...

melike giderek dibe batan ağır taş misali boğulmaktadır. hayat onu yorar. çünkü dublaj yapmaya gittiğinde yönetmen onu sürekli taciz etmekte, yatağa atmanın yollarını aramaktadır. (biliyorum çok 80'li yıllar ve arabesk gibi koksa da öyle değil merak etmeyin). bu yetmezmiş gibi emre ile artık sürekli tartışmaktalar, emre medeni gücünün (konuşma-tartışma) yetmediği noktada ilkel gücüne başvurmakta ve melike'yi dövmektedir. (dövme olayını çok güzel çözmüşler bu arada. onu da oyunda izlersiniz artık) melike'nin bedeninde morluklar, bazen kırık bir burunla görürüz. tüm bu yaşadıkları, artık melike'yi kendi bedenine yabancılaştırmakta, kendini tanıyamaz hale getirmektedir. bu durumdan kurtuluşunu yunus sağlayacaktır. (bunun da nasıl olduğunu oyunda izlersiniz artık).

emre, taksi rolünü bitirmeden bırakıp eve dönmüştür. melike tam da paraya ihtiyaçları olduğu bu zor dönemde neden böyle bi şi yaptığını sorar, biraz şaşkınlık biraz da kızgınlıkla. emre sebebini anlatır (idealist tutumu). (bu bana mantıklı geldi açıkçası, ama melike de kendince haklı ((parasızlık)), o ayrı)

bütün bunların yanında emre bir de yıkılıp gidecek olan tarlabaşı ve orada yaşayanları bir bağırsak gibi boşaltıp atacak olan rant yiyicilere karşı durmaya çalışmaktadır. bu konuda tek duyarlılık sahibi ne yazık ki emre'dir. ve emre de oyunun sonlarına doğru intihar edecektir.

yunus, belki de farkında olmamasına rağmen melike'ye en çaresiz anlarından birinde bi tiyatro oyunu (dişi hamlet) için seçme yapılacağını duyuran bi ilan verir ve bu melike'nin hayatını değişterecek an olur. çünkü oyunun sonunda melike rolü almıştır. çok başarılı canlandırmıştır rolünü. hatta ünlü olup cihangir'e bile taşınmıştır.

yunus, jojo, peter ve babasını arayan hatun birlikte grup kurarlar ve onlar da tarlabaşı'ndan "kurtulurlar"!!!

hatta oyunun sonu bu grubun söylediği bi şarkıyla sona erer. şarkıda melike'nin değişen hayatından söz edilir. sanırım kendi gruplarından da söz ediyorlardı... mutlu bir son beklemiyordum açıkçası ama sahnede herkes mutluydu.

yalnız nedense bu mutlu sona ve izlediğim bu güzel oyuna rağmen ben pek mutlu olamadım. sebebi de yunus, jojo, peter, babasını arayan kız ve melike güç de olsa şeytanın bacağını kırmışlardı ve cihangir'e, o özlemini duydukları yaşama zıplamayı başarmışlardı... ama şarkıda bir söz aklıma takıldı. şöyle bi dizesi vardı şarkının; "melike bi daha hiç dönmedi tarlabaşı'na. artık nolup bittiğinden hiç haberi yok" minvalinde bi dize... ama biz cihangir'e zıplamayı başaranlar ya da en başından beri orda oturanlar, kendi hayatlarımızı "kurtardıktan" sonra tarlabaşı'nda geride kalanların ne olduğu ile ilgili ne kadar düşünüyoruz acaba? bizim gibi hayatlarını "kurtaramayan" bir sürü başka öykü oralarda yaşamaya devam etmiyor mu şu an acaba? ve tarlabaşı tahliye edilirken bütün o insanların yaşamı nasıl sürecek, nereye sürüklenecekler acaba?

oyunun sonundaki mutlu tablonun arkasında kocaman bir mutsuzluk tablosu gizli aslında... ve bunu umursayanın sadece bir ceset olarak sahnede var olması ne acı değil mi?
--spoiler--