bugün

Siz Kerkük üzerine çalışın, belki girersiniz, belki çıkmaz ayın son çarşambasında Avrupa Birliği'ne bile girersiniz; ben size daha önemli bir mesele anlatayım...

iki hafta önce basında yer aldı ama bir yandan magazin sanılan orospu reklamları, öbür yandan gazetecilik sanılan sermaye gruplarının ölümüne kavgası arasında kaynadı gitti: Anamurlu muz üreticisi, şu ünlü Çikita'yla (Chiquita, küçük kız demek) rekabet edebilecek yeni bir tür geliştirmiş!

Daha doğrusu, Çukurova Üniversitesi çalışmış bu konu üzerinde. Daha doğrusu, bir de değil iki tür, bunlara ''Azman'' ve ''Şimşek'' adları verilecekmiş. ''Ayşecik'' falan koysalardı daha şirin olacaktı.

Bilindiği gibi Anamur muzu küçük ve kabuğu da benekli olur, Latin Amerika muzu da sözüm meclisten dışarı eşek bilmemnesine benzer. Erkekliği yetersiz kalanların ''boy değil fonksiyon önemlidir'' avuntusu gibi, bizim ulusalcılar da bizim muz için ''küçük ama daha lezzetli'' diye kendilerini kandırırlar ama kazın ayağı hiç de öyle değildir.

Çünkü Antalya güneşi, ne kadar kızgın da olsa, Honduras güneşi de değildir, Guatemala güneşi de.

Bizim salçaların da Sicilya güneşinde kan kırmızısına kesmiş domates salçasını tutmadıkları gibi... Bizim derilerin de, vitaminle beslenen ve Mozart dinleyerek büyüyen Avrupa mandalarının derisini tutmadıkları gibi... Rize yamaçlarının, Sri Lanka tarlalarına benzemediği gibi... Amasya'nın elma bahçelerinin Normandiya'nın ''bocage'' öbekleriyle boy ölçüşemedikleri gibi...

Türkiye'yi Çikita muzuyla Turgut Özal tanıştırdı, ''kivi'' denilen meyveyle tanıştırdığı gibi. 1984 yılında hepi topu muz, kivi, Fransa'nın en ''harcıalem'' peyniri La Vache Qui Rit (bir de Babybel galiba) geliyordu ülkeye, ha bir de salata sosu; bu bile ''döviz çarçuru'' olarak niteleniyordu ve memurlar Özal'a küfür ediyorlardı.

Çünkü memur dediğin Filiz çayını demler, eski Trakya kaşarını keser, gül ya da ayva reçelini sürerdi ekmeğine, ''lüks'' tüketim kötüydü. Adı üstünde ''tüketmek'' fiilinden geliyordu, yani bitirmek, ziyan etmek... Para harcanmaz, biriktirilirdi, ismet Paşa gibi. Döviz gidiyordu. Ne güzel kavunlarımız karpuzlarımız, Aspendos tiyatromuz, Manavgat çağlayanımız, Pamukkale'miz, Ziraat Bankamız ve de ürettiği müziği anlamasak ve dinlemesek de Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestramız vardı, bir de Atatürk Orman Çiftliği'nin ayranı tabii. En büyük komutan olduğu gibi en büyük ziraatçi de Atatürk değil miydi?

Beslenmede kendi kendine yeten yedi ülkeden biriydik Kenan Evren mantığıyla, gıda maddesi ithal etmeye ne gerek vardı? Yemeyecek içmeyecek, neyimiz varsa ihraç edecek, kalkınacaktık, ithalat da nereden çıkmıştı? Bütün dünyadan akıllı olduğumuz için yalnız biz onlara ihracat yapacaktık, onlar bize asla...

Çikita muzu (bir de Dole tabii), Anamur muzunun çanına ot tıkadı. Bunda ''muz yetiştirilecek alanı otelciye satıp daha çok para kazanan'' köylünün de payı var mıydı, kimse sormadı.

Elbette yasaklanması, muz ithalatının durdurulması istendi. Olmadı.

Yirmi üç yıl sonra akıllar başlara geldi: Çikita'yla rekabet edebilmenin yolu Çikita'yı yasaklamaktan değil, Çikita'dan daha iyi muz yetiştirmekten geçiyordu!

Şimdi bu yeni türlerden yılda yirmi bin ton üretiyorlarmış. Hedefleri yılda iki yüz on bin ton muzla Türkiye'nin ihtiyacının üçte ikisini karşılamakmış. Umarım ihracat da düşünürler. Fakat düşünceleri gene de bu şekilde ''Çikita ithalatını önlemek'', dövizimizin yurtta kalmasını sağlamak.

O dövizle ne yapacaklar, ağır sanayi hamlesi mi, orasını bilemiyorum.

Onu da bilmem ama, yüzyıllardır tüketime aç kalmış ve bugün bile doymamış bu halkı ''yoksul ama onurlu Türkiye'' fikrine yatırabileceğinizi sanıyorsanız, bir de Kerkük'e girmeyi deneyin tabii... Lafla peynir gemisi yürüseydi ben Viyana'yı da alırdım.

Amerikan ordusuyla savaşmaya kalkmak yerine United Fruit Company ile boy ölçüşmeye çalışmanın daha önemli olduğunu anladığımız gün memleket kalkınır da kurtulur da... *
(bkz: şimşek/@paleface)
(bkz: azman/@paleface)