bugün

''okumak yalnızlıktır. iki kişi bir arada olduğunda bile, insan, yalnız başına okur.''

italo calvino
italo calvino nerdeyse bütün dünyalıların içine düşürüldüğü traji-komik durumu çok güzel tablolaştırmış;

amerika hiç de amerikanlaşmamış, biz onlardan daha fazla amerikanlaşmışız.
Bay Palomar adlı eseriyle detaycılığın dibine vurmuş muhteşem yazar.
henuz bitirmemis olmakla beraber okuyucuyla bu kadar ic ice olan bir yazar gormedim. donemin zihniyetini kendi bakis acisiyla belirtmekle birlikte cok degisik bir yazim sekli var. okurum ben diyen herkes okumali ve okutmali.
Beni ben yapan yazarlardan biridir kendisi. Sadece bu yazarı okumadan yazmamayı bir kenara bırakın arkadaşlar Calvino okumadan yaşamamak da gerekir.Durun ve okuyun...
Dünyanın en zeki ve yaratıcı yazarlarından bir tanesidir. Tüm roman ve hikayelerinin konuları inanılmaz özgündür.
"Bir kış gecesi eğer bir yolcu" romanında esas kişi okur, yani kitabı okuyan kişidir.
"Varolmayan şövalye", "ikiye bölünen vikont", "ağaca tüneyen baron" üçlemesi aklın sınırlarını zorlamaktadır. Tarot kart açılımlarının konuştuğu "Kesişen yazgılar Şatosu", hipotezlerin üzerine yazmış olduğu "kozmokomik öyküler" çok yaratıcıdır...
Her okumanın yeni bir hâl yarattığının kanıtı olan devasa, kıskanılası yazar...

"Biz canlıların cehennemi gelecekte var olacak bir şey değil, eğer bir cehennem varsa, burada, çoktan aramızda; her gün içinde yaşadığımız, birlikte, yan yana durarak yarattığımız cehennem. iki yolu var acı çekmemenin: Birincisi pek çok kişiye kolay gelir: cehennemi kabullenmek ve onu görmeyecek kadar onunla bütünleşmek. ikinci yol riskli: sürekli bir dikkat ve eğitim istiyor; cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne var, onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak, ona fırsat vermek."
bu adamı okumadan yazacak olan insan yazmayı yarıda bırakmalı ve ona gitmelidir. görünmez kentler, kozmokomik öykùler, marcovaldo birer saheserdir.
"'Gerçek' diye adlandırageldiğimiz, üç boyuttan, beş duyudan oluşan, milyarlarca benzerimizin yaşadığı dünyadaki yerimi bulmak için yazılı dünyadan koptuğumda, bu benim için her defasında doğum travmasını yinelemeye, karmakarışık bir duyumlar bütününe anlaşılabilir bir gerçeklik biçimi vermeye, beklenmedik olanla yok olmadan yüzleşebilmek için bir strateji seçmeye denk geliyor."

"Başarabilecek miyim bilmiyorum, ama öteki durumlarda olduğu gibi bu durumda da amacım ortaya bir kitap çıkarmaktan çok, kendimi değiştirmek: kanımca, her insani girişimin amacı olması gereken bir amaç bu."

"Bir bakıma, her zaman bilmediğimiz bir şey hakkında yazdığımız kanısındayım; yazılı olmayan dünyaya bizim aracılığımızla, yazılı satırların Şaşmaz düzeninden uzaklaşıp hiçbir tümcenin içeremeyeceği ya da bütünüyle kapsayamayacağı hareketli karmaşıklığı izlemeye başladığı an, sözcüklerin öteki yanında, sessizlikten çıkmaya, dil aracılığıyla imlemeye çalışan bir şeylerin -bir hapishane duvarına belli aralıklarla vurulduğunda olduğu gibi- var olduğunu anlamaya yakın hissediyorum kendimi."
- .. genç Bayan Zwida, deniz kabukları topluyor ve bunların resimlerini yapıyor; benim de yıllar önce yetişme çağımda güzel bir deniz kabuğu koleksiyonum vardı ama daha sonra hiç ilgilenmedim ve sınıflandırma, biçim bilgisi, değişik türlerin coğrafi dağılımı gibi bilgilerin tümünü unuttum; Bayan Zwida ile konuşursak söz kaçınılmaz bir biçimde deniz kabuklarına gelecekti ve ben o zaman nasıl bir tutum içine gireceğime karar veremiyordum: bu konuda kesinlikle cahilmiş numarası mı yapacaktım yoksa uzak geçmişte ve belirsizlik içerisinde yitip gitmiş bir deneyimden mi söz edecektim; bu deniz kabukları konusu, sonuçlandırılmayan ve yarı yarıya silinen şeylerden oluşan hayatımı yeniden gözden geçirmeme neden oluyordu, işte beni kaçmaya yönelten huzursuzluğum da bundan kaynaklanıyordu.

Buna ek olarak kızın deniz kabuklarını çizmesinde, dünyanın da ulaşabileceği, bu nedenle ulaşması gereken bir kusursuzluk arayışı içinde olması var; ben ise bir süredir bunun tam tersine kusursuzluğun ayrıntısal ve rastlantısal olarak üretildiğine, bu nedenle ilgi görmeyi hak etmediğine, nesnelerin gerçek doğasının yalnızca çöküntü durumunda ortaya çıktığına inanır oldum; Bayan Zwida’ya yaklaştığımda onun resimlerine ilişkin birkaç yorum yapmam -görebildiğim kadarıyla son derece zarif çizim yapıyor- ve bu nedenle aslında ilk anda reddettiğim ahlaki ve estetik ülküye uygunluğunu dile getirmem gerekecek ya da ilk ağızda onu yaralamayı göze alarak duygularımı ortaya koyacağım. -

çünkü, Calvino, insanlarla konuşmak gerçekte de bu kadar zor.
ve bütün poetika bir yana Calvino, "i think i made you up inside my head". deliliğimden yüz bulup kalbimdeki tahribe bir suret uydursaydım, başka kim olabilirdi?
birileri seni bulmuş, birileri adını söylemiş, birileri okumuş seni ve sen aslında deliliği; bir oyun gibi, insanlığın kibri için sadeleştirmişsin de kimse, neye katıldığının farkına bile varmamış -zira insanlık bunun için fazla gururlu, fazla aptal!- ama herkesin aklına yatırmış, içimize sindirmişsin.
şişt, onlar daha deliliğin tanımını, kelimelerin yerini değiştirerek söylediğimizde yine de ayırt edemiyorlar. ama madem ki ilacı var - tanımını kim ne yapsın? benimki de laf.
ama kalsın böyle.
"böyle seviyorum."

(bkz: bir kış gecesi eğer bir yolcu)
gerillacılık da yapmıştır calvino. ama zamanla partisiyle ters düşüp edebiyata asılmıştır ki iyi de yapmıştır. kitaplarıyla hem modernizme açılım getirmiş, hem de postmodernizm denen döneme dair ipuçları vermiştir. keşke hâlâ yaşasaymış dediğim birkaç yazardan birisidir kendisi. zira bu çağa yakışırdı.
görünmez kentler gibi bir eserin yaratıcısı, dâhi-yazar.
beni hep gülümseten bir öyküye sahiptir ''bir karı-kocanın serüveni''

--spoiler--
Arturo Massolari işçiydi, sabah altıda sona eren gece vardiyasında çalışıyordu. Eve dönmek için güzel havalarda bisikletle, yağışlı aylarda ve kışın da tramvayla uzun bir yol giderdi. Eve altı kırk beşle yedi arasında, yani karısı Elide’nin çalar saatinin çalmasından bazen az önce, bazen de az sonra varırdı.

iki gürültü: çalar saatin sesiyle, kapıdan giren ayakların sesi çoğu kez Elide’nin zihninde birleşir, uykusunun, yüzü yastığa gömülü, daha birkaç saniye tadını çıkartmaya çalıştığı tıkız sabah uykusunun derinliklerinde yakalardı onu. Sonra birden yataktan fırlar, saçları gözlerinin önünde kör gibi kollarını sabahlığa geçiriverirdi. Mutfakta, işe götürdüğü çantadan boş kapları çıkartıp sefertasını, termosu musluğun içine koymakta olan Arturo’nun karşısına böyle çıkardı. Arturo ocağı yakmış, kahveyi koymuş olurdu. Arturo ona bakar bakmaz, Elide’nin içinden bir elini saçlarına götürmek, gözlerini iyice açmak gelirdi, eve dönen kocasının kendisini hep böyle dağınık, yarı uykulu görmesinden sanki biraz utanırdı. Birlikte uyuduklarında böyle olmazdı, sabah ikisi birlikte uyku mahmurluğunu atmaya çalışır, aynı durumda olurlardı.

Bazen de çalar saatin çalmasından bir dakika önce elinde kahve fincanı, Arturo odaya girip onu uyandırırdı, bu durumda her şey daha doğal olurdu, uykudan sıyrılma tatlı bir tembelliğe bürünürdü, gerinmek için kalkan çıplak kollar en sonunda onun boynuna dolanırlardı. Sarılırlardı birbirlerine. Arturo’nun üstünde su geçirmez montu olurdu, buna değince havanın nasıl olduğunu anlardı kadın: nemli ya da soğuk oluşuna göre yağmur mu yağıyordu, sis mi vardı, kar mı yağıyordu anlardı. Ama yine de sorardı ona: “Hava nasıl?” O ise her zamanki gibi yarı alaycı, anlatmaya koyulurdu, sondan başlayarak karşılaştığı aksilikleri sıralardı, bisikletle gelişini, fabrikadan çıktığında havanın, bir akşam önce fabrikaya gidişteki havadan değişik olduğunu, işle ilgili sorunları, işyerindeki dedikoduları anlatıp dururdu.

O saatte ev yeteri kadar ısıtılmamış olurdu hep, ama Elide soyunur, biraz ürpererek banyoda yıkanırdı. Arkasından Arturo gider, daha telaşsız soyunur, o da yıkanırdı ağır ağır, işyerinin kirini pasını atardı üstünden. ikisi de yarı çıplak, biraz üşüyerek aynı lavabonun başında dururlar, arada itişir, birbirlerinin elinden sabunu, diş macununu kaparlar, bir yandan da birbirlerine söyleyeceklerini söylemeyi sürdürürlerdi, sonra yakınlaşma zamanı gelirdi, kimi kez sırayla sırtlarını ovalamaya yardım ederlerken, araya okşamalar girer, birbirlerine sarılırlardı.

Ama birden Elide, “Saat kaç olmuş,” der, koşup acele ayakta jartiyerini takar, etekliğini giyerken, fırçayı saçlarında aşağı yukarı dolaştırır, dudakları arasında tokalar, yüzünü komodinin aynasına yapıştırırdı. Arturo peşinden gelirdi, bir sigara yakmış olurdu, ayakta durur, sigarasını içerek ona bakardı, her seferinde de hiçbir şey yapamadan orada durmanın sıkıntısını yaşadığı görülürdü. Elide hazırdı artık, paltosunu koridorda giyerdi, öpüşürlerdi, kapıyı açmasıyla merdivenlerden aşağıya indiğinin duyulması bir olurdu.

Arturo tek başına kalırdı. Elide’nin topuklarının basamaklardaki sesini dinlerdi, artık duyulmaz olunca da, hızlı adımların avludan, dış kapıdan geçip kaldırımdan tramvay durağına gidişini zihninden izlemeyi sürdürürdü. Tramvayın gıcırtısını, durmasını, her yolcu binişinde basamağın çıkarttığı sesi iyice duyardı. “Tamam bindi,” diye düşünür, her günkü gibi onu fabrikaya götüren ‘on bir’ numaranın kadınlı erkekli işçi kalabalığı arasına sıkışmış karısını görürdü. Sigarayı söndürür, pencerenin panjurlarını kapatırdı, karanlık olurdu, yatağa girerdi.

Yatak Elide’nin kalktığında bıraktığı gibi olurdu, ama onun, Arturo’nun tarafı neredeyse bozulmamış, sanki yeni yapılmış gibi olurdu. Arturo önce kendi tarafına iyice uzanır, ama sonra bir bacağını öteye, karısının sıcaklığının kaldığı yere uzatırdı, sonra öbür ayağını da uzatırdı oraya, böylece yavaş yavaş Elide’nin tarafına, hala karısının bedeninin biçimini koruyan o ılık çöküntüye geçer, yüzünü onun yastığına, kokusuna gömer, uykuya dalardı.

Akşam Elide döndüğünde, Arturo bir süredir odalarda dolaşıyor olurdu, ocağı yakar, pişmesi için bir şey koyardı. Yatağı düzeltmek, biraz ortalığı süpürmek, yıkanacak kirlileri banyoya götürmek gibi kimi işleri, yemekten önceki bir iki saat içinde o yapardı. Elide hiçbirini beğenmezdi, ama doğrusunu söylemek gerekirse bu nedenle daha fazla çaba göstermezdi o; onun yaptığı bir tür bekleme töreniydi, evin duvarları arasında kalsa da, dışarıda ışıklar yanınca, kadınların akşamları alışveriş yaptıkları mahallelerin o saatle bağdaşmayan kalabalığına karışarak dükkanlara uğramakta olan karısını, bir tür karşılamaydı.

Sonunda merdivende ayak sesini duyardı, sabahkine benzemezdi, daha ağır olurdu, çünkü gün boyunca çalışmanın yorgunluğu içindeki Elide, eli kolu paket yüklü tırmanırdı merdiveni. Arturo sahanlığa çıkar, elinden paketleri alır, konuşarak içeri girerlerdi. O paketleri açarken, kadın paltosunu çıkartmadan kendini mutfaktaki bir iskemlenin üstüne atardı. Sonra, “Hadi bakalım iş başına,” deyip yerinden kalkar, paltosunu çıkartır, ev entarisini giyerdi. Yemeği hazırlamaya koyulurlardı: ikisi için akşam yemeğini, gece yarısından sonra bir paydosu için erkeğin götüreceği kahvaltılığı, kadının ertesi gün fabrikaya götüreceği öğle yemeğini, ertesi sabah erkek kalktığında hazır olması gerekenleri.

Kadın biraz iş görür, biraz hasır iskemlede oturur, erkeğe ne yapması gerektiğini söylerdi. Erkek o saatte dinlenmiş olurdu, dört döner, hatta her işi yapmak isterdi, ama hep biraz dalgın, aklı başka yerde olurdu. Bu sıralarda, zaman zaman çatışmalarına, ağızlarından çirkin bir sözcüğün çıkmasına ramak kalırdı, çünkü kadın erkeğin yaptığı işe daha dikkat etmesini, daha özen göstermesini ya da kendisine daha bağlı, daha yakın, daha destek olmasını isterdi. Onun ise, kadının dönmüş olmasının ilk coşkusu geçtikten sonra aklı evin dışına kayar, gideceği, acele etmesi gerektiği düşüncesine takılırdı.

Masa hazırlandıktan, her şey, bir daha kalkılmayacak biçimde yerine koyulduktan sonra, ikisini de, bu kadar az bir arada olabilmenin yıkımı kaplar, el ele tutuşmak isteği, kaşıkları ağızlarına götürmelerini neredeyse engellerdi.

Ama daha kahvenin hepsi bitmeden erkek, her şeyin yerli yerinde olup olmadığına bakmak için bisikletin arkasında olurdu. Kucaklaşırlardı. Arturo ancak o zaman anlardı sanki, karısının nasıl yumuşak, ılık olduğunu. Ama bisikletin borusunu omzuna yüklenip dikkatle merdivenlerden inmeye başlardı.

Elide bulaşığı yıkar, evi tepeden tırnağa gözden geçirip kocasının yaptığı işlere başını sallayarak bakardı. Şimdi o, az sayıda lambanın bulunduğu karanlık sokaklarda yol alıyordu, belki de havagazı deposunu geçmişti bile. Elide yatağa gider, ışığı söndürürdü. Kendi tarafına uzanırdı, bir ayağını kocasının yerine doğru uzatırdı onun sıcaklığını duymak için, ama her seferinde kendisinin yatmakta olduğu yerin daha sıcak olduğunu fark ederdi, Arturo’nun da burada yatmış olduğunu anlardı ve büyük bir sevecenlik kaplardı içini.

--spoiler--
örümceklerin yuvalandığı patika ve bir kış gecesi eğer bir yolcu romanlarını şiddetle tavsiye ettiğim italyan yazar.
görünmez kentler diye bi' kitabını okumuştum. tam bir işkenceydi. uzun bir süre elime başka kitap alamadım o derece. bu adam için çok iyi, çok güzel şeyler söyleniyor. ya bunları söyleyenler mal ya da ben edebiyattan anlamadığım gerçeğiyle yüzleşmeliyim bilemiyorum.

-Ben deli, italo calvino abi benden de deli. youtube yorumlarını birleştirip kitap yapsam na bununkilerden daha güzel olur yemin ediyorum. iki aya da köşe olurum. ama üşeniyorum.
sen ''alo'' demeden önce adlı hikaye kitabına komik öykülerle gülerek ve epey beğenerek başladım, ancak sonlara doğru epey sıkıcı hikayelerinden ötürü de baya küfrettim. iyi başladık, niçin iyi bitirmiyoruz ki?
görünmez kentler eseri ile edebiyat dünyasında zirveye çıkmıştır kendileri.
marcovaldo ya da kentte mevsimler kitabı ile beni benden alan yazar. bir başka öyküsü olan çelik çomak oynayanlar'ı da mutlaka herkesler okumalı. çünkü inanılmaz bir ders veren bu öykü günümüzü de çok iyi resmetmiş.

öyküyü okumak için link: http://samedisler.blogspot.com/p/oykuler.html
(bkz: şehirleri arzular veya korkular kurar)
sıkıcı bir biyografi başlığı değil. yazarı tanıtabilecek ufak alıntılardan ibaret.

ikinci dünya savaşı'nda direnişçiler arasında saf tutan, gazetecilik ve yayıncılık yapmış küba doğumlu, italyan yazar.

ikiye bölünen vikont, ağaca tüneyen baron, varolmayan şövalye kitaplarıyla adını tüm dünyay duyurdu.

ve beni etkileyen şu yorumları, okunasıdır.

"hemingway'i severim. yalınlık, duruluk, mutluluk ve hüzündür.
çehov'u severim çünkü gittiğinden daha öteye gitmez.
conrad'ı severim, uçurumda yolculuk eder ve düşmez aşağıya.
manzoni'yi severim çünkü bir süre öncesine kadar nefret ediyordum.
gogol'ü severim çünkü kötülükle ve ölçüyle deforme eder.
kafka'yı severim çünkü gerçekçidir.
pavase'yi severim çünkü dostum.
maupassant'ı severim çünkü yüzeyseldir.
fitzgerald'ı severim çünkü halinden memnun değildir.
radiguet'i severim çünkü gençlik dönmez bir daha.
svevo'yu severim, yaşlanmak da gerekecek bir gün.
bir de ıtalo calvino'yu severim yaşadığım her gün."

ve bir kaç sözü daha:
"resmi belgelerimizin din bölümünde hiçbir şey yazmazdı. küçüklüğümden itibaren tek bir şey tembihledi ailem bana: etiketleri kendin yapıştır, başkalarının seni belirlemesine olanak verme."

"düşüncenin değiştiremediklerini, idamların, kitapların anlatamadıklarını silahların belirlediği bir dünyada yaşamak zorundaysak, kendime bir yöntem bulmak zorundaydım. ben yazdım. ailemin yüzkarası, tek edebiyatçısı oldum."

"balzac, dante, cervantes, shakespeare... okumak ne kadar geride kaldığımı hissettirdi bana daima. hep yakalamam gereken bir trenin arkasındaymışım gibi yaşadım hayatı. trenin istasyonları yoktu oysa."

"en büyük özgürlüğün en sıkı disiplinden doğduğunu savunan bir gruptuk. inatçı, törensiz ve bazen ciddiydik. bizde eğlenmek asıl hedefti, bu da zekamızı tetikleyen tek dopingti."
orhan pamuk dahil birçok yazarı ve ben dahil birçok okuru etkilemiş büyük italyan yazarı. bir kış gecesi eğer bir yolcu, zor sevdalar ve kozmokomik öyküler i özellikle tavsiye ederim. bunları okumadan ölürseniz pişman olursunuz.
"çöpçülerin hayatımızdaki önemi" gibi gereksiz görünen bir konuyu bir makaleye dönüştüren yazar abimiz. gözlerinden öpüyorum.
"Se una notte d'inverno un viaggiatore"si başucu kitaplarımdan biri olan italyan gazeteci ve yazar.

"The human race is a zone of living things that should be defined by tracing its confines", diyerek insanın ne olduğuna dair, bugüne kadar duyduğum en doğru ve gerçekçi tanımlardan birini yapmıştır.
zaman-mekan sıkışmasına dair şöyle bir betimlemesi olan yazar:
"zamanın boyutu un ufak oldu.
her biri kendi çizgisinde uzaklaşıp anında gözden yiten zaman parçacıkları içinde düşünmek veya yaşamak durumundayız" diyen usta sanatçı.
örümceklerin yuvalandığı patika adlı şükela romanın yazarıdır.