bugün

Tanıl Bora, eylül ayının başlarında insan, koşar! başlıklı bir yazı yazmıştı. Bora, koşmayı ada gibi etraftan kopup kendi deneyiminin içine kapanma olarak tarif etti ve kavramın da adını verdi: Adasallık.

işte öyle koşturup dururken bir vapura atlayıveriyor insan. Örneğin bu dükkânın sahibi her gün koşturmaktan şikayetçi, diyor ki bir an önce evimde olmak istiyorum. Onun nesnel sebepleri biraz farklı olabilir tabi ama bir an önce varmak istediği yer, hangi yoldan gelirse gelsin, hangi kapıdan geçerse geçsin, kendi deneyiminin içine kapanma isteği.

insan o dünyadan biraz uzaklaşınca o dünyada olan bitenle ilgili daha nesnel gözlükler takma fırsatını buluyor.

Adadaki çoğu insan böyle. Öyle özel anlamlar yükleyecek bir durum yok ama bu küçük yerde büyük insanlar bile küçüklerle aynı büyüklükte. O vapur herkese aynı saatte kalkıyor, o bakkal herkese aynı saatte kapanıyor, o rüzgar herkesi kendi evine sokuyor, o yağmur herkesin evine aynı huzuru bırakıyor.

Herkes bir ucundan tutmuş hayatın, herkes bizzat işçi. Zengini de işçi, yoksulu da işçi Kimi biraz daha işçi, kimi biraz daha az işçi. O lodos estiği zaman herkese aynı esiyor işte.

Yağmur yağdığı zaman, sokaklarda ilgiye alışmış köpekler, kendi ıslak tüyleriyle rüzgâra karşı hayatta kalmaya çalışırlarken, gördükleri ilk insandan, hiç çekinmeden, korkmadan o sıcak günlerdeki ilgiyi istiyor. Atlar arabalarından azade, gündüz köleliklerini üzerlerinden atıyorlar gece vakti sokaklarda.

O dünyanın, dışında kaldığımız dünyanın kolaylık maskesiyle bize alıştırdıklarından birkaç gün içinde vazgeçip, kendi deneyimin içinde bazen sinirli bazen sevimli oluyorsun. Nasılsan öyle oluyorsun ama.

Yolda yürürken iki binanın arasından deniz görünüyor, saat gece yarısına yaklaşıyor. Perdeler çekilmiş, kapılar kilitlenmiş. Rüzgârın sesi hep fonda, sokağın başında havlayan köpekler yanlarından geçmeni bekliyorlar. Tam karşında gördüğün gecenin son vapuru ve ona binmek gerekse bile artık çok geç, kalkıyor çünkü. Dünyayla işimizin madden de bittiği an.

Artık yeni bir vapur gelene kadar, dolapta ne varsa o! Evdeki kitaplar, evdeki filmler kadar tüm dünyanın arşivi.

Ancak en çekici ve vazgeçilmez yanı ne biliyor musunuz? işte dünyayla işimizin bittiği an, bizim gerçek zamanlarımız başlıyor.

Yeni gecemiz, yeni gökyüzümüz Kendi varlıklarımız, kendi yokluklarımız

Birçok adacık içinde seçilemeyecek kadar uzakta kalan, kendi adasallığımız.
Bir de bakıyorsun, en başa dönüvermişsin. Evin duvarları arasına

Bir zaman önce hayalini kurduğumuz o kış geldi. Düşünürken, üzerine konuşurken, içindeki yaşamı tasarlamaya çalışırken bir masal gibi görünen o kış insan düşlediği şeyin gerçek oluş şekliyle ilgili düş kurar mı? Ben kuramam; öyle ki düşlediğimle yaşadığım birbirinden oldukça uzak. Ama yaşadığım kışın daha güzel olduğunu itiraf etmek zorundayım. Hayatın ve dünyanın akışındaki yaratıcılık benim düş dünyamdakinden daha geniş kapsamlı bir konsept, kabul ediyorum.

Vapura binip Büyükadanın yolunu tutunca Sait Faikin Süt adlı öyküsünü okumaya başladım. Bağlam bizimkinin biraz dışında, ne olduğunu da şimdi anlatmayacağım. Fakat hangi bağlama koysanız takımın yıldızı olacak bir alıntı yapacağım öyküden:

Seni bekliyoruz. Alıp götüreceğiz. Her şey, bütün insanlar seni bekliyor. Onların arasında oynadığın oyunu bitirmeye mecbursun. Yeniden doğulmaz. Doğulsa bile nolacak? Seni iki senede, iki senede değil, iki günde aynı insan ederiz. Aynı kendini düşünen, aynı haris, aynı kıskanç, aynı kötü huylu, aynı sarhoş, aynı budala oluverirsin. Seni aynı hastalıkla yıkmak için elimizde her şey var. Hem nasıl bir dünya istiyorsun? Görülmemiş, işitilmemiş, tadılmamış, yazılmamış, yaşanmamış Olur mu böyle şey?

Belki de düş kurarken hayata kolayca mağlup olabilmemin analizi bu Belki de hiç ilgisi yok. Lâkin şunu belirtmek zorundayım ki, düş dünyamın aldığı bu şerefli mağlubiyet beni ziyadesiyle mutlu ediyor. Yalan yok!

Metropolün güzel de olsa, ortayerindeki hayattan bakıldığı zaman daha romantik daha ütopik şeyler düşündüğümü kabul etmeliyim. Fakat penceremin önünde sonbahar biterken giysisini yere serivermiş olan güzel ağacın varlığını düşletecek bir şey de yoktu ki ortada. Sabah uyanıp pencerenden baktığında, her gün farklı bir kıyafetle karşına çıkan bir ağacın düşü kurulabilir mi? Kurabilene aşk olsun, helâl olsun.

Sonra Barbaros Bulvarını baştan başa geçerken, sürekli dur-kalk yapan, insanların ruhunu yayık ayranı kıvamına getiren o sabah minibüslerinde, keşke trafik tıkalı olsa da işe biraz geç kalsam derken, ne ağacı ne kargası

Büyükadaya vardığımda lüzumsuz bir kalabalık bekliyordum açıkçası. Yeni hayatımda devlet dairesine girip-çıkma gerektiren işlerimi yapmak için bu adaya geldiğimden, eskilerdeki Büyükada tasavvurumun biraz dışına çıkıyorum. Baskıcı Müslüman krallıklardan kendini bu özgürlükler adasına atıveren Orta Doğuluların gürültüsü çekilir gibi değil. Vallaha ırkçılık, milliyetçilik yapmıyorum, çok kalabalık geziyorlar. Sakin olamıyorlar. Doğuştan böyle olunmaz, demek ki o topraklarda da insanı o hâle getiriveriyorlar. Sait Faikin dediği gibi iki senede, iki senede değil, iki günde hallediyorlar işi demek. Aynı insan ediveriyorlar. Meydana doğru yürüdüğün zaman tüm benliğini kaplayan at boku kokusu da eklenince, öyle pembe ada tasavvurlarında dolaşmak pek de kolay olmuyor. Üstelik devlet dairesine gidilecek.

Fakat bu defa öyle değildi. Sanırım o düşlemeyi beceremediğim güzeller güzeli kış, Büyükadaya da gelmiş. Akıl almaz bir rüzgâr sokakları bir ayağa kaldırıyor bir yere indiriyor. Devlet dairesi bomboş, işim beş dakika geçmeden halloluverdi. Yeni vapura da baya bir vakit vardı.

içeride yaşı, beyazlamış bıyıklarını baya geçmiş insanlardan oluşan, dört tane iskambil masası vardı. Arka köşede ağzıma lâyık, tek başıma oturabileceğim, kim bu parkalı, sakallı herif, gelip kahvenin ortasına oturuverdi bakışları yemeyeceğim, yeşil çuhalı nefis bir masa. Gözümün biraz ucunda vapur saatini kollayabileceğim eşantiyon duvar saati Masa genişçe; unutmamam gereken patates poşetimi rahatlıkla üzerine koyabileceğim kadar geniş, hatmetmeye yüz tuttuğum Mahalle Kahvesi elimde iki cümle Sait Faikten, iki cümle kanlı bir iskambil mücadelesi sürdüren mor fularlı adamın arzulu sözlerinden Nefis bir akşamüstü. Faytonlar işsiz, sokaklar sessiz, kahvehane tıklım tıklım dolu. Kış güneşi de göründü aradan, ısıtmıyor, uzaktan selam söylüyor.

Zamanı gelince, bir de sigara içecek kadar zaman aralığı bırakarak bu tuhaf ama güzel kışı yaşamayı sürdürüyorum. Vapurda Sinağrit Babanın takılacak olta arayışına tekrar şahit oluyorum. Keşke tanıdık bir oltaya karar verse bu defa, yapmıyor. Gidiyor yine aynı kalleş oltayı bir halt sanıyor. Yine debeleniyor. Vapurdaki italyanlar basbas bağırıyor, Büyükadada karşılaşmadığımıza seviniyorum.

Şimdilik gözden uzağım, o tuhaf ama çok güzel kışı yaşamaya devam ediyorum. iki senede, iki senede değil, iki günde aynı insan edeceklerini bildiğimden, toprak kokusunun, soğuk ama temiz esen rüzgârın suyuna bandırıyorum. Bir şeyi unutmuş olsam da, akşam akşam bakkalı bahane edip yine çıkıversem sokaklara diyorum.