bugün

2005 tarihli Can Dündar köşe yazısı.
Canavarın dönüşü

Yıl 1932...
Ankara Halkevi binası...
1. Türk Tarih Kongresi...
Şevket Aziz Kansu adlı genç bir bilim adamı kürsüye çıkıyor. iki yıldır tıp fakültesinde "Türklerin antropolojisi"ni incelediğini söylüyor. Kürsüye dört kafatası koyuyor. Özelliklerini anlatıyor.
"Efendiler, şimdi size hiçbir seçmeye tabi tutmadan bir Türk ailesini göstereceğim" diyor.
Ankara'nın Bağlum köyünden "tesadüfen bulduğu" Abdullah'ı, eşi ve çocuğuyla kürsüye çıkarıyor, gösteriyor:
"işte, ince ve uzun burunlu, halis dağlı adam... Türk adamı!.."
Salondakiler alkışlıyor.
Kansu devam ediyor:
"Abdullah koyu olmayan gözlere, buğdaydan daha açık renkli kumral bıyıklara ve beyaz tene sahiptir. Fakat işte yavruları, saçları altın renkli olan bu yavru Türk ırkına mensuptur. işte Alp adamı... Orta Asya'dan gelmiş olan adam... Ecdadımıza bağlı adam!.."
Salon yıkılıyor alkıştan...
* * *
Türkleri "Ari ırk"tan saymayan Batı'ya karşı gelişen bir tepkiydi bu... 1930'ların ırkçı esintileri içinde taraftar buldu. Nazizme paralel tırmandı. iş, 1935'te Mimar Sinan'ın mezarının açılıp kafatasının incelenmesine kadar vardı.
Bu ortam, Nihal Atsız'ların Turancılık akımını doğurdu.
Lakin Nazilerle birlikte Turancılar da yenildi.
Hitler, 10 Mayıs 1944'te Sivastopol'u terk etti.
inönü, 9 gün sonra 19 Mayıs 1944'te "Türk milletine felaket getirecek Turancılık fesadına karşı vatanımızı müdafaa edeceğiz" dedi.
Nihal Atsız tutuklandı ve ünlü "Irkçılık-Turancılık" davası başladı.
Sanıklar "tabutluklar"a konulduklarını, ağır işkence gördüklerini söylediler.
Mahkeme 29 Mart 1945 günü bitti.
"Irkçılıktan mahkûmiyet şeref olur" diyen Atsız, 6 yıla mahkûm oldu.
Ceza alanlar arasında savcının "Atsız'ı gölgede bırakacak derecede ırkçı" diye tanımladığı Yüzbaşı Alparslan Türkeş de vardı.
* * *
Türkiye'nin en büyük ırkçılık davasında mahkûmiyet kararının 50. yıldönümüydü geçen hafta...
Yükselen Türk milliyetçiliği, atalarının hapsedilişinin yarım asrını "Kavgam" okuyarak, kitap yakarak, linç ederek kutladı.
Bu "tehlikeli tırmanış"a ekranlara, sayfalara bayrak asarak alkış tutan medya, işin boyutlarını fark edince endişeli başlıklar attı.
Sağlanan istikrarın ne kadar narin olduğu, toplumun nasıl kolayca provoke edilebildiği ve "derin toplum"da ne çok tepki biriktiği anlaşıldı.
* * *
Oysa biz bu canavarı 50 yıl önce kalbinden mıhladığımızı, tabutunun kapağını modernizmin demir çivileriyle çaktığımızı ve 40'ların karanlığına gömdüğümüzü sanıyorduk.
Üzerine demokrasinin toprağını yığmış, o toprağa kardeşlik fidanları ekmiştik.
Kök saldığını sanıyorduk.
Üç çocuğun elinde yere değen bir bayrak yetti, canavarı yarım asırlık uykusundan uyandırmaya...
Tabutun kapağı aralandı ve içinden tanıdık yüzler, bildik sloganlarla çıktı.
Elbette ki toplumu üç çocuk, beş bildiriciye karşı binlerle sokağa döken şey, daha önce Frankeştayn'ı yaratan iklim:
Türkleri kendinden saymayan Batı'ya tepki...
Küreselleşmeye karşı ırkçılığa varan milliyetçi saldırganlık...
Çıkarı zedelendiği için buna destek olan sermaye...
AB hayalinin çöküşünün, devrilen tabuların, işsizliğin, umutsuzluğun yarattığı öfke...
Acilen bu iklimi değiştirmeliyiz.
O arada, sarımsak niyetine Anadolu'nun bin yıllık kardeşlik geleneğini koklatacağız canavara; başka çaremiz yoktur.