bugün

kadının konuşmama nedeni

Suskunluğundan tanırım O'nu... Yüzünde her daim nöbete duran ve içindeki depremi maskeleyen gülücüğü bilirim.
O depremin yüreğinde açtığı derin yarıklardan en küçük bir iz
yansımasa da yüzüne, aşinayım ketumiyetine...
Bilirim ki, kabil olsa da, ters çıkarılmış bir kazağı düzeltir gibi
içten kavrayıp dışa çevirseniz ruhunu, sanki yıllar yılı söylenmeyip
saklanmış, dilin ucuna kadar gelip tutulmuş, tam haykırılacakken içe
atılmış yüzlerce sözcük, hafızaya kelepçelenmiş binlerce söz, dile
getirilmemiş on binlerce itiraz, akıtılmamış onca gözyaşı ilmek ilmek
çözülüp saçılıverecektir ortalığa...
Ama o konuşmaz.
Sabırla dinler, sitemsiz kabullenir ve ruhunun derinliklerine
gizlediği çekmecelerde özenle saklar içine attıklarını...
Sadece kendisiyle baş başayken açar onları...
Kimi zaman gizli bir günlüktür çıkan çekmeceden... Yazar; ...kimi
zaman da sırdaş bir silahtır... Sıkar.
Niye bazıları ağzına geleni söyleyip rahat uyku uyurken, "içine
atan", sessizliğe gömülüp kendi dehlizlerinin karanlığında yapayalnız
kâbuslar görmeyi seçmiştir?
Anlatmazlar ki bilesiniz...
Kimi nasıl diyeceğini bilmediğinden, kimi bildiğini de
diyemediğinden, kimi dediği halde kıymeti bilinmediğinden, kimi bir
kez deyip yanlış bildiğinden, suskunluğun o huzurlu kuytusuna
sığınmıştır.
Sesini en çok yükseltenlerin en haklı sayıldığı bir dünyada, sürüye
uyup gürültüye katılmaktansa sessizliğe gömülüp haksız sayılmayı
tercih ederek tevekkülle içine kapanmıştır. iç kanamaları zaman zaman
ağzından kaçırıverse de, dudağının kenarından sızanın "kızılcık
şerbeti" olduğuna inandırır herkesi...
Oysa ne kadar gizlemeye çalışsa da, içindeki fırtınanın birilerine
fark edileceği umudunu hep korur. Suskunluğunun her şeyi anlattığını
sanır. Sanki onca gürültü içinde birileri gözbebeklerini okuyacak ve
konuşmayı bilmeyen bir çocuğun derdini anlar gibi, iç dünyasında
çağlayan nehrin sesini duyacaktır. Başını sessizce öne eğişinden,
sitemkâr imalarından, dargın yalnızlığından derdini anlayacak,
şifresini çözüp sessizliğini sese çevirecek birini bekler umarsızca...
Oysa gürültünün çağında, kimselerin vakti yoktur, anlatmayanın
derdini anlamaya...
Kimse kimsenin gözbebeğine bakıp konuşmaz; yüreğini dinlemeye yanaşmaz.
Öyle olunca da hepten içine kapanır "içine atan"... Maddi varlığını
dibe çeken bu manevi yükün ağırlığıyla yaşamayı öğrenir. Yükünü
sırtlayıp, kendi iç sesiyle sohbet ederek yürümeye koyulur. Kendine
yazılmış mektuplar, meçhule karalanmış satırlar, sadece yastığının
bildiği sırlarla örer kozasını...
Sabah oldu mu, sahte gülümsemesini yüzüne yapıştırıp hayata karışır.
Anlaşılmadıkça artar ketumiyeti... Rahat hesaplaşanlara özenerek
erteler hesaplaşmalarını... Geciktirilmiş her sohbet, vazgeçilmiş her
itiraf, gösterilmemiş her tepki birbirine yapışıp koca bir ura dönüşür
içinde... Sonra kanser gibi sarar bünyesini...
içindeki yara, yüzünde gülümseyen maskeyi aşağı çekmeye başlar
zamanla... Artık ya içindekileri kusacak, ya da hepten susacaktır.
işte o zaman, "iç" denilen o dipsiz derinlik, o ne atsan dolmaz
sanılan kuyu taşar aniden... Yük, taşınmaz olur. Yıllar yılı sabırla
bastırılan volkan, ya umulmadık bir tepki, ya katılırcasına bir ağlama
nöbeti veya gizlenmiş bir silah olur, gürültüyle patlar.
"içine atan"ları bilmeyenler, kestiremezler bu ani tepkinin
nedenini... Yanlış yerde ve son günlerde ararlar ipucunu... Oysa onca
yılın suskunluğuyla kaynaya kaynaya dolmuştur yanardağ... Ve gün
gelmiş patlamıştır.
intiharı, doğumudur "içine atan"ın... ilk kez yüksek sesle
konuşmuştur ve çoğu kez, son olur bu...
Artık geride bıraktığı efsane konuşacaktır, kendisi yerine...
Tanırım O'nu...
Sessizliğin erdem sayıldığı bu özel dünyanın suskunları bilirler birbirlerini...
Çareyi de bilirler.
Gözbebeklerine bakıp ruhunda kaynayan volkanı sezecek ve şefkatle
"içeri" sızıp O'nu yukarı çekecek bir dost elini umutla beklerler.
Beynine ancak o dost eli uzanabilir.
O yoksa yedeği bir kurşundur. (can dündar)