bugün

az ve öz yazdığımda insanların yazdıklarımı okuyup üzerine düşünmeyeceklerini biliyorum. daha da fenası yazdıklarımı okuduktan sonra yanlıca yorumlayıp belki de üzerime yürüyecekler. yine aynı sebepten beni kale alanlar arasında bir gruplaşma olacak ve bu gruplaşma sonucunda baskın gelen taraf benim aslında ne demek istediğimi(!) vurgulayacak.

öyle bir ses çıkacak, öyle bir büyüyecek ki tüm bu kitle; adımı bile bilmeyen insanlar bu akıma uymaya başlayacaklar. bir-iki, on-yirmi, bin-milyon artık kaç kişiye ulaşırsa ulaşsın yazdıklarım, ya o gruba dahil olacaklar ya bu gruba... yeni yeni sesler çıkacak belki de ve onlar da kendine “şu grup” diyecekler...

kim bilir?

o kişi ya da kişiler bir halt ettiklerinde yine hep yaptıkları gibi benim yazdığım yazıyı referans gösterecekler... ben burada her şeyden habersiz çayımı yudumlarken birileri benim için bir yerlerde bir şeyler planlıyor olacak... benim yazdığım az ve öz bir yazıyı yorumlayan sapkın düşüncelere sahip beyinlerin faturası bana kesilecek. oysa ben sadece bir yazı yazmak istemiştim...

düşüncelerimiz mermilerden daha etkilidir.

yine de elimdekilere bakınca görüyorum ki; az ve öz yazmak sadece susmak demek günümüzde... öyle abi.. kimse okuyup üzerine düşünmeye tenezzül etmiyor ki... kim olursan ol! hangi felsefik akıma tabi olduğunun, nereden, neyden etkilendiğinin hiçbir önemi yok... aslında böyle bir durumda genellikle ne yazdığının bile bir önemi yok. fişinde, etiketinde ne var? önemli olan bu!

günümüzde ne yazdığından, ne söylediğinden daha önemli bir şey varsa... maalesef cümleyi devam ettiremiyorum. zira hepsinden önemli şeyler var. hangi gazeteyi okuduğun, ne yazdığından daha önemli artık. hangi yurtta kaldığın, hangi okula gittiğinden daha önemli.. hangi sözleri dinlediğin hangi sözleri söylediğinden daha önemli... bu sonuncuda haklılık payı var tabii ama mesele çok başka çok...

bana soruyorlar “hangi cemaattensin” diye... yahu güzel insan; ne yapacaksın cemaatimi, mezhebimi, dinimi? ateist olsam ya da putperest; doğruları söyleyemez miyim? yahudi olsam doğruları göremez miyim? insan olmam yetmez mi?!

yetmeeeez... faydacıyız!
aslında bana katkın ne diyor insanlar, bunları sorarlarken...
kendimi ifade edebiliyor muyum? anlatmak istediğimi görebiliyor musunuz? tanıdık geliyor mu anlattıklarım size? her neyse...

uzun cümleler bazen insanları sıkıyor.* bazen ben de sıkılıyorum. “biri okusun, güzel bir şeyse zaten; yetmiş iki dile birden çevirirler...” deyip kestirip atıyorum. sanki her güzel şeye değer veriliyormuş gibi... ne acaip insanlar olduk çıktık yahu... sanata ve sanatçıya verdiğimiz değer, kötü bir alışkanlıkla, çiğnedikten sonra yuttuğumuz sakız kadar bile değil şimdilerde...

taraf tutmam gerek bir an evvel...
bana yardım et anne!

dostoyevski haklıydı... yazdığı romanlardan birinde raskalnikov adını verdiği karakterin sadece merdiven çıkması on sayfadan fazla sürüyordu ama haklıydı... biliyordu! insanlar düşünmekten aciz... hayal gücümüz bitik... en azından okumaya cesareti olanları, düşüncelerine davet edebilmek için açtıkça açtı konuyu, uzattıkça uzattı betimlemeleri... okuyucusuna perdenin rengini seçme hakkı bile vermedi çünkü perde kırmızıydı... kedinin bıyıklarını bile tarif etmeye üşenmedi çünkü en içeriden gelen bir tepkiydi bu! “siz düşünmeyin diye ben düşündüm... siz düşünemiyorsunuz diye ben yazdım” dedi... düşünmek, yazmaya kıyasla çok daha zor bir eylemdi ve sayfalarca betim yazarken kim bilir belki de soluk soluğa kalmış düşüncelerini dinlendiriyor, aklını serinletiyordu. “alın ey kokuşmuş insanlar; işte size ciltler dolusu küfür” dedi ve önümüze sayfalarca betimleme içeren romanlarını bırakıp gitti...

içimdeki zehri mürekkep yaptım. o yüzden siyaha yakındır tonum...
(bkz: pipin uzuyor) *