bugün

stefan zweig

Avusturyalı yazar, sanırım mekan bizim için bir anlam ifade etmiyor sayın sözlükdaşlarım. Zamanda öyle. Bahsetsem mi babası o zamanlar viyananın en zenginlerinden biriydi, ailesi tarafından edebiyata erken yasta sokuldu 23 yaşında felsefe doktoru oldu. Sonra intihar etti. Bu kadar basit miydi? Aslına bakarsanız şaşırmamalıyız intihar etmesine hayatı boyunca hep depresyondaydı, ve birde şu var hikayelerini okuyanlar bilir sonlarında hep kahramanları intihar eder. O da bizim kahramanımızdı o da intihar etti. Saygılarımızla...

görsel
görsel
görsel

eserleri,
Yürek Çöküntüsü (Varlık Yayınları, 1970)
Herkesin Dostu Anton (Varlık Yayınları)
Dünün Dünyası (Can Yayınları, 1985)
Bir Kadının Yirmi Dört Saati (Oda Yayınları, 1986)
Yarının Tarihi (Can Yayınları, 1991)
Kendileri ile Savaşanlar (1. Cilt) (iş Bankası Yayınları, 1991)
Üç Büyük Usta: Balzac, Dickens, Dostoyevski (2. Cilt) (iş Bankası Yayınları, 1991)
Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar: Casanova, Stendhal, Tolstoy (3. Cilt) (iş Bankası Yayınları, 1991)
Lyon’da Düğün (Can Yayınları, 1992)
Yıldızın Parladığı Anlar (Can Yayınları, 1995)
Karışık Duygular (Milliyet Yayınları, 1995)
Satranç (Can Yayınları, 1997)
Günlükler(Can Yayınları, 1997)
Değişim Rüzgârı (Can Yayınları, 1998)
Calvin’e Karşı Castellio ya da Köleliğe Karşı Özgür Düşünce (Çiviyazıları Yayınları, 1998)
Fouche, Bir Politikacının Portresi (Can Yayınları, 1999)
Tehlikeli Merhamet (Babil Yayınları, 2000)
Amok Koşucusu (Can Yayınları, 2000)
Balzac, Bir Yaşam Öyküsü (Kabalcı Yayınları, 2002)
Magellan (Kabalcı Yayınları, 2002)
Freud ve Öğretisi (Papirüs Yayınları, 2003)
Yakıcı Sır (Evrensel Basın Yayın, 2004)
Ruh Yoluyla Tedavi (imge Kitabevi Yayınları, 2005)
Mektuplaşmalar (Yordam Kitap, 2007)
Buluşmalar (Yordam Kitap, 2008)

“Kendi isteğimle bilinçli olarak hayattan ayrılmadan önce, son bir görevi yerine getirmeye kendimi mecbur hissediyorum: Bana ve çalışmalarıma, böyle iyi ve konuksever bir şekilde kucak açan harikulade ülke Brezilya’ya içtenlikle teşekkür etmeliyim. Her geçen gün, bu ülkeyi daha çok sevmeyi öğrendim ve benim lisanımın konuşulduğu dünya, bana göre mahvolmasından, ve manevi yurdum Avrupa’nın kendi kendisini yok etmesinden sonra, hayatımı yeni baştan kurmayı daha fazla isteyebileceğim bir yer daha yoktu. Ama 60 yaşından sonra yeni baştan başlamak için özel güçlere ihtiyacım vardı. Benim gücüm ise, uzun yıllar süren yurtsuz gücüm sırasında tükendi. Böylece, ruhsal çalışması, her zaman en büyük sevinci ve bireysel özgürlüğü bu dünyanın en büyük nimeti olan bu hayatı, zamanında ve dimdik sona erdirmek bana daha doğru görünüyor. Bütün dostlarımı selamlarım! Umarım, uzun gecenin ardından gelecek olan sabahın kızıllığını hala görebilirler! Ben, çok sabırsız olan ben, onların önünden gidiyorum." yazmıştı Stefan Zweig özenle geride bıraktığı veda mektuplarının birinde. KarısıLotte ile birlikte, 23 Şubat 1942’de zehir içerek intihar ettikleri odada, masanın üzerine bırakılmış, pulları dahi yapıştırılmış pek çok mektup kalmıştı geride. Ve Stefan Zweig’in, çağını ve sonrasını oldukça etkileyen eserleri, kitapları, düşünceleri…

görsel

Stefan Zweig, dünya edebiyat tarihinin en önemli ve en güçlü kalemlerinden biri. Laurent Seksik ise bir doktor-yazar. Tıp eğitimini aldıktan sonra doktorluk yapmaya başlayan, 1999 yılında ise ilk romanı yayınlanan yazar, 2010 yılında yayınlanan Stefan Zweig’in Son Günleri’nde Nazi işgali altındaki Avusturya’dan kaçan ve Londra ve New York’tan sonra Belçika’ya giden Zweig ve ikinci eşi Lotte’nin son 6 ayını anlatıyor.

“Viyana Belediyesi Yahudilerin oturduğu dairelerde gazı kesme kararı aldı. Bu konutlarda gazla intihar edenlerin artması, vatandaşın rahatını kaçırdığından, gazla intihar etme, bundan böyle kamu düzenini bozmak olarak kabul edilecek.”
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Dramatik yaşamının son dakikasını anlatan harika bir öykü vardır okumak isteyenler için şöyledir,

Stefan. Güzel eşim, biricik aşkım. Veronal’in verdiği baş dönmesinden sızlanan son sözlerini söylemenden bu yana yaklaşık bir saat geçti. Saat altıya geliyor, hava birazdan kararmaya başlayacak. Bir saat ne kadar uzun sürüyormuş meğer. Bunu, sonuncusunu yaşadığım bu gün öğreniyor olmam, ne büyük çelişki. Duvar saati huysuz tiktaklarıyla geçen her saniyeyi bilincime taşıyor ve ben senin biraz daha uzağımda olduğunun farkında, ne yapmam gerektiğini bilmemenin huzursuzluğuyla çırpınıyorum.

Oysa sen huzur içinde gibisin. Artık kıpırdamadan yatıyor, karşımda ölüme doğru uyuyorsun. Ellerin soğuyor, nefes alış verişin iyiden iyiye yavaşladı. Alnında biriken ter damlalarını silmem gerekmiyor artık. Uzun zamandır kederden kaskatı kasılmış yüz hatların, yine seni tanıdığım ilk günlerdeki gibi yumuşak bir hal aldı. Neredeyse gülümsediğine inanacağım.

Yaşam ne zaman tamamen çekilecek bedeninden? Sıra ne zaman bana gelecek? Geldiğinde senin cesaretini, ben de gösterebilecek miyim?

Sen sonsuza dek yitip giderken, zihnim sensiz cevaplarını asla bilemeyeceğim yüzlerce soruyla dolu. Önemi yok artık bu soruların, biliyorum. Yine de kaygılı zihnim, onlardan kurtulamıyor.

Birlikte geçirdiğimiz sekiz yıl içinde kaç kere gülebildik tasasız? Nasıl oldu da dünya, sınırsız bir kötülüğe yenik düştü? Tek tek tanıdığında her biri iyi olan insanlar, toplu halde nasıl kötülüğün aracı haline gelebildiler?

Propagandanın insanları kandırma gücüne, aklımın sınırları yetmiyor. Sevgi, koskoca bir nefret denizinde kimsenin adresini bilmediği ıssız bir ada gibi.

Günümüzde insanlar her şeyden hızlı öfke biriktirir oldular. Fabrikalarda kendilerini horlayan patronlarına, devlet dairelerinde bürokrasiye, ceplerine giren paranın geçimlerine yetmeyişine, kocalarının sevgisizliğine, çocuklarının söz dinlemeyişini, isteklerinin yerine gelmeyişine. Akla gelen hemen her şeye.

insan zihninin işleyişinde bir bozukluk olmalı. Öfke pompalamakta gösterdiği başarı, diğer tüm başarılarının üstünde bir uygarlık yaratmakla sakatlanmışız. Sanki her şey öfkenin artması, her köşeye yayılması, girilmedik bir yuva, işgal edilmedik bir yürek bırakmaması için. Politikacılar öfke yayıyor, gündelik hayatın kötülükleri öfke yayıyor. Yetmezmiş gibi her gün gazeteler kötülüğün haberini yayıyor, öfkeyi özenle büyütüyorlar.

insanlar korkuyorlar, onlardan beklendiği şekilde öfkeleniyorlar. Kendilerini bir kapana sıkışmış gibi hissediyorlar. Sonuçta başlarına geldiğine inandıkları her şeyin sorumlusu olarak görecekleri, ağızlarını doldura doldura küfredecekleri, idama götürüldükleri meydanlarda üzerlerine tükürecekleri günah keçileri arıyorlar.

Bilmiyorlar ki öfkeleri bilinçli olarak pompalanıyor, öfkeli olmaları için kandırılıyorlar. Önlerine yaşamın olduğu haliyle güzel olduğu, insan sevgisinin mutlu olmak için yeterli olduğu bilgisi konulmadı hiç. Onun yerine yargılar konuldu önlerine. Onları kandıran, korkutan ve kışkırtan yargılar. Hedef gösteren fikirler, inançlar, ideolojiler.

Geçmişte kilise cadıları hedef gösterdi. Bugün de Hitler bizi, Yahudi’leri hedef gösteriyor.

Söylediklerinin yalan olduğunu haykırmak, elindeki propaganda canavarının yarattığı uğultuyu aşmak imkansız. Bir yalan, milyonlarca kez tekrarlandığında, arkasına milyonlar toplandığında gerçekmiş gibi görünmeye başlar.

Hayatım süresince şunu kesin olarak anladım ki, birileri çıkıp büyük haksızlıklardan bahsediyorsa, elde etmek istediği tek şey kendisi adına daha fazla güçtür. Hitler’in meydanlara çıkıp Yahudilerin Alman ırkına karşı en korkunç suçları işlemiş olduklarını dramatik çığlıklarla anlatması hep tek bir amaç içindi: Herkesi kendi bayrağının altında toplamak. Binlerce yıldır kullanılan taktik hep aynıydı: Önce bir ortak düşman yarat, sonra yalanı sonsuz defa tekrarla.

Tüm insanlık tarihi boyunca hedef olarak gösterilenlerin ortak özellikleri hep aynı oldu. Toplumun diğer kesimlerine göre sayıca az, parmakla gösterilebilir, üzerine tükürüldüğünde, öfke kusulduğunda kendini koruyamayacak kadar güçsüz. Ahlak gibi sübjektif kriterlere sarılmak, itirazları baştan sindirmek için gereklidir. Hiç kimse ahlaksız olmayı kabul etmeyeceği için, hedef gösterilenleri korumak için kimsenin ayağa kalkmayacağı daha en başından garanti altına alınmış olur.

Ortaçağda cadılar, Çingeneler, at hırsızları, Fransız devriminde soylular, hemen her devirde homoseksüeller, deliler, azınlıklar. Gelecekte bakalım kimleri bulacaklar? Basın ve televizyonun her eve davetsiz gireceği bir dünyada, geleceğin günah keçilerinin hali bizimkinden bile kötü olacak şüphesiz.

insanlar gerçek kötülüğün günah keçilerinde değil, işaret parmaklarında olduğunu göremeyecek kadar aptallar. Oysa işaret eden parmakların asıl hedefi, kendilerine güç sağlamaktan başka bir şey değil. Asıl suçlu onlar. Tüm işaret eden parmaklar yasaklanmalı, evet, evet, işaret parmakları idam edilmeli, işaret parmakları toplama kamplarına gönderilmeli. Günah keçileri ilan edilip huzurlu yuvalarından gönderilen bizler yerine.

II.

Saçma biliyorum, bu çılgınlık anında düşüncelerimin rüzgarda savrulan bir yaprak gibi bir o yana, bir bu yana savrulmasına engel olamıyorum. Oysa sen, nasıl da güzel uyuyorsun. Sana sarılmak, yanına yatmak istiyorum, ama ölüm uykundan seni vakitsiz kaldırmaktan korkuyorum.

Zor uyuduğunu bildiğim için seni uyandırmaktan her zaman nasıl korkardım, hatırlıyorsun değil mi? En son, Gestapo ofisini silah aramak için bastığında seni uyandırmak zorunda kalmıştım. Tam sekiz yıl önce, 1934’te. Hep şiddetin karşısında olmuş, I. Dünya Savaşı’nı protesto eden az sayıda aydından biri olan senin ofisinde silah aramak, olabilecek en saçma gerekçeydi. Herkes biliyordu sadece bizi rahatsız etmek istediklerini.

Sonuçta istediklerine de ulaşmışlardı. O gün yüzünde karşılaştığım korku ve şaşkınlığı hiç unutmadım. Seni bir daha asla kötü bir haberle uyandırmamaya yemin etmiştim o gün. Bunu hiçbir zaman başaramadım, hiçbir hedefine ulaşacak güçte yaratılmamışım ben.

Bunları bilmiyorsun belki, ama bilmeni isterdim. Sana hiç yalan söylemediğimi söyledim, ama bu da yalanların en büyüğüydü. Birçok kez yalan söyledim, ama yalanlarım hiç de senin tahmin ettiklerin değildi. Mesela hayır, sekiz yıldır süre giden bu çilemizde, inan bana soyadını bir gün bile gururla taşımadığım olmadı. Doğruydu bu, oysa bakışlarındaki şüpheyi görebiliyordum. insanlık çınarında bir dal, öfke ve şiddete karşı düşüncenin, sevginin, barışın uzandığı ayrık bir dal olduğunu söyledim sana. Bunu söylerken de, her kelimesine inancım sonsuzdu.

Ama bugün, seninle geçirdiğim her günün benim için cennet bahçesinde geçmiş gibi olduğunu söylediğimde, yalan söylüyordum. Gerçek hiç de öyle değildi. Kabul et zor bir insansın Stefan. Huysuz veya kaba biri olduğun için değil, bilakis her zaman çok nazik davrandın bana karşı, belki de hak etmediğim kadar. Sebep başkaydı, çok başka. Aramızda her zaman sen ve yazdıklarının ördüğü dev bir duvar vardı. Yazdığın biyografiler, hikayeler ve romanlar senin için her şeyden önde geliyordu.

Hiçbir zaman tamamen sahip olamadım sana. işte o yüzden hep mutsuzdum. Eski eşinin hayaleti her zaman aramızdaydı. Onun gibi zeki, becerikli bir kadın olamadım. Belki ailemin beni yetiştiriş tarzı, belki içime kapanık kişiliğim. Ne kadar istesem de tüm bunlar, senin istediklerini verebilecek bir kadın olmamın önüne hiçbir zaman aşamayacağım bir duvar ördü.

Belki tüm başarısızlıklarımın sebebi, eski eşinin bulduğu bir sekreter olmamdı. ilişkimizin o şekilde başlamış olmasından kaynaklanan asimetrik doğasının sonucuydu tüm bunlar. Belki de ben, senin gibi biriyle birlikte olmak için yaratılmamıştım. Biliyorum utangaç, silik, sıradan biriyim. Ne kadar istesem de, kendimden başkası olamam.

Ama sadece senin olmayı ve senin de sadece benim olmanı o kadar büyük bir hırsla istiyordum ki, gözüm gerçeği göremezdi o zamanlar.

III.

ingiltere’de, Bath şehrinde geçirdiğimiz günleri hatırlıyor musun? Evliliğimizin ve ingiliz vatandaşı oluşumuzun ilk aylarıydı. Hor görülmeyeceğimiz bir yuva bulabilmek için gerçekleştirdiğimiz, bana sonu hiç gelmeyecekmiş gibi görünen yolculuklarımızın daha üçüncü durağındaydık.

Tüm mutlu anılarım, Lyncombe tepelerindeki küçük kır evinde geçirdiğimiz o günlere ait. Verandaya çıkar, tahta masada sabahları uzun kahvaltılar yapardık. O sabah kahvaltıları, evliliğimiz süresince gerçekten seninle olabildiğim tek zaman parçasıydı. Kimseyi istemezdim çevremizde, sen bana yeter de artardın bile. Güzel günlerin bizi beklediğine inanırdım, geleceğin kötü günlerinin habercisi her şeyi kendime unutturmaya çalışırdım.

Bir gazete bile sokmazdım evimize, yazan tüm yalanları görmemen için. Kötülük ve öfke yayan, ama hiç kimseye kötülüğün aracıları olduğunu anlatamadığımız o şeytani mürekkebe bulanmış sarı yaprakları.

Ama sen yine dayanamaz, dünyada olan bitenden haberdar olmak istediğini söyler, bir yerlerden bulur getirirdin o gazeteleri.

Her zaman sakarlıklarınla, dalgın zihninle eğlendirirdin beni. Hatırlıyor musun o kahvaltılardan birinde, pantolonun üstüne döktüğün çilek marmeladı lekesini? Hatırlamıyorsundur artık, zaten belki de zihnin artık bir işlev yerine getiren bir organ olmaktan çıkmıştır bile.

Ama ben hala hayattayım, hala hatırlıyorum. Hayret, o gün onca kızmıştım sana, bugünse çıkarması saatlerimi alan o lekeyi hatırladığımda sadece gülümsüyorum.

Haklısın, ne Frederike gibi becerikli bir eş olabildim, ne de seni dertlerinden çekip çıkarabilecek güçlü biri. Bir marmelat lekesini çıkarmak bile benim için yeryüzünün en zor işiydi.

Aslında dert olarak gördüğümüz her şey, aslında zannettiğimiz gibi büyük dert değiller. Alman istilasının gelip bizi Brezilya’da bulması, Gestapo’nun bizi kaçırması bunlar hep gereksiz korkular. Ama insan geleceği hiç bilemez ve sürekli düşünen bir zihin, gelecekten endişe etmekten asla kurtulamaz.

IV.

Cesetlerimizi bulduklarında, neler düşünecekler acaba? Herhalde benim de neden seninle beraber intihar ettiğimi soracaklardır kendilerine.

Hala daha içimden bir ses itiraz ediyor kendi belirlediğim kaderime. Daha gencim, belki de sensiz, yeni baştan denemeliyim yaşamayı. Senin kadar yaşlı hissetmiyorum kendimi, hasta olsam bile yeniden başlayabilecek gücüm var hala. Kalkıp yazdığım intihar mektubunu yırtıp atmalı, senin kendi isteğinle intihar ettiğini, benim seni durdurmak için yapacak hiçbir şeyim olmadığını anlatmalıyım herkese. Son üç saat içinde bu odada olanları tam olarak hiç kimse, benden başka hiç kimse bilmeyecek. Ama eğer intihar etmezsem, yaşananların tek şahidi ben olduğum halde, kimse inanmayacaktır söylediklerime.

Herkes, her hikayenin altına kendi inanmak istediğini yazar.

Ama ne yaparım tek başıma, Brezilya’da? Nasıl geçinirim, nereye giderim? Korkuyorum senin olmadığın bir dünyada tek başına kalmaktan. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını, olamayacağını biliyorum. Hayır, hayır, en iyisi ölmek seninle birlikte.

V.

Stefan, artık nefes almadığını fark ettiğimden bu yana çıldırmış gibiyim.

Nabzına baktım ve artık ölmüş olduğunu anladım. O anda beynimin uyuştuğunu, zamanın tahammül edilemez bir hızla akmaya başladığını fark ettim. Korkuyla ayağa kalktım ve ne yapacağımı bilmez bir biçimde odayı turlamaya başladım.

Adımlarımı, anlamsız çırpınışlarımı durduramıyorum artık, salonda bir o yana, bir bu yana koşar adımlarla yürüyorum.

Sakinleşmeliyim. Düşünmeliyim. Durmalıyım.

Seni şu anda ilk kez gerçekten anlamaya başlıyorum sanırım. Ne hissettiğini, ne düşündüğünü, nasıl büyük bir işkence çektiğini ve neden intihar ettiğini anlıyorum şimdi.

Yeryüzünün yalanlarla sarılmış, insana düşman bir hale geldiğini görmekle kalmak başka bir şey, bunun böyle olacağını yıllarca önceden kestirebilmek başka bir şey. En büyük ıstırap ise, tüm haksızlığıyla, vahşetiyle tanıdıktan sonra yeryüzünü, bildiklerini kimseye anlatamamak. Bundan daha büyük bir işkence var mıdır yeryüzünde?

işkenceyse, son sekiz senede en ağırını çektin.

Kimse, kimse duymadı sesini ...

Tüm gazeteler, her gün bıkıp uslanmadan yargılar yaratırken, usul usul yanlış düşünceleri tüm toplumun zihnine kazırken, insan dediğin et parçası neyi doğru bilecek, neyi, nasıl anlayacak ki?

Ön yargı dağları bir kez kurulduktan sonra, onları aşmak imkansız hale gelir.

Tüm dünya bir ateş yumağına dönmüş, insan düşmanlarının çizmelerinin altında her yer.

Burada, yeryüzünün en ücra köşesinde bile peşimizdeler.

Nazilerin peşimize adam taktıklarını, bizi takip ettiklerini söyler dururdun, inanmazdım sana. Paranoya der geçerdim, ama şimdi biliyorum. Bugün bizi sormaya gelen polisler de onların adamlarıydı. Almanlar burada, her yerde olan biten her şeyi biliyorlar.

Akıllara zarar, ama kazanıyorlar. Hep kazandıkları gibi, yine kazanacaklar.

Kazandılar bile besbelli. Yeryüzü bir daha asla eskisi gibi olmayacak. Bir ırkı, bir kültürü sildiler Avrupa’nın orta yerinden. Onca dost, onca güzel insan koparıldı dalından, bir yaprak gibi soldu gitti.

Anlatmak istiyordun, ama anlatsan ne değişecekti?

Farkındayım ölümünle bile hala uyandırmak istiyorsun onları gaflet uykusundan. Binlerce sayfa yazdın da ne oldu? Şimdiye kadar duymadılar sesini, ölümünle mi duyacaklar? Zannediyor musun düzelmeleri, gerçeği görmeleri için en ufak bir umut var?

Altrustik fedaların hiç kimseye faydası yok.

Umuda hiç yer olmayan bir dünya burası.

Bizden, ikimizden de çok büyük, çok daha büyük çağın öfke rüzgarı. Tek başına hiçbir şeyi değiştiremezsin, anlamıyor musun?

Üstelik haklısın, yaşlanıyoruz her saniye. Sen 61 olduysan, ben de 34 oldum. Üstelik sağlığım hiç de yaşıtlarımın ki gibi değil, astım krizleri geceler boyunca bırakmıyor yakamı. Bundan sonrası, her gün daha kötüsünü bekleyerek geçecek.

iyisi mi, gerçekten çekip gitmeli. Ölmek ve ölürken şiire uygun rolüme bürünmek. Senin bir kez olsun gerçek kadının olabilmek. Sana sonsuza dek sahip olabilmek.

Ne yapmam gerektiğini biliyorum artık. Üstüme en güzel geceliğimi giymeliyim. Üzerlerine pulları yapıştırılmış intihar mektuplarımızı daha göze görülür bir yere, masanın üzerine yerleştirmeliyim. Gelecek olanlara son bir incelik olarak, ortalığın derli toplu olup olmadığına son bir kez bakacağım.

Düşündükçe sakinleşiyorum. Hiçbir sorunun senin için önceden cevaplanmadığı bir dünyada, artık ne yapman gerektiğini biliyor olmaktan daha büyük bir huzur yok. Morfini içtikten sonra usulca yanına uzanacağım. Elimi göğsünün üzerine yerleştirecek, tatlı bir umursamazlığın çökmesini bekleyeceğim. Seninle birlikte çizilmiş kaderime isyansız, artık kimsenin aramıza giremeyeceği gibi sana sahip, sonsuza kadar orada uyuyacağım.

VI.

Elimi morfin şişesine uzattığım anda, yattığın yerden gelen sesini duyarak irkiliyorum. Huzurla aydınlanmış yüzün. Karanlıkta, yatakta yavaşça doğrulduğunu görüyorum veya kendimi bunları gördüğüme ikna ediyorum.

“Lotte, dinle beni...”

Nedenini bilmiyorum, ama kendimi birden yıllar öncesinde, ofisinde çalışmaya başladığım ilk günlerdeki gibi hissediyorum.

“Sizi dinliyor ve söylediklerinizin her satırını not alıyorum, Herr Zweig.”

Seninle siz diyerek konuşmayalı ne çok yıl geçti.

Ciddi sözlerime bir gülümsemeyle karşılık verdiğini görüyorum. Yıllar sonra bana ilk kez gülümsüyorsun, farkında mısın? Sevgi ve şefkat dolu bir gülümseme bu. Hayatında yarattığım onca sıkıntıyı bağışladığını biliyorum artık. Stefan, ne istersen yaparım senin için, sırf senin mutluluğun için.

O tatlı Avusturyalı aksanınla usul usul konuşurken seni sonsuza dek dinleyebilirim, biliyorsun. Eskiden notlarımı düzgün tutmam gerektiğinde yaptığın gibi, yine ağır ağır, her kelimenin üstüne uzun uzun basarak konuşuyorsun. Schmerz kelimesini söylerken, kuru dudaklarından ıslık çalarmış gibi bir ses çıkıyor. içimde bir yerlere değen o tiz ses, tüm acılarımı ve şüphelerimi sonsuza dek siliyor:

“Korkma” diyorsun. “Zannettiğin kadar zor olmayacak. Bir anlık bir çırpınış. Sonrası sınırsız bir özgürlük. Sonsuza kadar. Acının olmadığı yerde, seni bekliyorum. Beni orada yalnız bırakma. Sev beni. Seni sevdiğim kadar.”