bugün

kuran da olmayan 200 hurafe

O halde yol ikidir:

1. Ya Efendimiz (asm)’in; “Ümmetim, asla dalâlet üzerinde birleşmez” hadisini ve “Siz insanlar için çıkartılmış hayırlı bir ümmetsiniz, iyiliği emreder ve kötülüğü nehyedersiniz.” ayetini kabul edeceğiz ki, bunu kabul ettiğimizde mezhepsizliğin haram olduğunu da kabul etmek zorundayız. Çünkü islam âlimleri mezhepsizliğin haram olduğunu bildirip, bu konuda ittifak etmişlerdir. Onların bu konudaki ittifakları, hadisin beyanına göre asla dalalet olamaz. Çünkü dalalette ittifak olmaz. O halde bu ittifak hidayettir.

2. Ya da mezkûr hadis ve ayetleri inkâr ederek, mezhepsizlerin sözünü dinleyeceğiz.

Biz, Kur’an’a ve hadise kulak vermeyi tercih ediyoruz.

ALTINCI AYET

وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلاَّ اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ

“Hâlbuki onun (müteşabih ayetlerin) tevilini (izahını) Allah'tan ve ilimde râsih olanlardan başkası bilmez.” (Al-i imran, 3/7)

Bu ayet-i kerimede; Kur’an’ın müteşabih kısmının manasını, sadece Allah’ın ve ilimde râsih olanların bileceği, Allah ve râsih âlimlerden başkasının ise, Kur’an’ın müteşabih kısmını anlayamayacağı beyan buyrulmuştur. O halde diyebiliriz ki; Kur’an’ın müteşabih kısmını anlayabilmek için tek yol; ilimde râsih olmak ya da ilimde râsih olanlara başvurmaktır.

Müteşabih: Manası gizli olup, zahiri manasından başka manaya gelen ayetlerdir.

“Râsih” kelimesinin lügat manası ise; ilim ve fennin derinliğine vukufiyet, sağlamlık, tam manasıyla sabit olmak ve yerleşmek demektir.

“ilimde râsih olmayı” imam Rabbani Hazretleri şöyle izah eder: Râsih âlimler, nefislerini tam manasıyla mutmain etmişler ve bu sebeple, Efendimiz (asm)’e uymanın hakikatinden ibaret olan şeriatın hakikatini kazanmışlardır. Bu kemal, başkalarında bulunmaz. Biz burada, “ulema-yı râsihin”in bir alametini açıklayalım ki, zahiri bilen herkes, ilimde derinleştiğini iddia etmesin ve nefs-i emmaresini, nefs-i mutmainne zannetmesin. Râsih âlim o kişidir ki; onun için kitap ve sünnetin müteşabih kısmının tevil ve izahında büyük bir nasip vardır. Ayrıca onlar için, Kur’an-ı Kerim’in surelerinin başlarında bulunan mukattaa harflerinin sırlarından da büyük bir hisse vardır.

Demek ilimde râsih olanlar; ilim ve amel ayaklarıyla ilimlerin madenlerine ulaşarak, kesbi -yani çalışarak elde ettikleri- ilimlerini, Allah tarafından verilen ledünni ilimlerle birleştiren kimselerdir.

ilimde râsih olmak hususunda çok sözler söylenmiş ve pek çok izahlar yapılmıştır. Biz meselenin bu cihetini daha fazla uzatmamak için bu kadarla iktifa edip, ayetimizin mezheb imamlarına uymayı işaret eden bölümüne geçiyoruz. Şöyle ki:

Bu ayet-i kerimede iki hususa dikkat çekilmiştir;

1. Kur’an’da müteşabih kısmın varlığına,

2. Bu müteşabih kısmın manalarını, sadece Allah’ın ve ilimde râsih olanların bildiğine.

Şimdi sorumuz şu: Madem Kur’an’ın müteşabih kısmı var. Ve madem bu müteşabih kısmı, sadece Allah biliyor ve ilimde râsih olanlar anlayabiliyor. O halde ilimde râsih olmayanlar, Kur’an’ın bu müteşabih kısmını anlayabilmek için ne yapacaklar?

Elbette cevap; ilimde râsih olanlara başvuracaklardır. Eğer ilimde râsih olanlara başvurmayıp, kendi başına Kur’an’ın müteşabih kısmının manasını anlamaya çalışsa, ya anlayamaz, ya da yanlış anlar ve kendine yazık eder. Çünkü Allah Teâlâ, bu kısmı sadece ilimde râsih olanların anlayabileceğini bildirmiştir. ilimde râsih olmanın da ne demek olduğunu izah etmiştik.

Ayrıca Kur’an’ın müteşabihi olduğu gibi, hadislerin de müteşabihi vardır. Ve bunlar Kur’an’dakinden çoktur. O halde hadisin müteşabihini anlamak için de; Kur’an’ın müteşabihi anlamak için başvurduğumuz yola başvurmak, yani onu da râsih âlimlere sormak ve işin aslını onlardan öğrenmek zorundayız.

ilimde râsih olmayan bizlerin, Kur’an’ın ve hadislerin müteşabihini anlamak için, ilimde râsih olanlara başvurması gerekliliği ayan beyan belli olduktan sonra, şu soruları soruyoruz:

· Acaba, bir milyon hadisi, senedleriyle beraber ezbere bilen Ahmed ibn-i Hanbel Hazretleri mi ilimde râsihtir? Yoksa ezberinde yüz hadis bile olmayan ve kendini âlim zanneden zavallılar mı?

· Acaba, Kur’an-ı Kerim’in şer’î ve lügat manalarını ve bunların kısımları olan hass, âmm, müşterek, sarih, kinaye, zahir, nass, hafi, müşkil, müteşabih, dall-i bi’l-ibare, dall-i bi’l-iktiza, dall-i bi’l-işare, nasih, mensuh ve diğer aksamı, kendilerinde meleke haline gelmiş mezhep imamları mı râsih âlimdir? Yoksa Kur’an’ı ancak yüzünden okuyabilen cahiller mi?

· Acaba, sadece bir haftada Kur’an’ın tamamını ezberleyebilecek kadar zeki olan imam Muhammed mi ilimde râsihtir? Yoksa kalbinde, Kur’an’dan toplam on sayfa bile olmayan nasipsizler mi?

· Acaba bir kitabı okurken, eliyle okumadığı sayfayı kapatan ve “Niçin böyle yapıyorsunuz?” sorusuna; “Gözüm o sayfaya ilişince sayfanın tamamını ezberliyorum.” diyerek cevap veren ve bir sayfayı sadece bir defa görmekle ezberleyebilen imam Şafi gibi bir deha mı ilimde râsihtir? Yoksa unutkanlık hastalığına müptela olmuş, bırakın okuduğunu ezberlemeyi ve ezberlediğini unutmamayı, daha bir gün önce yediği yemeği bile unutan kişiler mi?

· Acaba, daha on yaşlarında iken, kırk senede tahsil edilebilen bir ilmi, sadece üç ayda tahsil ederek, doksan cilt kitabı kelime kelime ezberleyen Bediüzzaman Said Nursi mi ilimde râsihtir? Yoksa okuduğu kitabı bile anlamakta zorlanan cahiller mi?

· Acaba imam Şafi’nin beyanıyla; bütün fıkıhçıların babası hükmünde olan imam Azam mı ilimde râsihtir? Yoksa bu büyük âlimlere hakareti kemal bilen zavallılar mı?

Soruları çoğaltmak mümkündür. Bizim bu sorulara verdiğimiz tek cevap; başta dört mezheb imamı ve onların yolundan giden o büyük âlimler ve allemeler ilimde râsihtir. Ve biz hem Kur’an’ın, hem de hadislerin müteşabihini onlardan öğreniriz. Bu zamanda, ilimde râsih olduğunu iddia eden mezhepsizler, bırakın ilimde râsih olmayı, bu zatların rahlesinde talebe bile olamazlar.

YEDiNCi AYET

وَفَوْقَ كُلِّ ذِي عِلْمٍ عَلِيمٌ

“Ve her bilgi sahibinin üstünde bir başka bilen vardır.” (Yusuf, 12/76)

Zikrettiğimiz bu ayet, diğer ayetler gibi, bir mezhebe bağlanmanın gerekliliğini ispat etmektedir. Şöyle ki; her meslek dalında, ‘bilgi birikimini’ ifade eden unvanlar vardır. Asistan, doktor, doçent yardımcısı, doçent, profesör gibi kavramlar, bilgi birikimini ve bilgi yeterliliğini ifade eden unvanlardandır. Her meslekte bu tür unvanlar olduğu gibi, fıkıh ilminde de, fıkıh âlimlerinin mertebe ve derecelerini bildiren unvanlar vardır. Her bir unvan, o mertebedeki fakihin bilgi seviyesini bildirmektedir. Fıkıh ilmindeki bu unvanlar ve bilgi mertebeleri yedi kısımdır. Bu mertebeler şunlardır:

1. Müctehid-i fi’ş-şer: Mutlak müctehid olan âlimlerin mertebesidir. Bu âlimler, dört delil olan; “Kur’an, sünnet, icma ve kıyas”tan hüküm çıkarmak için usul ve kaideler koymuşlar ve koydukları kaidelere göre hükümler çıkarmışlardır. imamAzam, imam Şafi, imamMalik ve Ahmed ibni Hanbel Hazretleri, bu tabakadaki âlimlerdendir.

2. Müctehid-i fi’l-mezheb: Mezhepte müctehid olanlardır. Bunlar, hüküm çıkarmak için usul ve kaideler koyamamışlar, mezhep imamının koyduğu kaidelere göre dört delilden hüküm çıkarmışlardır. imamYusuf, imamMuhammed ve benzerleri bu tabakadadır.

3. Müctehid-i fi’l-mesele: Sadece bazı meselelerde ictihad yapabilen âlimlerdir. Bunlar, mezhep imamının bildirmediği ve hakkında ictihad yapmadığı meselelerde, mezhebin usul ve kaidelerine göre hüküm çıkarırlar. Ancak bu hükmün, mezhebin kaidelerine göre çıkartılması şarttır. imam Tahavi, Ahmed b. Ömer, imam Serahsi ve benzerleri, fıkıh ilminin bu tabakasındadır. Demek, imamSerahsi gibi, “Şemsu-l Eimme” yani; “imamların Güneşi” lakabıyla meşhur bir âlim bile, mezheb imamının ictihad yaptığı bir meselede, kendi fikrini ileri süremiyor ve ictihad yapamıyor. Sadece, mezheb imamının hakkında ictihad yapmadığı bir meselede, mezheb imamının belirlediği usul ve kaidelere göre ictihad yapabiliyor. Acaba, imamların güneşi olan imam Serahsi, böyle ictihad yapamaz ve mezheb imamının sözünden dışarı çıkmazsa, günümüzdekilerin ictihad yapmaya hakkı olur mu?

4. Ashab-ı Tahric: ictihad derecesinde olmayıp, müctehidlerin çıkardığı kısa ve kapalı bir hükmü açıklayan âlimlerdir. Bunlar delillerden hüküm çıkarmamışlardır. El- Cessas lakabıyla meşhur; Ebu Bekr Ahmed b. Ali er-Razi bu tabakadaki bir âlimdir. Evet, meşhur el- Cessas, sadece bir mukallid olup, ictihad yapamamıştır. Günümüzdeki ictihad heveslilerinin kulakları çınlaya! Acaba onlar, el-Cessas’tan daha mı âlim ki, onun kalkışamadığı bir işe cüret ediyorlar?

5. Ashab-ı Tercih: Müctehidlerden gelen birkaç rivayet arasından birini tercih edebilen âlimlerdir. Bunlar mukalliddir ve ictihad yapamazlar. Mukallid; taklit eden, demektir. Ashab-ı tercih, fıkhî hükümlerde ictihad yapmamış, bağlı bulundukları mezheb imamını taklit ederek, onun hükmüyle amel etmişlerdir. Bunlar sadece aynı meselede yapılan bir kaç ictihaddan birisini tercih edebilirler. Ebu-l Hasan Kudûri ve emsalleri bu tabakadadır.

6. Ashab-ı Temyiz: Bu mertebede bulunanlar da mukallid olup, bir mezheb imamına bağlıdırlar. Bunlar, bir mesele hakkında gelen çeşitli rivayetleri, kuvvetlerine göre sıralayıp yazmışlardır. Kitaplarında reddedilen rivayet bulunmaz.

7. Ashab-ı Fetva: Zayıf haberleri, kuvvetlilerinden ayırabilen ve bir mezheb imamına bağlı olan mukallidlerdir. Bunlar, okuduklarını iyi anladıkları ve anlayamayan diğer mukallidlere açıkladıkları için, fıkıh âlimlerinden sayılmışlardır.

Ömer Nasuhi Bilmen Hazretleri, “Hukuk-u islamiye ve Istılahat-ı Fıkhîye Kamusu” isimli eserinde, müctehidlerin bu yedi tabakasını izah ettikten sonra, ibn-i Abidin Hazretlerini yedinci tabakaya misal vermektedir. ibn-i Abidin Hazretleri ise, dokuzuncu asrın en büyük Hanefi fıkıhçılarından olup, her bir cildi dokuz yüzü aşkın sahifeden oluşan altı ciltlik “Reddü-l Muhtar” isimli fıkıh eserinin sahibidir.

Yani, günümüzdeki bütün fıkıhçıların kaynak kitap olarak kullandığı “Reddü-l Muhtar” isimli eserin sahibi olan, dokuzuncu asrın o büyük fakihi; ibn-i Abidin Hazretleri, sadece mukallid olup, ictihad yapamıyor ve fıkhî meselelerde imamAzam Hazretlerini taklit ediyor, ona tabi oluyor.

Hâl böyle iken nasıl olurda, ibn-i Abidin Hazretlerinin yapamadığı ictihadı, O’nun yazdığı eseri okumaktan ve anlamaktan aciz olanlar yapabilir?

ictihad yapmanın ne kadar zor olduğunu şu gelecek misallerle de anlayabilirsiniz:

“insanların ve cinlerin müftüsü” lakabıyla meşhur olan Şeyhülislam Ebu Suud Efendi, asrının güneşi olan ve “Hüccetü’l-islam” yani “islam’ın Delili” lakabıyla meşhur olan imam Gazali hakkında şöyle der:

“ictihada ait meselelerde, müctehid olmayan imam Gazali ve emsallerinin sözlerine itimat caiz değildir.”

Düşünün bir kere, imam Gazali gibi bir Hüccetü’l-islam, ictihad yapamıyor ve fıkhî meselelerde imam Şafi’nin mezhebine girerek ona tabi oluyor. Ve Ebu Suud Hazretleri; “imam Gazalinin, kendi mezhebine ters düşen bir sözü olursa, ona itibar edilmez.” buyuruyor.

Şimdi sormak gerekir: imam Gazali gibi asrının güneşi olan bir âlim bile ictihad yapamazken ve imam Şafi Hazretlerine tabi olurken, bu asrın insanına ne oldu da ictihada heveslendi? Ve kendisini ictihada ehil görmeye başladı? Acaba imam Gazali’den daha mı âlim ki, imam Gazali’nin girişemediği bir işe girişiyor?

Celaleddin-i Suyuti Hazretleri, değişik ilimlerde tam dört yüz eser yazmıştır. işte böyle bir zat, ictihad yapmak istediğinde, zamanının âlimleri;

“ictihad devri geçmiştir, sen ictihad yapmaya muktedir değilsin.”

diyerek, O’nu ictihaddan menetmişlerdir.

Şimdi yine soralım: Böyle dört yüz değişik eserin müellifi olan bir zat, ictihad yapamıyorsa, bu zamanın insanlarına ne oldu ki, Celaleddin-i Suyuti’nin yapamadığını yapmaya çalışıyorlar? Acaba, kendilerini Suyuti Hazretlerinden daha mı âlim zannediyorlar? Ya da O’nun muktedir olamadığı ictihada, bunlar mı muktedir oldular? Hâlbuki bunlar, Suyuti Hazretlerinin eserlerini anlamaktan bile acizdirler. Nerede kaldı, ona yetişmek ve onu geçmek! Geçtiğini zanneden ancak zannıyla hükmeder ve vehmiyle geçer. Hakikatte ise, zamanımızın sahte müctehidlerinin boğulduğu yerde, bu zatın topuğu bile ıslanmamıştır.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri de ictihadın zorluğunu şöyle anlatır:

“Bir usul kaidesidir ki, fakih olmayan, velev ki usul-ü fıkıhta müctehid dahi olsa, icma-ı fıkıhta muteber değildir. Çünkü onlara nispeten âmîdir.”

Bu ibareyi biraz açalım: Usul-u fıkıh; fıkhın usul ve kaidelerini öğreten derin bir ilimdir. Değil bu ilimde müctehid olabilmek, bu ilmi öğrenmek bile bir ömür alır. Bununla birlikte, mesela bir kimse, kendisine ihsan edilen özel bir yetenekle bu ilimde müctehidlik makamına ulaşsa, yine de fetva veremiyor ve dört delilden hüküm çıkaramıyor, sözüne itibar edilmiyor. Bediüzzaman Hazretlerinin: “… Onlara nispeten âmîdir.” sözü de çok manidardır. Âmî; okuma yazma bilmeyen kişiye denilir. Demek usul-ü fıkıhta müctehid bile olsa, mezhep imamlarına kıyasla; okuma yazma bilmeyen bir çocuk gibi sayılıyor.

Acaba, usul-ü fıkıh ilminin müctehidleri, mezhep imamlarına kıyasla okuma yazma bilmeyen bir çocuk gibi olursa, usul-ü fıkıhtan habersiz olanlar, onlara kıyasla hangi mertebede olur? Ve bir usul-ü fıkıh müctehidinin yapamadığı dört delilden hüküm çıkarma işini, bu kişiler nasıl yapar?

Yine “Müceddid-i Elf-i Sâni” yani “ikinci bin yılın müceddidi” lakabıyla meşhur olan imam Rabbani Hazretleri, kendi abdest suyundan şifa niyetiyle içmek isteyen birisine, “olur” veya “olmaz” diye cevap verebilmek için, fıkıh kitaplarını tam üç gün mütalaa ediyor ve sözünü büyük müctehidlerin sözüne dayandırarak cevap veriyor. Acaba, ilim semasının güneşi ve parlak bir yıldızı olan bu zat, ictihad yapamazken ve en küçük bir meselede bile kendi rey ve görüşünü beyan edemezken, bu zamanın insanlarına ne oluyor da, imam Rabbanileri geçiyor? Onların yapamadıkları yapıyor? Ya da, yapıyorum zannediyor! Aslında yaptığı; kendisini ve kendine uyanları ateşe atmaktan başka bir şey değil!

işte bu din, bu hassasiyet ile muhafaza edildi. Herkes kafasına göre hüküm verseydi, bu din böyle indiği gibi muhafaza olur muydu?

Şimdi delilimizi özetleyelim: Yusuf suresi 76. Ayette;

“Ve her bilgi sahibinin üstünde bir başka bilen vardır.”

buyurulmuş. O halde, her meslekte olduğu gibi, fıkıh sahasında da, bilgi birikimini ifade eden unvanlar ve mertebeler olmalıdır. Âlimlerin ittifakıyla bu mertebeler yedi kısımdır. Buna göre;

· Ashab-ı Temyiz, ashab-ı fetvadan,

· Ashab-ı Tercih, ashab-ı temyizden,

· Ashab-ı Tahric, ashab-ı tercihten,

· Müctehid-i fi’l-mesele makamından olanlar, ashab-ı tahricten,

· Müctehid-i fi’l-Mezheb makamında olanlar, müctehid-i fi’l-mesele makamında olanlardan

· Ve Müctehid-i fi’ş-Şer makamında olanlar da, müctehid-i fi’l-mezhep tabakasında olanlardan üstündür. Ve fıkıh sahasındaki söz, en üst makamda olan mezhep imamlarına aittir.

Nasıl ki, bir asistan profesörlüğe soyunamaz ve onu taklit edemez. Eğer taklit etse, ehl-i tahkikin nazarında maskara olur. Aynı bunun gibi, fıkıh ilminde asistan olan, hatta asistan bile olamayan bu zamanın insanları ve sözde âlimleri, “müctehid-i fi’ş-şer” makamında olan mezhep imamlarının işine soyunamaz ve onlar gibi ictihad yapamaz. Eğer yapsa, maskara olur ve zaten olmuşlar…

Hem bak, ibn-i Abidin, imam Gazali, imamSuyuti, imam Rabbani gibi tahkik ehli âlimler, fetva vermeye cesaret edememişler ve kendilerini fetva verme makamında görmemişler. Bunlar, mukallid makamında kalarak, dört mezheb imamını tabi olmuşlar. Acaba, bu asrın insanına ne olmuş ki, daha Fatiha’yı bilmeden kendini imamAzam zannediyor? O büyük zatlarla yarışa giriyor? Ve onlara karşı muaraza ediyor?

Sözün özü: Her bilenin üzerinde bir bilen vardır. Fıkhı en iyi bilenler ise, “müctehid-i fi’ş-şer” mertebesinde olan dört mezheb imamıdır. Ve bizlere düşen, fıkhî konularda bu zatlara tabi olmak ve onların peşinden gitmektir.

https://sorularlaislamiye...ler-dosyasi-birinci-bolum