bugün

entry'ler (48)

ay hakan yavaş ciğerimi söktün

bilenler bilir. izlerken utandım ekran başında. ciğer sökücü hakan. bundan sonra hakanlara daha samimi bakacağım.

gecenin bazen abartılı derecede acımasız oluşu

kimine göre ateşten bir gömlek, kimine göre bir umut gemisinde yol almaktır gece.
ateşten gömlek olan geceler ne zordur! geceler acıtır, iz bırakır bazen. hatırlamak istemediğin tüm anıları, düşünmek istemediğin tüm gerçekleri açığa çıkaran bir karanlığın, dört duvar arasında sıkışan ve boğulan ruhunun acı çekişine kayıtsız kalışıdır gece. ne kadar kaçmaya çalışsan daha da dibe battığını hissedersin ve sonunda kendini yokluğun içinde bulursun. gece acıyı ne ikiye katlar, ne de beşe. çekilen acıyı tarifi olmayan bir şekilde artırır. tüm o güzel yaşanmışlıkların tamamı senin için büyük bir ızdıraba dönüşür ve elinde kalan yoklukla o ızdırabı yaşarsın. ve bir nijerya atasözü der ki; küçük üzüntüler konuşurlar,büyük dertler dilsizdir.

gece, her çeşit acıyı insana yaşatan şu ana kadar tanıdığım en korkunç sadist. gece. gecenin acı çektirme kapasitesi, kişinin yaşadığı hüzünlü olayın derecesine bağlı olarak değişir. bu küçük dertteki insanlar için sevindirici fakat derdi büyük olan ? işte o kimseyi gecenin gazabından kimse kurtaramaz kendinden başka. evladını kaybeden bir anne ya da babanın, onsuz geçireceği ilk geceyi hayal edin, daha sonra ikinci geceyi, daha sonra üçüncü geceyi, daha sonra birinci ayı, daha sonra birinci yılı.
beraber geçirilen tüm o gerçek zannedilen 'an'lar birer yalan külüne dönüşür ve gece o külü zihninin içinde her yere üfler. baktığın her yerde o vardır aslında olmayan. kokladığın her yerde o vardır aslında kokmayan. birlikte yürüdüğün sokaklarda o vardır aslında seninle yürümeyen. hepsi birer anıya dönüşür ve zihnine bıçak gibi saplanır. anne-baba-evlat örneği çok basit ve çeşitlendirilebilir.

karanlık, yanıp kül olmuş kara yanımızı ortaya çıkarmaya devam edecektir.

asıl soru şu olmalı.

geceye hazır mıyım ?
geceye hazır mısın ?

kampüs solcuları

en nefret ettiğim tiplerdir bu kampüs solcuları. yahu bir insan bir şeyi bildiğine nasıl bu kadar emin olabilir ? kardeşim derhal elindeki george orwell-hayvan çiftliği kitabını bırak. ayrıca john lennon gözlüğü takınca entelektüeliten uçmuyor. odtü de birebir yaşanmış bir olaydan bahsedeyim sizlere. açlık grevi yapan iki akademisyenden haberiniz vardır. bu her şeyi bilen kampüs solcuları toplanıp şunu sordular;

ne yapabiliriz onlar için ? alınan karar ise dominos pizzadan pizza yaptırıp götürmek. ne kadar samimiyetsizce. çimlere uzanıp derinlik stratejisi konuşarak bir yere varılamıyor malesef be dostlar. illüzyon evreni göremeyip her şeyi bildiğine kendine inandırmış üstüne üstlük bilmediği bilgiyi de muhteşem bilgi olarak pazarlayabilen bu tür canlıların tıpa tıp aynısına bu sözlükte oldukça fazla karşılıyorum.

kapitalizmin sürekli yerden yere vurulması

Bu yazımı entelektüel bir kişiliğe sahip olmadığını düşünen insanlar lütfen okumasın. Pempe ponponlu hayattan kafasını kaldırıp yaşadığı evreni 1 defa sorgulamamış insanlar bu başlığı derhal terk etsin. Çünkü yazdığım şeyler sizin toz pembe bir illüzyonda yaşayan salak canlılar olduğunuzu ortaya koyacaktır.

Kapitalizm bir canavardır değil mi ? Dünya nüfusunu 7.5 milyar olarak alacak olursak bir çoğunun kapitalizme etmediği küfür kalmaz. Nedenleri çok basittir. Hemen sıralayayım.

-Biz çalışıyoruz, patron yiyor.
-istediğimiz şeyi elde edemiyoruz.
-50 kuruşa su aldırtır üstüne 1 liraya da işetir bu kapitalizm adamı.
-Gölge vermeyen ağacı alır keser kulübe haline getirir sana satar ve sende gölgesinde oturursun.
-Mutlu olamıyorum çünkü beni soyuyor bu amk patronu. Köle gibi çalışıyorum.

ve niceleri...

Bu gibi argümanlarla haklı olarak para-mutluluk ilişkisi üzerinden hayatlarındaki memnuniyetsizliklerin suçunu kapitalizme atarak düşünmekten ne kadar uzak olduklarını gösteriyor bu tembeller. Düşünmeye bile üşeniyorlar bu tembeller. Karl Marx ve Karl Marx'ın çırağı Lenin'in kitaplarını okuyup, John Lennon gözlüğü takmış çakma entellerin günah keçisi olmuş kapitalizm. Bu çakma entellerin kapitalizmi öcü olarak gösterip üstüne vicdan mastürbasyonu yaparak nasıl prim yaptığını bir blogda ne kadar anlatabilirse o kadar anlatmaya çalışacağım. Örnek ile açıklamaya çalışacağım. Ve vereceğim bu örnek üzerine koca bir kitap yazabilirim.

Dünya'da demokrasi endeksi en yüksekte olan, refah seviyesi tüm dünya ülkeleri içerisinde en yüksek olan bir ülke var. Az buçuk tahmin edebileceğiniz gibi Norveç. Ve Norveç'te kapitalizm geçerli. Nasıl oluyorda bu norveçlilerin kişi başına düşen milli gelirleri 97 bin dolar oluyor bu ülkede kapitalizm varken ? Ve nasıl oluyorda Türkiye'de kapitalizm var olupta kişi başına düşen milli gelir 10 bin dolar yani orta gelir tuzağı dediğimiz yerde takılı kalıyor ? ilk sorunun cevabı paragrafın başlarında gizli. ikinci sorunun cevabı ise çok basit. CEHALET.

Bildiğimiz üzere kapitalizm denen şey serbest piyasa ekonomisi. Ve serbest piyasa ekonomisi rekabetçi bir ortamı beraberinde getirir. Eğer bir ülkede rekabetçi bir ortam yok ise bunun suçunu kapitalizme değil o ülkedeki soygunculara atacaksın. Şu anda insanların kullandığı teknoloji rekabetçi ortamın insanlara sunduğu bir güzelliktir. Bok attığınız kapitalizm sizi nokia3310'dan kurtarıp elinize o çok sevdiğiniz iPhone'u verendir. Bu zincirleme reaksiyonu göremeyen pempe ponponlu salakların küçük dünyalarının en büyük canavarıdır kapitalizm.

Nedir bu rekabetçi ortam ? Örneğin sen bundan 15 yıl öncesinde nokia'nın sahibiydin. Ve cep telefonu konusunda o yıllarda senden daha üstünü yoktu. Ve sende bu üstünlüğü mutlak üstünlük bildin. Ardından Apple diye bir marka cep telefonuyla piyasaya atıldı. Ve senin nokia'nı kevgire döndürdü. işte rekabetçi ortam budur. Bir şeylerin sürekli daha iyisi elde edilmeye çalışılır kapital dünyada. Bunun nedenlerinden birisi, o elde edileni satıp daha iyisini elde etmek diğer sebebi ise insanlığın gelişimini istikrarlı olarak sürdürebilmek. Rekabetçi ortama sahip ülkelerde inovasyon ve Ar-Ge vazgeçilmezdir. inovasyon ve Ar-Ge rekabetçi ortamın temel yapılarından birisidir. Türkiye'nin orta gelir tuzağından çıkamamasının nedenlerinden biri işte bu rekabetçi ortamı yaratacak şirketlere sahip olamamasından gelir. O şirketlere sahip olamamasının nedenleri ise inovasyon ve Ar-Ge kültürünün oluşmamış olması. Ar-Ge ve inovasyon kültürünün bu ülkede oluşmasının nedenlerinden birkaçını sıralayacak olursak demokrasi kültürünün bu ülkenin tabanında olmaması. insanların hak ve özgürlüklerinin kurumlarca ve yasalarca sağlanmamış olması. Adalet sistemindeki büyük deliklerinin bulunması. Ülkedeki kurumların bağımsız ve güçlü olmamaları. Eğitim sisteminin evrensel boyuttan uzakta olması. Bunun suçu kapitalizm mi ? Hayır. Bunun suçlusu bu ülkedeki çakma entellerin bu zincirleme reaksiyonları göremiyor olması üstüne klişe fikirleriyle ortaçağ zihniyetlerini besleyip 21. yüzyıla ayak uyduramamaları. Şu an da Apple denen şirket Türkiye'de bulunan halka açık şirketleri 2 defa üst üste satın alabilecek potansiyele sahip. Tek bir şirketten bahsediyorum. Ve ABD'nin şu anda kişi başına düşen milli geliri 60 bin dolar civarında. Sebebi ise yukarıda bahsettiğim Türkiye'nin sahip olamadığı şeylere büyük ölçüde sahip olmaları. 3. dünya ülkelerinin 3. dünya ülkeleri olarak kalma nedenleri çok açık. Copy-paste yapamıyor olmaları. Copy-paste yapmak bir ülkenin kültürel dinamiklerine göre uzun zaman alabilir fakat bunun temelleri bile atılamıyor.

Klasik bir örnek verilir. GDO kapitalizmin çok güzel bir ürünüdür cümlesiyle kapitalizme bok atılır fakat doğru söylüyorlar. Evet çok güzel bir ürünüdür GDO. GDO hakkında en ufak bir araştırma yapmamış, o pembe hayatlarında televizyonda ne gördüyse sindirmiş bu çakma entellerin GDO üzerinden kapitalizme bok atmaları çok normal. Argümanları şunlardır;

-GDO ile maximum verip elde etmeye çalışıp insan hayatını hiçe sayıyorlar.
-GDO ile bitkinin genleriyle oynuyorlar.
-GDO kapitalizmin dünyaya yaydığı en büyük kötülük.
-GDO'lu bir mısır tarlası gördüm abi, böyle bir şey yok. Mısır koçanları koca koca ve mısır taneleri öyle düzgün sıralanmış ki. Hep kanser işte. Hormonu basıyorlar. (Burası çok acı işte 'hormonu basıyorlar' :D )

gibi gibi....

Dünya nüfusu 8 milyara doğru hızla koşarken insanları organik tarım zırvalığı ile doyurabileceğine inanan, gdo'nun ne olduğunu bilmeyip gdo'ya sabahtan akşama kadar söven bu çakma entelleri organik tarım yapmaları için kırsal alanlara çiftçiliğe davet ediyorum. Şu an bile dünyayı doyurmakta bu kadar zorlanıyoruz fakat bu çakma entellerin ağzına sakız olmuş durumda bu organik tarım. Organik tarım zırvalığıyla insanlığı doyurabilmemiz için şu anda dünya nüfusunun büyük bir çoğunluğu tarım ile uğraşıyor olmalı. Bu mümkün mü ? Hayır. Bahsettiğim verilere google'da ufak bir araştırma yaparak ulaşabilirsiniz sayın 'enteller'.

Dünya'da ne kadar refah ülke varsa hepsi kapitalizme sahiptir. Ve kapitalizme söven bu çakma entellerin yaşamak istediği ülkelerde hep bu ülkeler olmuştur. Kanada, ABD, Norveç, isveç, isviçre, Almanya, ingiltere, Danimarka, Finlandiya vs...

O ülkelerde patronlar işçileri köleleştirmiyor değil mi ? Evet. Peki neden ? Yukarıda bahsettiğim sebepler. Türkiye'nin sahip olmadığı sebepler dolayısıyla sonuçlarının olmadığı sebepler. Kapitalizm insanların emeğini çalmaz. insanlar çalar. Senin patronunun senin emeğini çalıyor olmasının suçu kapitalizm değil çünkü bu kapitalizm değil. Siz çakma entellerin bahsettiği şey hırsızlık. Hakkın aranmadığı bir hırsızlık. Haklarını aramaktan uzak bu çakma enteller haklarının en güzel şekilde verildiği tüm ülkeleri çok iyi bilirler ama konu Türkiye olunca, Kahrolsun Patronlar, Kahrolsun Kapitalizm naraları atarlar. Senin solculuğun okuduğun üniversitenin kampüsünden ibaret bir paçavra güzel kardeşim. Bu iş kampüs solculuğuna benzemiyor.

Bu ülke insanının öncelikle kapitalizmi üst akıl olarak görmekten vazgeçmesi gerekiyor. Ah be kapitalizm... Günah keçisi kesildin.

Kapitalizm bize bunun emrediyor, kapitalizm bize bunu yaptırıyor gibi cümlelerle kapitalizmi üst akıl olarak görmek ancak ve ancak ortadoğu ülkeleri ve bu ülkelere benzer çakma entellerin cümlelerinden ibarettir.

Git bak bakalım Küba'lılar hayatlarından ne kadar memnunlar ? Komünizm diye tutturduğunuz şeyin insanları nasıl bir kalıba sokup özgürlüklerini ellerinden aldığını birinci gözden görüp şahit olun ve kapitalizmin ufaktan ufaktan Küba'da nasıl hakim olmaya başladığını görün. Kapitalizmin Küba'ya ayak basması kapitalizmin zorbalığı değil, Kübalı'ların içinde bulundukları duruma isyanlarının ilk çiçekleridir.

Afrika'daki insanlık dramına ilk ses çıkaranların Avrupa'lı liberaller olduğunu bilmezler bu çakma enteller. Çünkü o çakma entellerin hayatlarında sorgulamak, düşünmek, araştırmak, okumak gibi kavramlar barınamaz.

ibn-i Sina'nın güzel bir sözü vardır. Der ki: Bilim ve Sanat itibar görmediği ülkeyi terk eder.
Bu cümleden düşünmeye başlayabilirsiniz örneğin.

Ah be kapitalizm. Ne hallere düştün.

edit:bu yazı kendi blogumdan alıntıdır.

islami değerlerle dalga geçen ateist

başımıza etiketçi kesildi herkes amk. yok islam şöyle yok müslümanlar böyle. fındık beyinleriyle etiketçi kesildi herkes. ulan başka din mi kalmadı sadece islamla ilgili eleştiride bulunuyor bu tipler.

yalnızlaşan kalabalık

Bu konu hakkında da zamanında bir şeyler yazmıştım şöyle ki;

Bir 'beğeni' ile gelen yalnız değilim hissiyatının bağımlısı insanlığı anlatacağım size bu gece. ilk önce şu soruyu sorun kendinize. Ben kimim ? Verdiğiniz cevap ile sosyal medya ağlarınızda oluşturduğunuz 'siz' aynı mı ? Bence hayır.

Yüzlerce kişinin sizleri takip ettiği ve sizin onları tanımadığınız bir sosyal medya platformu düşünün. Sadece isimlerini görmeniz size yalnız olmadığınız hissiyatını veriyor değil mi ? Bir telefonun, tabletin, bilgisayarın ekranına bakarak o kocaman 'yalnızlığınızın' varlığını yokmuş gibi görüyorsunuz. Bence büyük bir aptallık.

Her gün hepsiyle tek tek konuşsanız dahi sosyal medyada sizi tanıdığını iddia ettiğiniz kaç kişi sizleri gerçekten tanıyor ? Dürüst olun kendinize. Yozlaşmış dünyanızdan ve zihninizden bağımsız olarak kendinize vereceğiniz tek dürüst cevap olsun bu. Tamamen kısır bir ilüzyondan ibaret sosyal medya hesaplarımız. Teknolojinin kölesi olarak gerçeklerden kaçıp kendi yarattığımız yalanların arkasına gizlenmekten ibaret her şey.

Bir instagram hesabı düşünün. Bir kişi kendi egosu ve kibriyle kendini kiralıyor. Lüks yaşamını, o yaşama sahip olmayan insanlarında bulunduğunu bildiği bir platformda kendine statü katmak için kullanıyor. Peki kazanılan bu statü gerçek bir statü mü ? Rihanna edasında pozlar verip akşam eve geldiğinde patates, soğan doğrayıp yemeğin ardından babasının geğiriğine maruz kalıp normal bir şeymiş gibi tepkisiz kalan kızların toplumda biri geğirdiğinde aşırı tepki vermeleri, sosyal medyada lüks hayat yaşıyormuş gibi kendilerini pazarlamalarının bir rasyonalitesi var mı sizce ? Tek dayanakları onları gerçekte tanımıyor olmanız. Aynı şeyler bu tarz yaşam tarzına sahip olan erkekler içinde geçerli. Demek istediğim kocaman birer yalnızsınız. Bu ilüzyondan kendinizi çekip kurtaracak olanlar ise yine sizlersiniz. Bağımlısınız.

Size yine bir sorum olacak. Kaçınız telefonunuzu sabahtan evde bırakarak dışarı çıkıyor ve dünyada yaşadığınızın farkına varıyorsunuz ? Gerçek dünya ve ilüzyon dünya. Kaçınız şehrin güzel bir köşesinde telefonunuz olmadan kendinize vakit ayırıyorsunuz ? Kaçınız arkadaşlarınızla buluştuğunuzda teknolojinin sizlere getirdiği ilüzyon dünyasına dakikalarca vaktinizi harcamıyorsunuz ?

Birileriyle 'gerçek' bir göz teması kurup sohbet ettiğiniz günleriniz oluyor mu son yıllarda ? Birileriyle gerçekten göz teması kuralı ne kadar oldu ? iğrenç, yozlaşmış, aptal, trajik hayatlarınızdan kafanızı kaldırıp, rüzgarı teninizde hissetmeyeli ne kadar oldu ?

Dünya, yalnızlaşan bir kalabalık. Bizler ise göz temasına muhtaç birer ruh.

anın görüntüsü

anın görüntüsünü çekemezsiniz çünkü hiçbir zaman şu an denilen ana ulaşamıyoruz.

tanımı olmayan hayat

bu konu hakkında uzun süre önce bir şeyler yazmıştım şöyle ki;

Hayat, nereden bakıldığına göre şekillenmektedir. Değişkeni çok fazladır. Bir çok insanın tabu olarak tanımladığı benim ise gerçek olarak tanımladığım en önemli değişkenlerden biri paradır. Paraya göre hayatın şekillendiğinin savunucusu çok fazladır. Parayı tabu olarak tanımlayan insanların ise paradan çok duygularla şekillendiğini savunur hayatın. Bazı insanlar ise hayatı çok keskin kalıplara oturtup ne paranın ne duygunun önemli olduğunu savunur, suçu direkt hayat denen yapının üstüne atarak isyanlarını dile getirirler kendi çaplarında. Hangi seçenek doğrudur ? Bunu şöyle örneklemek isterim. Karşımızda 10 insan var ve hepsi birbirinden farklı hastalıklara sahip, tedavi olmaları gerek. Ve ne yazık ki bende doktor değilim. Elimde ağrı kesiciler var ve bu ağrı kesicilerle onları tedavi edeceğimi zannediyorum. Kanser hastasına aspirin, şeker hastasına aspirin, ms hastasına aspirin gibi... Hayat burada aspirin değişkeni gibidir. Bizler ise hastalıklı olan değişkenler. Değişken. Biz insanların empati olayından uzak kalmasının sonuçlarından biridir hayatı tanımlamaya çalışmak. Hayat birdir. Hayat soyuttur. Hayat değişkenliğini, bizler ile kazanır. Hayatın farklı formlarını beynimizde oluşturur ve asıl olanı göz ardı ederek o formu öncelikli düşünürüz. Ve şu an hayatın farklı formları ya da türevleri de diyebiliriz, 7.5 milyardan fazladır ve hızla artmaktadır. Karşımdaki A kişisinin yaşadığı olaylar zinciri ile benim yaşadığım olaylar zincirini karşılaştırarak gördüğümüz benzerliklere suç bulmayıp, gördüğümüz farklılıklar üzerinden hayatı tanımlamak ve herkes için aynı şeyi ifade eden soyut bir kavrama suç atmak ya da ona tapmak ne kadar aklı selim bir davranıştır ? Hayat denen yapının değişkenleri sonsuzdur. Herkes farklı değişkenleri kullanarak yaşamındaki olaylar zincirini oluşturur. Bir kişi senden farklı yaşıyorsa eğer ne olduğunu dahi bilemediğin, göremediğin soyut bir kavrama suç atmak yerine, kısır döngü içerisinde dolaştığın değişkenleri değiştirerek yaşamayı denemeli insan.

Tanımsız bir hayat yaşıyorum... Ne olduğunu bilmediğim ve sürekli suçlanan, kırbaçlanan.
Tanımsız bir hayat yaşıyorum... Ne olduğunu bilmediğim ve sürekli sevilen, dillerden düşmeyen.
Tanımsız bir hayat yaşıyorum... Ne olduğunu bilmediğim ve sürekli, nedensiz olarak yaşamaktan vazgeçilen.

sözlük yakışıklılarının fotoğrafları

görsel
ufka bakan çakma türk aydını adlı çalışmam.

katar riyali mi suudi riyali mi

uzun vadede ikisi de değil. kısa vadede suudi riyali.

yazarların çocuklarına vereceği öğütler

illüzyon bir evrende yaşadığını ona sürekli aşılamak. illüzyonda yaşadığını bilenler ve bilmeyenler.

anonim şirketlerin tanrı sanrısı çekiyor olmaları

günümüzde bir çok şirketin efendi olma peşinde gözleri dönmüşcesine birbirlerini yuttuğu bir kaosun ortasında kalmış bulunmaktayız. facebook instagramı satın alarak instagramı sindirmiş oldu. fakat snapchat kendini yedirmedi. yutmaktan kastım buydu.

anonim şirketler tüzel birer kişiliktir. tıpkı bir insan gibi davranabilir. alım ve satım işlemlerini kendi üzerinden bir insan gibi yapabilir üstüne üstlük hukuk çerçevesince tıpkı bir insan gibi yargılanabilir ve cezalandırılabilir eğer yargıyı satın almamış ise.

anonim şirketlerin insanlardan tek farkı ölümsüz olmaları. o şirketleri öldüremezsiniz öyledir ki artık logolarıyla bile insanlığın içine sızmışlardır.

siz küçük aciz insanlar ise logolara tonlarca para ödeyen ve egosunun gördüğü bir evrende illüzyonu fark edemeyen canlılarsınız. satın alınmışsınız. bir logo satın almak ve insanların içerisinde o logo ile dolaşıp 'tamam ben kurtardım' demek çok önemli bir mevzuya dönüşmüş durumda. insan çok önemsiyor başkasının kendisi hakkında ne düşündüğünü değil mi ? bu anonim şirketlerin teistik görüşteki tanrılarda hiçbir farklarının olmadığını detaylı bir okumayla göreceksiniz. burada birileri ne demek istediğimi çok iyi anladı, birileri ise sana ne lan adidas giyiyorsam zındık kafasında insanlar. bu insanlara zaten bir şeyler anlatmak boşa geçen zamanla eş değerdir. adidas markayı sevebilirsin ve giyebilirsin güzel kardeşim. anlatmak istediğim bu değildi.

suriyelilere karşı türk halkının düşüncesi

burada türk halkını tüzel bir kişilik olarak görüp bu soruya cevap vermek oldukça mantıksızdır.

babaanne ile öpüşmek

kardeşim gece gece insanlar senin yüzünden böyle bir sahneyi zihinlerinde canlandırdılar ve utandılar.

insanlar neden sürekli ateist olduklarını

dile getirirler ? biraz uzun bir entry olacak. özet yok onu en başından söyleyeyim.

bu insanları uzun süredir gözlemliyorum. bir kaç tip gördüm gerçekten bu durumdan rahatsız oldukları için kendilerine uzatılacak bir dal aradıklarından. gördüğüm diğer bir karakter ise çakma entelektüel. ateist oluşuyla kendini entelektüel bir kimliğe bürümenin yolunu 'ben sorguluyorum' cümlesi ile bulmuş insanlar. sorgulamak muhakkak önemli fakat bunu samimiyet ile mi yapıyorsunuz yoksa gerçeği aramak adına mı ? bir kişi yaratıcıyı yalanlamak adına dinleri sorgulamaya başlıyorsa muhakkak yaratıcının olmadığına kendini inandırır. olmayan yolları zihninde gerçekmiş gibi algılayarak kendini destekleyici argümanları birleştirip bunu mutlak hakikat çerçevesinde insanlara haykırırlar. mutlak hakikat. yani şüpheye yer bırakmayan hakikat. şüpheye yer bırakmayan hakikati bu insanların bulmadığı ve bulamayacağı çok bariz. her şeyi bu kadar basit görüp şu şu şu nedenlerden dolayı yaratıcı olamaz cümlesi ya da cümleleri oldukça cüretkar bir cümle. gerçek nedir ki ? henüz bunun cevabını bulamamış yaşı 18-24 arasında değişen marjinal gençliğin zihinlerinde oluşturdukları mutlak hakikati entelektüel bir çerçevede insanlara pazarlıyor olmaları aptallığın bir örneğinden ibarettir. şüphe duyulamaz gerçekliği hayatında sadece karl marx okuyup solcu kişiliğe bürünmüş kampüs solcularının bulamayacağı aşikar. bu kadar emin olmaları aptal olduklarının bir diğer göstergesidir. burada aptal dediğim kişiler bellidir. yaratıcının olmadığını şüphe duyulamaz bir bilgi ile iddia ettiklerini zanneden kişi ya da kişiler.

burada biraz psikolojiden girmek istiyorum. bildiğiniz üzere kafanızı yastığa koyduğunuzda sizinle konuşan 'şey' dışında üç benliğiniz daha var. id, ego ve süper ego. ego id ve süper ego arasında hakemlik yapan ve zihninizde oluşturduğunuz gerçekliği şuurunuza ulaştıran benliğinizdir. zihninizde oluşturduğunuz gerçeklik ise gözlemleyebildiğiniz evrenin görebildiğiniz kısmıdır. büyük resmi gördüğünüzü düşünüyor olabilirsiniz fakat bir balık için bu böyle değildir. örneğin denizde bir balık düşünün ve denizin yüzeyini göremiyor olsun. parmağınızı soktuğunuzda balık parmağınızı bir varlık olarak algılayacaktır ve o gerçektir. fakat parmak varlığın sadece görünen bir kısmıdır. balık o parmağın bir kola bağlı olduğunu o kolun ise bir vücuda bağlı olduğunu göremez. o halde balığın gerçeklik algısı ne kadar doğrudur ?

egonuzun çevresel etmenlerden etkilendiği aşikardır. bilimsel bir gerçekliktir. fakat egonuzun görülebilir evren yorumunu şüphe duyulamaz gerçeklik kalıbına sokmak benim görüşüme göre son derece yanlıştır. kampüs solcularınıda tamamen balık örneğindeki balığa benzetmekteyim.

aynada bakıp gördüğü şeyin ne olduğunu bilmeyen, onu tanımlayamayan bu çakma entelektüellerin ateist-seks yapıyorum-içiyorum üçgenindeki kültürleri beni pek etkilemiyor. aynada gördükleri şeyin ismini biliyorlar, neyi sevip neyi sevmediğini biliyorlar, bildiğini zannettiği şeyleri biliyorlar fakat bilmediği şeyleri asla bilmiyorlar.

evini özleyeceğini düşünmek

çok fazla uzun sürmeyecek bir düşünce. ara sıra eski hatıralar ile özlem duygusu yoklar zihni daha sonra adapte olduğunun farkında olmaksızın illüzyonun içinde kaybolursun.

determinizm ve özgür irade

her şeye anlam yüklememek konusunda katılmıyorum. her şeyin bir anlamının olması gerekiyor ki insan canlısı idrak yeteneğini kullanarak doğruyu ya da yanlışı, iyiyi ya da kötüyü kendi beyin süzgecinde özümseyebilsin. matrix evreninde yaşamıyoruz sonuç olarak.

determinizm ve özgür irade

özgür iradenin varlığı bilimsel olarak ispatlanmamış iken özgür iradeyi, determinizmin sindirip ardından öyle bir şey olamaz deme ihtimalini unutmaman gerekiyor tibb.

bilimsel gerçekler olarak bildiğimiz gerçekler ise yalanlanabilir gerçekler. eğer her şey bir sebep-sonuç içerisinde ise yoruma yer kalmaması gerekir. o halde einstein, newton'ın zamanın mutlak olduğu tezini çürütmemesi gerekirdi. fakat bir aslan bir ceylanı yerse o ceylan bir daha geri gelmez.

özgür iradeyi yok sayarsak bilimi de yok saymış oluruz. bilimsel gerçekler dediğimiz gerçekler mizah ögelerine dönüşmüş olur.

felsefi başlık açan kasıntı tip

lafın bana geldiği başlık. illüzyon bir evrende yaşadığından bir haber hayatını yaşayan ve her şeyi sebep-sonuç çerçevesi içerisinde görmeye çalışan dolayısıyla çuvallayan birisin. felsefe ile kız düşürmek arasındaki ilişkiyi sadece sen görebiliyorsun değil mi ?

determinizm ve özgür irade

nedenselliğin olduğu bir evrende özgür irade tehlikeye girmez mi ? eğer her şey bir sebebe ve sonuca bağlıysa özgür irade bunun neresindedir ? bu sorular uzun zamandır üzerinde düşündüğüm sorulardı nitekim şunu da düşündüm;

eğer özgür iradenin yokluğundan bahsedebiliyorsam bu özgür irade sayesindedir. nedenselliğin olduğu yerde özgür irade aranamaz çünkü nedenselliğin sebebi zaten özgür iradedir. herhangi bir şeyin bir anlam ifade etmesi gerekiyorsa eğer içerisinde mutlaka özgür irade tabanlı zincirleme reaksiyonların olması gerekiyor.

eğer benim özgür iradem olmasaydı, benim yaptıklarım ile bir bulaşık makinasının yaptığı şeyler farksız olmalıydı. anlamsız olmalıydı. içerisinde herhangi bir mana taşımayan ve ne olduğunu bu illüzyon evrende tam anlamıyla tanımlayamayacağımız şeyler.

ben kimim ? bu sorunun cevabını vermek yıllarımı aldı.