bugün

sabah gazetesini sadece kendisi için bile alacağım şahsiyet.
sabah gazetesinin demokrat yazarlarından biri.

(bkz: mehmet barlas)
(bkz: ergun babahan)
Uzun ve zinde yaşamın cenazeleri

Herkese uzun ömür dilerim, "Allah geçinden versin" derim... Derim de... Ölümlerin üstünde yürümüş şahsiyetlerin, kendi uzun ömürleriyle övünmesini, bunun sırrını filan vermesini pek hazmedemem; hazzedemem.
Geçmiş 24 yıl. Bir çeyrek asır. 24 yıl önce bugünlerde, tanınmış tanınmamış yüzlerce insanı hayattan koparan çoğu karanlık cinayetin, suikastın, katliamın üstünde "askeri darbe"ye hazırlanan "Kenan Paşa", şimdi, 87 yaşında, Bodrum'da doğal ürünler mağazasının açılışında sesleniyor:
"Uzun yaşamımı, zindeliğimi doğal ürünlere borçluyum. Bu yaşıma geldim, hormonlu yiyecekten uzak durdum. Düzenli beslendim ve düzenli yatıp düzenli kalktım."
Açılışa katılan medya ve iş dünyasının "seçkin isimler"i ise muhtemelen "Çok doğru. Haklısınız Paşam. Allah uzun ömür versin" filan demiştir.
Dedim ya, ben de derim...
Lakin sonra bir nefes alır, düşünürüm. Hatırlamalar içimi acıtır.

Siyasi kariyeri "üç Demokrat"ın 27 Mayıs'ta idamından sonra başlayan...
Kendisi ise, 11 yıl sonraki askeri darbe 12 Mart'ta "üç genç"in idamına parmak kaldıran...
Ve ondan 9 yıl sonraki 12 Eylül darbesinde mağdur olan Demirel'in bir sorusu tarih boyunca "haklı ve meşru" kalacaktır:
"11 Eylül'de durdurulamayan cinayetler, 12 Eylül'de nasıl bıçak gibi kesilmiştir?"
O sorunun cevabı, Soğuk Savaş'ın, ABD'nin, Türkiye'nin karanlık dosyalarında hala durup bekler.
Üstüne "doğal ürünler" yenir, bir bardak su içilir; hayat "uzun uzun" devam eder.
Binlerce ölünün üstünde yükselen askeri darbe, devlet başkanlığı ve "hormonlu" bir anayasa ile korkunun ve cehaletin yüzde 90'larda onayladığı cumhurbaşkanlığı...
3 Ekim 1984'teki meşhur "Muş konuşması"nın tarihi "Asmayalım da besleyelim mi" vecizesi.
Aynı ölümcül vecizenin 28 Nisan 1985 "Antalya konuşması"ndaki inat ve ısrarı (Ertuğrul Mavioğlu'nun "Asılmayıp Beslenenler" kitabı bu dönemin ayrıntılı bir dökümü. Kararların ayrıntıları için ise, Prof. M. Semih Gemalmaz'ın iki dev ciltlik "Türkiye'de Ölüm Cezası")..
O "uzun yaşam"a, "düzenli beslenme"ye pek yüz vermeyen cezaevleri, uzundüzenli işkenceler, cezaevlerinin kanunsuz, hükümsüz ölümleri, kanunlu idamlar.
içinden PKK'yı ve ona desteği fışkırtan Diyarbakır Cezaevi cehennemi: işkencede ölenler, intihar edenler, etti denilenler.
Cezası Kasım 1980'de kesinleştikten sonra, "Hakkındaki ölüm cezasının yerine getirilmesine dair kanun", 2360 numarasıyla 12 Aralık'ta çıkan ve hemen ertesi gün Ankara Cebeci Cezaevi'nde asılan, resmen "Giresun, Şebinkarahisar 25 Eylül 1961 doğumlu, 19 yaşında", gerçekte ise idam edilmeyecek yaşta olan, yaşı büyütülen Erdal Eren'in asılması.
50'ye yakın idam; kimi, "demokrasiye geçiş dönemi"nin "liberal" partisi ANAP'a da "darbeye biat" mirası bırakılmış!

Bu kadar ölümün, bu kadar ölünün üstünde, insan, "paşa paşa" da olsa, "uzun yaşam"la övünemez. Bir kere ayıptır.
Ne darbeden, ne darbe icraatından dolayı yargılanmış, bunun için özel anayasa ve maddeler yapıp kendini sağlama almış insanların bu tür böbürlenmeleri de ayıptır.
Çünkü bu ülkede, çocuklarını, yakınlarını genç ölümlerde, öldürmelerde yitiren, onların "uzun ve zinde hayatları"nı göremeyen on binlerce insan var.
Açıkçası... "Cenazelere rağmen" kendi uzun yaşamıyla övünmek kadar...
Bunca yoksulluğa rağmen, krallı düğünlerle mürüvvet görmek de bana tuhaf gelir!

UMUR TALU - SABAH 13/07/2004

edit : allah aşkına bu adamın en güzel köşe yazılarından biri ulan buda kötü oylanırmı be!
sabah gazetesi yazarı, yazıları gercekten cok derindir. medyanın usagı olmadıgı, gazetedekı kosesının ustundekı fotosundan bile anlasılabilinir. ayrıyeten cok da mutevazıdır. okulda yapacagımız bir panel ıcın kendısıne kosesınde yazan telefondan rahatca ulasabılmısımdır.
aşağıdaki yazısını sözlük ahalisi ile paylaşmak istediğim yazar. buyrun:

Bir güne sığdırılan (ikisi yurtdışı gidiş geliş) dört uçuşu sonunda, havada beyin kanaması geçirdikten sonra komadan çıkamayıp ölen, yeni bebek sahibi hostesi duydunuz değil mi?
Kader belki şudur: otuz üç yıl önce düşen THY uçağının pilotu olan babasıyla aynı gün toprağa verilmek. Üstelik kendi doğum gününde.
Ama ilkyardım çantası dahi boş olan uçaklar kader değildir. insanların "köle gibi" çalıştırılması kader değildir. işsizlik, geçim, kariyer gibi endişeler içindeki insanları köleleştirip bazen uçaklara, bazen bankalara, bazen karakollara tıkmak kader değildir.
Doğru; bir hosteslik, bir bankada bir masa, bir vezne önü, bir memurluk, öğretmenlik, polislik kapabilmek için sınavlara üst üste yığılıyor insanlar. Torpiller aranıyor; partililer peşinde koşuluyor. Eleklerde sürünülüyor. O yüzden, hepsi köleleştirmeye müstahak görülüyor. Kamu böyle. Özel sektör de farklı değil. Cafcaflı, pek modern, online bankalara bir bakınız. Önünden geçerken akşam geç bir saatte; bir şubeye burnunuzu dayayıp bir bakınız. içeride, genellikle fazla mesai filan da ödenmeden, genç yaşlarında rakam, bilanço, prim, hedef manyağı kılınarak akşamın geç saatlerine kadar (hırsla ve endişeyle) çürütülen insanlar göreceksiniz.
"Adaletsizlik" ve "hakkaniyetsizlik", şahin gibi bir yırtıcılık, hoyratlık her yerine işlemişse, derin veya sathi "kamusal hayat" leşe döndürülmüş kuzgunlarla, kurda yem olan yahut kurtlaşmış kuzularla doludur zaten.
yazılarını bayağı bir tarzda yazmakta. köşe yazısı değil, roman yazar gibi yazıyor. birinden birini tercih etmeli.
http://www.sabah.com.tr/2...44DEA416A5BE6A5E98E9.html
http://www.sabah.com.tr/2...4BEC8F3033C3D74A26A4.html
http://www.sabah.com.tr/2...4682A88EDE50BE966CE1.html
http://www.sabah.com.tr/h...4B769DCB0F8A271D4E59.html
acaba kaç kişi olaya bu yönüyle baktı? ya da herkes anladı ve açıklamak görevi umr talu' ya düştü.
sabah gazetesinden ayrılırsa(ki öyle görünüyor) sabah gerçekten büyük bir kan kaybedecek diye düşünüyorum.
iki gün önce tekrar sabahta yazmaya başlamış gazeteci. ara verme nedenini de şöyle yazmış
http://www.sabah.com.tr/2...4B9D9AB49B317334BBF6.html
son dönem de, gerçek türk aydınlara en iyi örneklerden bir tanesidir. cunta tehditi altında susmayıp konusmakla ancak aydın olunabildigini gösteren kişidir.
ülkemizin çarpık gerçeklerini her fırsatta elinden geldiğince dile getiren değerli köşe yazarı.

http://www.sabah.com.tr/2...4426A17E6184957A6227.html
(bkz: her önüne gelene aydın demek)
(bkz: cahil kim lan o zaman)
hala sabah gazetisinde nasıl yazdığını merak ettiğim yazardır. sabah gazetisinin akp tekeline girdikden sonra sergilediği iktidar yanlısı tutum ortada. gelecek günlerde bir emin çölaşan vakkası yaşayabiliriz.
hakkında neden bu kadar az entry girildiğini anlayamadığım köşe yazarı. kendisi günlük olarak takip ettiğim az sayıdaki yazarlardan birisidir. özellikle t.s.k içerisinde yapılan haksız uygulamaları kimseden çekinmeden gündeme getirmesi ve çoğu kimsenin sormaya cesaret edemediği sorulara düzgün ve akıcı türkçesiyle cevap araması takdire şayandır.
anaakım* medyada insanlık onurunun ve vicdanın sesi olarak kalabilen köşe yazarı. tsk içinde "rütbesizler"in haklarını gözettiği için birçok soruşturma ve dava ile yüzleşmek durumunda kalmıştır.
bugünkü yazısıyla yine döktürmüş gazeteci.

http://www.sabah.com.tr/talu.html
21 Ekim 2008 tarihli "sıvasız evlerin ölü çocukları" adlı yazısı okunmalıdır, okutulmalıdır, hatta abartıyorum ders kitaplarına konulup öğrencilere ezberletilmelidir. Link vermiyorum, buyrun aşağıya:
---------------------------------------------------------------------------------

Yoksul edebiyatı yapma, oğluuum!"
Tabii ya!

"Asansörde ter kokuyordu" dediğiniz çocuklardan belki bunlar.
"Göbeğini kaşıyan adam"ın çocukları belki.
"Başörtülü" diye anasını nizamiye, hastane veya okul kapılarında itelediğiniz, ötelediğiniz, belki bacısını üniversite kapılarından sokmadığınız çocuklar.
"Ananı da al" diye azarladıklarınızın çocukları belki.
"Orduda hiyerarşi vardır, herkesin yeri bellidir, girerken bilmiyorlar mıydı" diye, bir orduevi kapısında karısıyla, çocuğuyla, babasıyla, anasıyla rezil edip kovaladığınız çocuklar.
"Bir kilo pirince oy veriyorlar" dediklerinizden belki de.
"Bunlarınki de bir oy benimki de" diye ayağınızla basıp işaret ettiğiniz çocuklar.
"Sayıyla mı verdiler" demiştiniz ya, işte o çocuklar.
" Şehrin içine ettiler" ya, onlar da olabilir bu çocuklar.
"Ağzı çorba kokanlar"ın, çayırda piknik yapanların, belki atletiyle oturanların, denize entariyle ürkek adım atanların çocukları.
"Bunlar köylü olduğu için yüksekte yürüyemiyor, tersanelerde düşüp ölüyorlar" dediğiniz çocuklardan işte.
Bir atölyede, bir izbede üç paraya kot taşlattığınız, tinere, dumana, zehre, kansere boğduğunuz, toplu halde yakınca azıcık vahvahladığınız çocuklar.
Kamyon kasalarında derelere döktüğünüz minik tarım işçisi kızlar var ya, işte onların kokusundan çocuklar.
Müzik zevklerini, giyim tarzlarını, ağız tatlarını, konuşma üsluplarını, dil falsolarını, küfür kıyametlerini, hoyrat hayata hoyratça atılışlarını, yan bakışlarını, itiş kakışlarını, statlara yığılışlarını "estetikten, medeniyetten, terbiyeden, seviyeden" uzak bulduğunuz çocuklar belki de.
Belki hepsi hem ondan, hem bundan, hem şundan değil.
Ama biraz ondan, biraz bundan, biraz şundan.

Aslında sevmediniz
Siz bu çocukları aslında hiç sevemediniz.
Sevmediğiniz için sevilemeyecek, sevinilemeyecek hallere de getirdiniz.
Bu çocuklar bazen varoşların solcu çocukları oldu, bazen başbuğların kurtları, bazen linçe uğradılar, bazen linçlerin kalabalıkları oldular, bazen bir isyanla jilet atıverdiler, bazen bir hoca peşine düşüverdiler, yerüstünde umut kovalarken yırtanı da oldu, namusuyla kan ter içinde kalanı da, yer üstüne düşeni de yeraltına sıvışanı da, araziye uyanı da yoldan çıkanı da; taş attıkları da oldu mermi sıktıkları da...
Sünni idiler, Alevi idiler, Türk idiler, Türkmen idiler, göçmen idiler, Kürt idiler.
Siz, yani belki siz değil de, işte o "Sizler", bu çocukları aslında hiç sevemediniz.
Öyle tepeden, yükseklerden, makamlardan, rütbelerden kibirle bakıp da, aslında çoğu zaman aşağılayarak, onları "adam etmek" ile bir türlü edememek arasında kaldınız.
Onlara dair hakiki her şeyi, bazen inançlarını, bazen hayallerini, oylarını, soylarını, yoksunluklarını, yoksulluklarını; ellerindeki tek hazine haysiyeti de yamultarak, aşağıladınız.

Ama ölülerini çok seviyorsunuz.
Tabutları arkasında, sivil ve askeri erkân, diziliyorsunuz.
Köşeler döşeniyor, manşetler düzüyorsunuz.
iktidar oluyor, sevk ve komuta ediyor, muhalefet de yapıyorsunuz.
Yüzüne bakmadığınız başörtülü analarına sarılıyor, hakiki insan(haklarına mıçıp sıvadığınız sıvasız haneleri ziyaret ediyorsunuz.
Dayakla, azarla, aşağılamayla, insan yerine komayışla inlettiğiniz bedenlerini ceset ceset kutsuyor; kırıp paramparça ettiğiniz, gencecik çürüttüğünüz ruhlarını sanki onları hep sevmiş gibi yolcu ediyorsunuz.
Bir bakın, bir yüzleşin, bir sadede gelin:
Hayatta kalan hiçbirini, neredeyse bir gün bile, "şehit" adıyla uçanlara bir süre bahşettiğiniz şefkatle sevmeyeceksiniz kolay kolay.
Hayat maalesef kimi için, hakiki sevenleri dışında, ancak ölümle insani mana ve toplumsal saygı bulabiliyor:
Yaşarken zerre kıymetin olmadığı için...
Bir ihtimal, denk gelirse, ancak ölün sevilebiliyor!
Hayat değersiz, hayatın önemsiz...
O yüzden ölüm kutsanıp duruyor!
Çünkü, ölmeyen milyonlarca insan da öyle biliyor, yani öyle sanıyor ki, yaşarken değersiz kılınmış hayatının tesellisi, ölürken bir kıymet kazanabilme, ölürken sevilebilme, hakikaten bir cennete gidebilme, belki hatırlanabilme ihtimalidir.
Bir ihtimaldir!
soyadı benzerliği:
(bkz: eren talu) *
günümüzün en dürüst en samimi en objektif en kaliteli sadece kendisi için gazete alınabilecek gazeteci.
onurlu tavrını her daim gösteren yıldırım türker'le türkiye basınında güzide bir yere sahip olan gazeteci abimiz.

(bkz: sizi de asit kuyularına atarız)
asker düşmanı olarak görnümesine karşı uzman çavuş ve astsubayların oyak tarafından soyulmalarını her daim dile getiren, türk basınının bulunmaz yazarlarından. Halen Sabah gazetesinde yazmaya ve ilkelerine ters gelen herkesle mücadele eden son devir kahramanlarındandır. Recaizade Ekrem büyük dedesidir.
"hepimiz albayız" başlıklı yazısıyla postal yalayıcısından iktidar dalkavuğuna kadar bütün basına ültimatom vermiş büyük köşe yazarı, abimiz.

--alıntı--
utanç bu!

bu girizgâhtan sonra...

gerisi utançtır!

darbecilikleri bile bir yana; üstünde üniformanın en üstünü var diye, kendilerini halktan, meclis'ten, herkesten üstün gören bir askeri zihniyet, demokrasi de bir yana, "imtiyaz ve zümre egemenliğini reddeden cumhuriyet" için bile başlı başına utançtır!
rektörlerin, bürokratların (sadece bu iktidar döneminde değil) esas duruştaki hali utançtır!

gazeteciliğini "kullandıran" gazetecilik hali utançtır!

patronunu pazarlayan gazeteciler, gazetesini pazarlayan patronlar utançtır!

gazeteciliği kışkırtıcılık, darbe organizasyonu, siyasi tezgâh aracı kılanlar utançtır!

"balbay günlükleri", aslında askeri olanını da sivil olanını da iyi bildiğimiz bu utancı bir kez daha suratımıza fırlattı.

acı olan şu ki; bu "general emrinde albay gazeteciliği"ni eleştirecek olanların bir kısmı da, "başbakan emrinde katip gazetecilik"ten asla utanç duymaz.

bu ikincileri hep eleştirenlerin bir kısmı da zaten birincilerdir!

askeri bir güce yanaşık düzende, yamanarak, "yalman" arak, "er uygun" olarak... doğru, kimileri darbeci olur.

ondan iyisi de, sivil bir güce yavşayarak liberal veya muhafazakâr demokrat olandır!
--alıntı--



http://www.sabah.com.tr/talu.html
herkes obama' nın gelişiyle; ermeni sorunu, kürt sorunu, kıbrıs, ruhban okulu zart zurt derken "incirlikte kaç atom bombası var?" diye soran yazardır.
soyu tükenmeye yüz tutmuş adam gibi yazarların başındadır.