bugün

uludağ sözlük günlüğü

sevgili sözgünlük,

bu gün 2,5 senedir yapmadığım bir şeyi yaptım. istanbul dışına çıktım. darıca'ya gittim. ama heyvanat bahçesi için değil. ev almak için.

şu an bulunduğumuz ev kadıköy/göztepe'de, oldukça zeksi güzel bir ev. ancak ev bizim değil, yıkılacak, falan filan işte ve buralarda kiralar biraz pahalı. ödenilmez mi? ödenilir. ancak babam tutturdu "kiraya geçmeyeceğiz, ev alacağız!" diye. "iyi" dedim, hacu, "iyi de, nereye taşınacağız o zaman? gücümüz nereyi çeker?". darıcada panpasıyla birlikte bir ev bulmuş. yalı mahallesi diye bir yer. internette baktım resimlerine, köy bildiğin. ama babam öve öve bitiremiyor, "hemen aşağımızda deniz var, sonra ev çok güzel, dubleks, 120 bin lira, çok uygun!". iyide hacu, orada şato al ne fark eder? babama ne kadar "benim için ev önemli değil, bulunduğu bölge önemli!" dediysem de dinletemedim. annemle günlerce şu darıca sevdasından vazgeçirmeye çalıştık. sonunda bu gün ısrarlarıyla inşaat halindeki evi ziyarete gittik.

ben istanbul'un doğusuna da fazla giden bir insan değilim (maltepe-pendik). oralar bile bana nedense gelişmemiş gelmiştir hep. küçükken "insanlar buralarda nasıl yaşıyor acaba?" diye düşünürdüm. şimdi köyde yaşamam söz konusu, vay beh!

göztepe'den trenle gittik pendik'e. hava öyle böyle sıcak değil. millet kavrulmuş, simsiyah olmuş (cidden lan, pendik siyahi kaynıyordu bu gün). neyse efendim, 17b diye bir otobüs gelecekmiş. 30 dakika geçti, 20-30 kişi bekliyor durakta. biz sıranın başındayız, ancak kıl oldum. otobüs gelince sıra var demeyecek, dalacak hepsi. babama dönüp "otobüs gelince ben direk yumulurum, yoksa bu insanlar bize yol vermez." dedim. babam ise "huzursuzluk yaratma be oğlum" dedi. huzursuzluk yaratmıyordum, doğruları söylüyordum.

otobüs gelince her şey dediğim gibi olmuştu. otobüsün kapıları açıldı. o an koşmaya başladım. benimle birlikte bir kadın, çocuğuyla birlikte koşuyordu. aslında birlikte koşmuyorlardı. kadın, çocuğun elini tutarak koşuyor, çocuk ise yerde hızlıca sürünüyordu. kadınla birbirimize baktık koşarken. düşmanım oydu! ondan hızlı bir şekilde ulaşmalıydım o otobüse. kadının çocuğu dezavantaj oluşturuyordu, bu yüzden yarışı kazandım ve otobüse bindim. derken kadın arkamdan yetişti ve çocuğunun kafasını kıçıma soktu. ben bir yandan akbili basmaya çalışıp, bir yandan kıçıma kene gibi girmiş olan çocuk kafasını çıkarmaya çalışıyordum. (ne bu şiddet bu celal? 10 saniye sonra aynı otobüsten bir tane daha geldi.)

otobüse şöyle bir baktığımda ise neden milletin bu kadar acele ettiğini anlamıştım. koskoca otobüste 14-15 sandalye vardı. orta kısım ve arka taraf tamamen boştu. sanki sevabına, millet küfür etmesin diye koymuşlardı o sandalyeleri. nihayet ailemle birlikte oturduk (geriye kalan 20 küsür kişi ayakta durdu, puahahahaha!). ben bir yandan söyleniyor, bir yandan kabloları karışmış kulaklığımı düzeltmeye çalışıyordum. babam ve annem beni sakinleştirmeye çalıştılar. "rezalet efendim, rezalet! kadıköy'de hiç kimse kıçıma kafasını sokma cüretini göstermedi!".

izmit'e vardığımızda yine bir otobüse binmemiz gerekti. ancak otobüs dediğimiz şey minibüsün biraz büyüğü oluyor. ilk gördüğümde şok olduk, gözümden yaşlar aktı. bindik, annemle akbilimizi çıkardık, "burada geçmiyor" dedi babam. biz bir kere daha ağladık. otobüs halkı hiç fena değildi, tabii arkadaki iki tane sarmaş dolaş apaçiyi saymazsak. ben bunları düşünürken birden bire şoför bağırmaya başladı "ulan bugün kaçıncı kere söyleyeceğim! inmeyecekseniz basmayın lan şu kırmızı tuşa!" diye.

müstakbel evimize geldiğimizde inşaat halindeydi. babam "gelin, size içeri gezdireyim!" dedi. o sırada içeriden bir ses geldi. babam "kedi falandır" dedi ve kapının olması gereken dikdörtgen boşluktan içeri girdi. o sırada iki tane apaçi camın olması gereken yerden fırladı ve koşarak uzaklaştı. ne diyeceğimi bilemeden babama katılıp içeri girdim. ev güzeldi, hoştu, ancak darıca'daydı. ve bu benim "nayır!" notu vermeme yetti.

babam bize "bir daha böyle evi bulamam!" dedi. "niye bulamayasın baba? memleket köy dolu."

babamı bu sevdadan vazgeçirdik sonunda. annem ve benim gibi insanların oraya uyum sağlaması ne kadar sürer biliyor musunuz? benim her zaman hayalim caddebostan'a bakan bir gökdelende yaşamaktı. annemin ise new york'da bir gökdelende yaşamaktı. buna karşın babam kasaba-köy gibi yerlerde bir yerdelende yaşamayı seviyor.

"iyi o zaman. bu evi kaçırdığınıza çok üzüleceksiniz. kafanızı taşlara vuracaksınız!"
"eğer burada yaşarsam buradaki kabileler kafamı taşa vururlar baba!"
"babanla dalga geçme arda!"

işte bu günüm böyle bir gündü.

iyi geceler sözgünlük.