bugün

Anneler ve kızlar..
Bir yandan bakarsanız, sevgi bağlarının en güçlüsü.. Bir başka yanda, birbirini anlayamamanın, anlaşamamanın en büyük örneği..
Bu kadar güçlü sevgi ve bu kadar büyük anlaşmazlık.. Çelişki nereden geliyor?.
Readers Digest' in son sayısından nakledeceğim bu gerçek yaşam öyküsü, belki bir anlamlı yanıt olacak soruya..

12 yaşıma bastığım günden beri, her doğum günümde evimize bir buket beyaz gardenya gönderilmeye başlandı. Çiçeklerin yanında hiçbir not olmuyordu. Her defasında çiçekçiyi arıyordum, ama soruma yanıt vermiyordu. Sipariş telefonla yapılıyordu.
Birkaç yıl sonra, gönderenin kimliğini araştırmaktan vazgeçip, bu enfes kokulu, dünyalar güzeli çiçeği almış olmanın keyfini yaşamaya başladım. Ama göndereni de hep merak ettim. Bu harikulade ama ortaya çıkmayacak kadar utangaç ya da ilginç insanın kim olabileceğini düşündüğüm anlar, nasıl mutlu olduğumu hâlâ hatırlıyorum. Annem de hayal gücümü çalıştırmaya adeta teşvik ediyordu.. "Farkında olmadan iyilik ettiğin birisi mi acaba" diyordu.. Belki alışveriş dönüşü, arabasını boşaltmasına ve paketleri taşımasına yardım ettiğim komşu kadındı.. Belki de karşıdaki ihtiyar adamdı. Kışın kaldırımdaki buzda kaymasın diye koşup elinden tuttuğum.. Bir genç kız olarak daha tatlı hayallerim de oluyordu tabii.. Belki de o, bana fena halde tutkun, farkında bile olmadığım bir gençti.
17 yaşımda, hayatımın ilk büyük kalp acısını yaşadım. Beni arayıp her şeyin bittiğini söylediği gece, ağlaya ağlaya uykuya daldım. Sabah uyandığımda yatak odamdaki aynanın üzerinde rujla yazılmış bir not vardı; "Yarı ilahlar gidince gerçek ilah gelir!.." Ralp Waldo Emerson' un bu sözlerini eskiden beri bilirdim zaten.. Annemin yazdığı sözleri, kalbim düzelene kadar aynanın üzerinde bıraktım. Elime sabunlu bezi alıp aynayı silmeye başladığım gün, annem, kendimi iyice toparladığımı anladı. Hayat boyu, "Ama anne anlamıyorsun" diye kapımı suratına çarptığımı hatırlamıyorum.
Anlıyordu çünkü.
Lise mezunu olmama bir ay kala, babam kalp krizinden öldü. Duygularım, yalnızlıktan korkuya, korkudan öfkeye dönüştü. Hayatımın en önemli günlerinden birinde babam niye yanımda olmayacaktı?..
Mezuniyeti, mezuniyet balosunu, her şeyi boş verdim. Ama annem, kendi dağlar gibi üzüntüsünün ortasında hiçbir şeyi boş vermedi. Babamın ölümünden bir gün önce, annemle mezuniyet balosu için elbise seçmeye çıkmıştık. Harikulade bir elbise buldum. Metrelerce, metrelerce dantelden örülmüştü. Rüzgâr Gibi Geçti'nin, Scarlet O'Harası yapacaktı elbise beni. Ama büyüktü, hem de fena halde büyüktü.
Babam ölünce, elbiseyi unuttum.. Annem unutmadı. Mezuniyet balosu günü, elbiseyi, hem de doğru ölçülerde, salondaki divanın üzerine itina ile yerleştirilmiş buldum. Bir kutunun içinde bana gönderilmiş bir hediye değildi bu. Farklıydı. En güzel, en artistik, en sevgi dolu itina ile bana sunuluyordu. Yeni elbise umurumda değildi, ama annemin umrundaydı. O çocuklarının daima sevildiklerini hissetmelerini isterdi. Sevildiklerini bilenler, sevecen olurlardı çünkü. Sevecen, yaratıcı ve en kötü günde bile, etrafta bir sihir, bir güzelliğin olabileceğini düşünen.. Gerçekte annem çocuklarının gardenya çiçeği gibi olmalarını isterdi. Güzel.. Güçlü.. Ve mükemmel!.. Ve de bir sihirli aroma ve belki birazcık sır yüklü.. Annem, ben evlendikten on gün sonra öldü. O zaman 22 yaşındaydım. O yıldan sonra bir daha, doğum günlerimde, beyaz gardenyalar gelmedi!..

hıncal uluc