bugün

görsel
1965 yılında, köyceğiz’de doğdu. ilk ve orta öğrenimini köyceğiz’de, yüksek öğrenimini ise istanbul’da tamamladı. edebiyatla, özellikle de şiirle küçük yaşlarda ilgilenmeye başladı. klasik arkeoloji ile türk dili ve edebiyatı eğitimi alan güçlü, edebiyat öğretmenliğinin yanı sıra tarihi coğrafya ve tarihsel çevre üzerine bilimsel çalışmalar yapmaktadır. yazıları çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanmaktadır.

eserleri:

asi yakılsın dağlara (1992)

rüzgarına yol gösteren martı (2005)

nereye sığınsam lacivert (2007)

ayrı düşeriz (2010)

sizden önce geçtim (2020)

görsel
Berivan KAYA: Genel bir soruyla başlamak istiyorum. “Sizden Önce Geçtim” şiir evrenine kattığın seçme şiirlerle birlikte beşinci kitabın. Şiir yolculuğun açısından “Asi Yakılsın Dağlara”nın yayımlandığı 1992’den bu yana, şiir evrenin; poetik anlayış, estetik ve üslup yönünden nasıl bir değişim geçirdi sence?

Mustafa GÜÇLÜ: ilk kitabımdaki şiirler, üniversite gençliğinin 1980 sonrası ilk mücadele kıpırtılarının başladığı yılların sert mücadele pratiğinden damıtılmış dizeleri içeriyor. O şiirler fazlasıyla ajitatif ve imgesel içeriğiyle toplumcu şiirin direngen damarına yaslanıyor. Bireyselden toplumsala bir kolektivizm ve güzel dünya aranışıyla inşa edilmiş iliklerine kadar yaşanmış, bedeli ödenmiş şiirler. Sonraki kitaplarımda yine aynı menzile akan şiirlerde daha yoğun anlatım için imgesel ve biçemsel denemelerle şiirimi diyalektik bir şekilde geliştirmeye çalıştım. Tabii ki ilk kitaplar şairlerin şiir serüveninde oldukça önemlidir, şairin bundan sonra yürüyeceği yolun, soluklanacağı durakların ilk işaretidir. Fakat şairler zamanın yaşanmışlıklarıyla daha da çok katmanlı ve boyutlu şiirin yolunu hep ararlar. Ben hala o şiirin peşinde dolanan biriyim, vardığım ya da duracağım bir durak yok henüz.

BK: Şiirlerini üç bölüme giydirmişsin. ilk bölümde daha içeriden, dip sesin rengini, ahlarını ve kıvrımlarını yansıtan, dokunaklı bir dış dünya eleştirisi ve aşka bakış var. ikinci bölüm toplumsal temalara odaklanırken üçüncü bölümde ağıt tadında uzun ve betimleyici dizeler koyulaşıyor. imgeler yer yer izlenimci bir tuval canlılığıyla sergilenmiş ve genelde ikili dizelerle yol almış. Şiirlerinde izlek bütünlüğü olduğu halde ikili dize kullanma tercihinin nedenlerini sormak isterim.

MG: Beyit, Divan şiirinde kullanılan bir nazım birimidir. Divancılar parça güzelliği bağlamında her beyiti kendi içinde bir bütün olarak düşünmüşlerdir. Beyitlerin yerlerini (matla ve makta beyiti dışında)değiştirmen pek öyle anlam kaymalarına sebep olmaz. Ben burada şiirin geneline yayılan izleği lirik ve akıcı şekilde yansıtabilmek için şiirimin iç ritmi olarak kendiliğinden doğaçlama olarak yakaladım bu biçemi. Yukarıda bahsettiğim gibi beyit temelli olmakla birlikte şiirin akışkanlığı içinde kısa dizelerle birbirlerinin anlam ve sessel bağıntılarını kurgulayarak şiiri kurmaya çalıştım. Bununla da dizeler arasındaki ses ve akış uyumunu sağladığıma inanıyorum. Bir akademisyen arkadaşım: “Hocam bu müzik gibi bir şey.” demişti kitabı okuyunca. Benim yapmak istediğim sözcüklerin ses ve anlam değerlerini imge ve çağrışım gücüyle birlikte bir potada eritmekti. Sizin de bahsettiğiniz gibi şiirlerde bu ülkenin cinneti ve sevinci bir arada yer alıyor. Derin acıları ve sevinçleri birbirini tetikleyen ve destekleyen ritimleriyle aynı potada eriterek lirik bir akışla okuyucuyla buluşturmak istedim.

BK: Derini bilen şiiri bilir diye düşünürüm. Senin devrimci şiir izdüşümüne bakarsak, kitaba adını veren şiirdeki “Sizden önce geçtim bu hizaları/korkacak karanlığım yok” “sizden önce biçtim bu elbiseyi/soyunacak çıplaklığım yok” dizeleri, içsel bir meydan okuma sesine sahip olmanın yanı sıra bir hakikat bilgisini ve tamlık halini de imliyor sanki. Karanlığımızı yendiğimiz ve tüm yükümüzü soyduğumuz özgürlük çağı, şairin aradığı ve uğrunda savaştığı mıdır sence?

MG: Tamlık fazla bir iddia içeren tanımlama olur benim için. Soluklandığımız coğrafyada yaşanmamış, bizlere yaşatılmamış hiçbir acı kalmadı diye düşünüyorum. Bu bağlamda mücadelenin işaret fişeği olacak olan korkunun aşılmış olması gerektiğini düşünüyorum. Kuşatılmış, kıstırılmış kitlelerin bir çıkış sesi gibi olmasını istediğim için onlarla birlikte bu meydan okuma. Tekil anlam içinde çoğalmayı hedefleyen toplumsal dönüşümün bir bileşeni olarak yüreğimi bu bilince her şeyiyle koymak isterim. Ankara tren garındaki patlama biliyorsun yakın tarihimizde en büyük toplumsal kırılmalardan biri oldu. izmir’den Ankara’ya gitmek için ben de listeye adımı yazdırmıştım. Ağır bir gribal enfeksiyon geçirince gidip gitmeme konusunda kararsız kaldım. O gün kendimi iyi hissetmeyince yürüyüşe gitmedim. Sonra sabah o durum, yani patlama yaşandı. izmir’den giden grubun yakınlarında patlama oldu. Bir arkadaşımız döndüğünde işitme problemi yaşayınca birkaç gün sonra doktora gitmiş. Kulağından insan eti parçacıkları çıkmış, o et parçası oradan çekip alınınca arkadaş duyma yetisine tekrar kavuşmuştu. Düşünebiliyor musunuz, sizden birazcık daha ötelerde halay çekenlerden birinin canından kopan parçayla yaşamış arkadaşımız. Bunları yaşamış insanların size soruyorum bundan öte korkacak karanlığı olur mu?

BK: izlenimci, görsel yanı, rengi güçlü imgelerle çıkıyorsun karşımıza. işte onlardan bir kaçı: “avucumda kesik diken/etime rüzgârlarla ayaz işleyen”; “obüsü ipeklere düşürüyor leylak”; “yağmur kuşunun karaltısı/ufuk çizgisini indirdiğinde”; “alnıma inmiş Toroslar dikine,/mor pürenleriyle ön balkonda”; “al diyorum kamışlardan/rüzgârın fısıldadığı paslı mızrağı” “Anladım gittiğini, boşluk sökülünce/gövdemden geçermiş maveraünnehir”. Bu görsel şölenin bir diğer nedeni de eğretilemelere, mecazlara, fiil ve fiilimsilerle katılan hareket sanıyorum. Toplumsal meselin tam da nesnel, bütüncül içerik olarak bükülerek yaratılması ve oluşan imgenin göndergesinde çoklu çağrışımlarla hissettirilmesi bu estetik gücü arttırıyor. Günümüz devrimci şiir cephesi, bu anahtarlarla ve diyalektik maddeci tarih yöntemiyle şiir evreninde ivme kazanıyor, atak yapıyor sanki. Ne dersin?

MG: Seçme şiirleri saymazsak yeni anlamında “Sizden Önce Geçtim”i 12 yıl sonra yayımladım. Bu süreçte sürekli yazdım okudum ve toplumsal mücadelenin içerisinde üzerime düşenleri, alanlarda, barikatlarda kısacası emek mücadelesi içinde küçük büyük demeden yerine getirmeye çalıştım. Şiirimi toplumsal mücadelenin dinamiklerine yasladım, oradan feyz aldım, beslendim. Devrimci şiirin özellikle önünün kesildiği süreçleri yaşadık yaşıyoruz. Aslında bu dosya yıllar önce hazırdı. Sonradan eklediğim ve çıkardığım şiirler de oldu tabii. Sonra kitap yayımlanana kadar her sözcüğü hatta her sesi duyarak duyumsayarak dosyanın içinde oradan oraya çekiştirdim durdum diyebilirim. Bütün kapıların kapalı olduğu zamanda etrafımızdaki ablukayı dağıtacak, devrimci şiir adına bir çıkış olmasını düşündüm. Umarım bu sis bulutunu birlikte hareket ederek ortaklaşa dağıtmaya çalışacağız.

BK: Şiirlerinde bireysel ve toplumsal izlek yer yer bir arada ivmeleniyor; aşk, özlem, arzu, yalnızlık durumları ve şehrin, yaşamın yükü içsel, diyalektik ilişkilerle ortak imgelere yansıyor. Örneğin “Yontu” şiirinde “özlemin kuşdili nükleer düğüm/derin oyuklarında dağınık şiir” ya da “Bahar Beğen Kendine” şiirinde; “ilk yağmurla yüzünde güz kırlangıcı/toparlayıp geliyorsun ya lekelerden”; “ öl diyorum o zaman, kuytuda sedef/bekle ki bitmesin kuş çalımı ihtilal” dizlerinde belirginleşiyor bu tespitim. Marksist öğretiden bildiğimiz bireysel olan toplumsal, toplumsal olan ise bireyseldir. Heidegger’den türeyerek gelmiş, insanı varlığa atılmış yalnız bir yaratık olarak gören postmodernist anlayış karşısında neler söylemek istersin?

MG: Postmodernizmin insan algısı yanlış yerden biçimlenir. insanın kendini gerçekleştirmesine ve özgürleştirmesine hizmet etmez. insanının bütüncül tarihinden soyutlayarak sis bulutu içinde birbirine çarpmadan içe yaslanmasını ve dış zoru kabullenmesini sağlayan bir yaklaşım biçimi olarak çıkıyor karşımıza. Bizse insanı bireysel ve toplumsal bütünselliği içinde kavrayarak kolektivizmi postmodernist bireyciliğin karşısında konumlandırıyoruz. Bizi ahmaklaştıran algımızı dumura uğratan popülist anlayışın karşısına devrimci gerçekçi şiirle yeniden çıkacağız.

BK: Şiirlerinde ağırlıklı bir tema olarak sınıf çatışması, sınıfsal sömürü ve yabancılaşmayı dert edinmişsin. Bu konuda şiirlerime yeterince taşımadığım için seni kıskandığımı itiraf edeceğim. Tam da burada, ‘Kasiyer’ şiirin üzerine odaklanalım istiyorum. Proleterliği, sanayinin dışında yığınsal hizmet perspektifine genişleten hakikat, hayatın var oluşuna derinlemesine bir çağrışım alanı açıyor. “Hayallerinin ölü barkodunu/okutuyor gün boyu, her saat/AVM’nin sismik boşluğunda/parmak uçları yaylım ateşi kül” dizelerinin canlı imgelerinde, insanın kendine türsel yabancılaşmasını okuyoruz. Aynı zamanda ‘şehrin yabanıl hevesi üstünde” dizesindeki eğretilemeyle kitlesel tüketimi hedonizmi ve emekçinin metası arasındaki paradoksal ilişkiyi birlikte hissedebiliyoruz. Şiirin ikinci bölümünde “buzdan öpüşleriyle vardiya/yanlışından sızan tomurcuk/ kulluk düzeni biçimsiz bıçak” dizeleri itirazı da beraberinde getiriyor. Bu tür toplumsal izlekleri imge ve anlam derinliğini bütününde şiirde yapılandırmak zordur. Ya devrimci romantizme ya da postmodernist anlamsızlığa saplanabiliyor şiir. Çoğunlukla ağlak bir betimlemenin yavan sesine bürünüyor. Sen bu noktada, hem burjuva illüzyonunun altındaki dirimsel gerçekliği hem çok katmanlı çağrışım yapılarını bir bütün olarak örgütleyebilmişsin. Bu konuda neler söylemek istersin?

MG: Yazdığımız bu tür şiirler alışıldık bir retoriğe yaslanmadığı için önceleri pek ilgiyle karşılanmadı. Hatta biraz daha küçümsendi diyebilirim. Kapitalizmin kuşattığı ve tükettiği insanı, klasik proletarya bakış açısının dışında bütünselliği ve çeşitliliği içinde yakalamaya çalıştım. ‘‘Kasiyer” şiiriyle ilgili bir bilgi daha vereyim. Aslında önceleri bu şiiri koymak istemiyordum kitaba. Çünkü biraz ağır ve imgesel bir şiir olarak geldi bana ilk haliyle. Sonra üzerinde tekrar yoğunlaşınca biçim ve içerik bakımından istediğim seviyeye geldiğini gördüm. Motosikletli kuryeleri ele alan bir şiirim daha vardı kitapta buna karar verince onu çıkarmayı tercih ettim.

Günlük hayatta marketlerde, alışveriş merkezlerinde birkaç cümleyle iletişim kurduğumuz bu insanların yaşadığı zorlukları, ağır yaşama koşullarını zaten biliyordum. Asgari ücretle çalışanların çoğu işsiz kalmış ve bu koşullara razı olmuş, hatta torpille o kasanın başına geçmişler. Şimdi pandemi döneminde yaşadıkları zorlukları ve sağlık açısından yaşadıkları problemleri bir de şimdi düşünün.

BK: Bir başka sınıf izleği olan “Overlokçu Kadınlar” şiirinde kadınlık ve işçilik sorunsalı birinci ağızdan aktarılıyor. “Provasız biçtim serçe gömleğimi/ritmik törenlerin dip atölyesinde” “bodrum katında oval mağaranın/yanlışa öpülen yaprak begonyası/zaman tesirli, çalışma süresi azami/sismik boşluğunda kumaş tozuyla/solungaçlarıma biriken kaktüs jeli” “Provasız biçtim serçe gömleğimi/kansız bulutlar gönderdim ellerine” dizlerinde örneğin sahici bir yaşanmışlık var. Tekstil atölyelerinin ortamını görmüş biri olarak yeniden canlandırdım, yaşadım o gri soğukluğu, mağara boşluğunu; yorgunluk ve bitkinliğin yüz rengini. Şiir de roman gibi bir kurmaca olduğuna göre, toplumsal izlekleri birinci ağızdan yansıtırken sen bu sahiciliği nasıl yakalıyorsun?

MG: Çalıştığım okulun yanında merdiven altı diye tabir edilen fason çalışan bir konfeksiyon atölyesi vardı. Ara ara mola verdiklerinde yollarımız kesişince ayaküstü kısa sohbetler ederdik işçilerle. Genellikle göçle bölgeye gelmiş Kürt emekçileri yoksul insanlardı bunlar. Hafta sonları da kız öğrencilerimiz bu atölyelerde düşük ücretle çalışırdı. Çoğunlukla yorgun ve uykusuz olur, başlarını koyar uyurlardı okul sırasına. işte yaşama ait bu tür gözlemler bu şiirlere kaynaklık etti diyebilirim. Ayrıca istanbul’da öğrenciyken işportacılık yaptığım yıllar da oldu Beyazıt Meydanı’nda. Çoğu zaman tekstil atölyelerine, defolu ürünleri satmak için girer çıkardım bu tozlu insansız ortamlara.

BK: Kitabında güncele yazılmış şiirlerin var. Örneğin; Roboski’ye seslenen “Katır Yükü”, Davutpaşa’da havai fişek yangınında ölen işçilere adadığın “Havai Fişek Yankısı” Nuh Köklü’ye adanmış “Kapılarda Kartopu”; Berkin’e yazılmış “Karşılama”, Soma’ya adanmış “Acının Al Sancağı”; barış yürüyüşçüsüyken ülkemizde öldürülen Pippa Bacca’ya yazılmış ağıt şiirlerin gibi. Onun dışında Cizre’ye, Hasankeyf’e, Ortadoğu’ya uzanan yer yer mitolojik, antik imgeleri bugüne taşıyan ağır ağır, tane tane işlenmiş dizeler… 10 Ekim katliamına yazılmış “On Ekim Kargış”ndaki şu dizeler “devrilmiş sokak, ağzımda şarapneller/yakın asın suretimi devrim halayına” dizeleri ise yaşamdaki bir süreliğine yapılan kalleş kesintiyi, karanlık maddeyi yeniden yaşattı bana. Bugün modernist/postmodernist şiirin papağanları güncele şiir yazılmaz diyorlar. Hemen Nazım geliyor aklıma; o hep güncelden, çağından beslenmiş bir şairdi. Bu güçte bir şair daha yetişmedi sanırım bu topraklarda. Şair kendi ülkesinin, çağının dertleriyle, gerçekleriyle ilgilenmeyecekse Hölderlin’in o meşhur sorusunu tam da burada soralım: Şiir neye yarar?

MG: Güncele şiir yazmayıp da kafalarımızı kuma mı gömeceğiz. Önemli olan güncelin nasıl estetize edildiğidir. Yoksa geçmişe ya da mezarlıklara şiir yazmamız gerekirdi, belki de öyle yapmamızı istiyor olabilirler!

Şiirde güncel yaşanmışlıklara ait izlenimlerimin olması bize yaşatılan katmerli acıların bir dipnot olarak halkların tarihine iliştirmek arzumdan kaynaklanıyor. Buna bir çeşit tarihe şerh düşme de diyebiliriz. Şair yaşadığı çağın tanığıysa bunu en yakınından uzakta olana doğru giden bir silsileyle yol izler. Şiir acıları sağaltmayı yaşama sıkı sıkıya sarılarak umudu çoğaltmayı sağlar/sağlamalı bence. Yoksa bireysel aforizmaların bedensel patlamaların biçim bulduğu bir uğraş değildir şiir. Yukarıda yazdıklarınızın hepsi yakın tarihimizde yaşanan travmatik acı olaylardan yola çıkılarak yazılmış. Tamam, şiiri düz bir şekilde güncele boğmayalım ama yaşadığımız çağı ve zamanı da es geçmeyelim.

BK: Günümüzün modernist/post geleneğinden gelen çevreler yetmişli seksenli kuşağın toplumcu şiirini slogancı sayarak, estetik/biçim yönünden zayıf olduğu yönünde eleştirdiler. Bu eleştiri temelsiz ve kuramsız olmasına rağmen hala ağızlara sakız ediliyor. Bu modernist akıma kapılan çokça şair aşk, yalnızlık, ölüm, özlem temalarına sıkışıp uzunca bir süre bunalım edebiyatı ürettiler; iki binlerden sonra ise, egemenler tarafından tarihin sonunun ilan edilmesiyle birlikte, postmodernist etkilerle şiir çevre, doğa, cinsellik, kadın, anti türcülük alanlarında sıkışarak eklektizme ve nihilizme kaydılar. Bu süreç dikkate alındığında hayatın çok yönlü, tarihsel ve diyalektik derin kavranışı ideolojik hamlelerle sığ bir estetiğe mi hapsedildi sence? Bu soruya çocuk işçileri konu aldığın “Bayram” şiirinde: “sanayi sokağı karanlık/karnaval çağrısı değil/lime lime üst baş yağ/şakağı güz saklambacı”; “kaçmış gelmiş düşten /teneke sobanın harına/nasıl da tutuşmuş elleri/bıraktığı çocuk sesinden” dizelerinin içinden cevap vermeni istesem ne derdin?

MG: Biz ne yazsak zaten örgütlü olan sermaye kalemşorları eleştirecekler. Çünkü bu şiire, devrimci şiire bir alan açmak istemiyorlar ve kafalarındaki şablona göre bütün kapıları sıkı sıkıya kapatmayı yeğliyorlar. Slogancı şiir deyip hedef noktasına oturtmak elbette işin kolaycılığa ve toptancılığa varan bir tutum takınılmasıyla ilintili. Tıkanmış ve tükenmiş kapitalist sistemi postmodernizm gibi ön açıcı felsefi yaklaşımlarla ömrünü uzatmaya ayakta tutmaya çalışıyorlar. Yazmakta olduğumuz şiirin sınıfsal sorunları göz ardı etmeden bütünsel bir kavrayışla yazıldığını söylüyorum. Bu şiirler bireyselliğin aynasında bize dayatılan yok oluşu aşmak üzere yazılmıştır. Televizyon programlarında lüks araçlarla gezen plazalardaki ışıltılı yaşamı, aşkı, gerçek yaşam diye evine aç dönen işçiye yutturmaya çalışanların karşı estetiği elbette geçici bir yanılsama yaratacaktır toplumda. Biz, bize sunulmaya çalışılan şatafatlı kurgulanmış hayatların azınlığın sanatına değil Ermenek’te, Soma’da yeraltı dehlizlerinde ömürlerini tüketenlerin gerçekliğine yüzümüzü çeviriyoruz. Oradan dip sesten çıkacak yenidünyaya gözlerimi açmak istiyorum.

BK: “Acının Al Sancağı” şiirin 2013’te Soma maden kazasında ölen işçilere adanmış. “gecikmiş isyanın ilk işaret fişeği/iğneyle kazılmış tüneği yokluğun” dizeleri dikkatimi çekti. Bugün Soma ve Ermenek işçileri hakları için haftalarca taşlar, betonlar üzerinde, çadırda direniş ve mücadele yürüterek epey yol kat ettiler. iğneyle kazılmış olan bu kez yokluk değil varlığa dönüştü. Şiirin zamanla organik ilişkisi konusunda ne diyeceksin; yalnızca yaşamın çelişkilerinden ve direnişten beslenen şiir mi canlı kalabilir, zamana direnebilir?

MG: Daha önce de bahsettim, toplumsal kuşatılmışlığı madenciler çeşitli baskılara rağmen kırmaya çalışıyorlar. Şiir zamanın pratiği ile elbette kesişecek ve zamanın yansımasını ve izlerini bütün derinliğiyle dokularına sindirecek. Çağın yıpratıcılığına direnmek bence zamanın ruhunu yakalamak ve dayatılana karşı safını doğru yerde belirlemekle olur. Zamanın ruhunu tüm gerçekliği ile estetize edebilirsek geleceğe kalacak yeni sözler söylemişiz demektir.

BK: Son olarak devrimci/toplumcu gerçekçi şiirin bugünkü soluğu ve gücü için ne söylemek istesin?

MG: Bu konuda tek tek bir yerlere varamayacağımızı, bu bireysel çıkışlarımızı kolektif bir hale getirerek en kısa sürede ortak hareket etmenin gerekliliğini belirtmek isterim. Bu birlikteliği sadece şiir üzerinden değil genel bir sanat politikası inşası ve pratiği üzerinden sağlamak zorundayız.

işte “Devrimci Gerçekçilik” yaratılan bu değersizleştirme ortamında kendine bir yol açmaya, umudu çoğaltmaya, çabalayan gerçekliğin yeniden inşasını önceleyen bir sanat hareketi olarak yol almak istiyor. Bu anlamda gerçekliğin yeniden inşasını önceleyen bir şiir hareketi devrimci estetiğin de habercisidir.

son haber (13 ocak 2021)
Mustafa Güçlü, beşinci şiir kitabını Sizden Önce Geçtim adıyla yayımladı. Bir Türkmen yörüğü olarak Toroslar'ın doruklarından derin vadilerine süzülen akıcı şiirleriyle bizi bir şamanın derin kederlerle örülmüş kıl çadırlarına, bazen de bir işçinin kirli ve kutsal kasesiyle su ikram ettiği grev çadırına konuk ediyor. Şiirin melankoli ve bencilliğe köküne kadar battığı günümüzde Sizden Önce Geçtim şiir kitabıyla okuruna seslenen Mustafa Güçlü’yle günümüz şiirini konuştuk.

Şair Mustafa Güçlü kimdir?
Mustafa Güçlü, Akdeniz’in kıyıcığında, anamın deyişiyle ilk yağmurlar başladığında 1965 sonbaharında doğmuş, pamuk tarlalarının kavurucu sıcağında ilk kez ezen ve ezilen ilişkisini sorgulamış biridir. Çocukluğum Toroslar'ın eteklerinde şimdi kırıntıları bile kalmayan sığla ormanlarının arasında, hiç dinmeyen yağmurların efsanevi atmosferinde geçti. Sonra istanbul’da üniversite yıllarım başladı. Dönemin öğrenci hareketliliği içinde aktif şekilde yer aldım. Edebiyat Fakültesi Öğrenci Derneği'nin ilk kurucuları arasındaki yedi kişiden biriydim. Tabii aktif mücadele çeşitli gözaltı, yargılanma ve hapislik gibi olağan durumlara da yol açtı. Yitirdiklerimiz, özlemlerimiz,yarattığımız değerlerin güzel bir anısı olarak yaşıyor şimdi.

Abdurrahim Kılıç: Uzun soluklu bir şiir serüveniniz var, neden şiir ve neden şiirde ısrar?

Mustafa Güçlü: Bir röportajda çocukluğumda göçer çadırlarına giderek halk hikâyeleri, masallar ve deyişler dinlediğimi belirtmiştim. Kara çadırın içindeki sözlü tarihin bilgesinden nefes aldım, halk kültürünün anne sütü gibi apak enginliğiyle doldurdum kalbimi. Hala bu alanda derleme çalışmalarımı gelecek kuşaklara aktarmak için elimden geldiğince sürdürüyorum. Geçmişteki bu yaşanmışlıklarımın şiir serüvenimde önemli bir yer tuttuğuna inanıyorum. Yeniyi kurmak, insanlık tarihinin ürettiği birikime bilinçli yaklaşmak, o birikimden yararlanmakla olur. Edebiyatçı bozkırda suyu arayan biri gibi ana damarı bulmak, o pınardan kana kana içmek sorumluluğuyla karşı karşıyadır.

Neden şiirde ısrar ettiğime gelince: Şiirle başladım sanat serüvenime, sözel tarihten beslendim, sonra modern şiirimizin ustalarıyla tanıştım üniversite yıllarında. Şiir dışında henüz yayımlamadığım çalışmalarım var: Deneme, roman gibi, ama asıl yoğunlaştığım alan şiirdir. Şiirin bir birikim ve yaşam deneyimi sonucu şekillenen kendine özgü bir tür olduğunu düşünüyorum. işte bu nedenle şiir.

AK: Şiir size göre toplumsal bir algıdan mı yoksa bireysel bir sızlanmadan mı beslenir?

MG: Genç biri için şiirin başlangıcında bireysel sızlanmalar şiire dahil olabilir. Bu şaire şiir yazma konusunda itici bir zemin de hazırlayabilir. Fakat şair şiirini geliştirdikçe öznellikten toplumsal olana doğru bir seyir içinde olmalıdır. Toplumun değişim ve dönüşümüne şiir estetik bir katkı sunmak zorundadır. Bu bağlamda şiir yıkıcı ve provokatiftir. Düne ait gericileşmiş ne varsa dinamik yapısıyla yıkıp geçmelidir. Bakmayın siz, şiiri toplumsal dayanaklarından soyutlamaya çalışarak yapay bir şiirin peşinde koşanlara. Onlar bugünkü sanat ortamını yapılandırmaya çalışanların şiirin sadece bireysel konularla kişisel bunalımların yansıtılmasıyla yazılabileceği safsatasını. insanlıktan birazcık nasibini almış biri kapitalizmin dayattığı yıkım çağında ben kendimi anlatıyorum diye insanlığa ve çağına karşı sorumluluklarından sıyrılamaz. Kısacası bireysellik ve toplumsallık şiirde iç içedir. Şiir sızlanmayı değil şikâyet edilenlerden kurtulmayı, bu bağlamda da bireysel ve toplumsal kurtuluşu işaret eder.

AK: Son günlerde tartışılan toplumcu şiir, devrimci şiir, imgeci şiir tartışmalarının neresindesiniz, değerlendirmeniz nedir?

MG: Toplumsal muhalefet geri olduğu için toplumcu şiir yukarıda bahsettiğim sermaye merkezli müdahaleler yüzünden günümüzde pek görünür değil.

Sermaye gücü ya da yayınevi, dergi vb. üzerinden kafa kol ilişkisiyle örgütlü davranan modern-postmodern şiir anlayışındaki şiir klikleri piyasayı manipüle eder durumda. Onlara göre bizim yazdığımız müzeye kaldırılması gereken Marksist estetiğin şekillendirdiği modası geçmiş ürünler. Varlık dergisi gibi köklü bir dergi bile toplumcu şiire kapılarını sıkı sıkıya kapatmış durumda.

Bana gelince şiirimin toplumcu damardan beslenen doğal olarak imgeyi içselleştirerek gerçeklikle bağını kurabilen devrimci gerçekçi-imgeci bir çizgide olduğunu düşünüyorum. Bu konular üzerinde gelecek günlerde bir grup arkadaşla bakış açımızı ortaya koyan bir metin hazırlığımız da var.

AK: Şiir kitabı yayımlayan yayıncılara ve şiir ödüllerine karşı son zamanlarda radikal çıkışlarda bulundunuz, sebep?

MG: Ödülleri piyasacı edebiyatın, devrimci şiirin önünü kesmek için manipüle organizasyonlar olarak düşünüyorum. Özellikle yayınevleri, editörler belirli bir algının yaratılması için bir merkezden yönetiliyorlar. Bunlara güdümlü seçici kurullarınca işaret edilene sayfalarca ödül gerekçeleri ekleniyor ki çok gülünç geliyor bana. Bütün yaşananlar kapitalist sistemin edebiyata müdahale etme, iğdiş bir sanat yaratma çabalarının sonucudur. Ülkemizde 12 Eylül’le birlikte hız kazanmış bilinçli ve sistemli bir yıkım politikasının hayata geçirilmesidir.

Şiir kitabı zaten kurumsal özelliği olan yayınevleri tarafından eğer ismin popüler değilse ya da parlatılmaya, cilalanmaya müsait değilse basılmıyor. Geriye parayla kitap basmayı geçim kaynağı haline getirmiş merdiven altı fason yayınevleri kalıyor. Bütün bu olumsuzluklara rağmen son zamanlarda az sermaye ile bu kısır döngüyü kırmaya çalışan yayınevleri de sürece katılıyor. Bu tür yayınevlerinin de çoğalması ve kısa sürede kurumsal bir yapıya bürünmesi en büyük temennimiz.

AK: izan Yayıncılık tarafından yayımlanan son kitabınız Sizden Önce Geçtim adını taşıyor. Kimden önce, nereyi geçtiniz, menziliniz nedir, neresidir?

MG: Menzilim sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya, halkların kardeşliği ve ayak seslerine kulaklarımızı kabarttığımız özlenen günlerin gülen yüzüdür. Bu menzilde bize öğüt verenlere ahkam kesenlere, yılgınlık tohumları saçanlara “Sizden önce geçtim,” diyorum. Bu toplumsal mücadelede öncülük görevi üstlenmiş bir kuşağın içinden çıkmış biri olarak yeni kuşaklara, yol yorgunlarına kendini dirençle ifade eden bir adlandırma bana göre.

AK: Şiirlerinizde yoğunluklu doğa imgeleri ve çok realist duran toplumsal sorunlar, örneğin Soma maden işçileri, Tuzla tersane ölüleri, Davutpaşa havai fişek kazası gibi temalar bir arada bulunuyor. Şiirin günümüzde ideolojik bir damardan akması gerekir mi?

MG: Şiirin besleneceği damar ezilenlerin, ötekilerin düşleri ve acılarıdır. Eşit ve adil olmayan dünyada çocuk işçilerin iliklerine kadar sömürüldüğü, iş kazalarının, yoklukların biçimlendirdiği hayatların sersefil olduğu bir düzende şiir bu olumsuzluklara ne kadar kayıtsız kalabilir? Şiir insanı varoluşsal düzlemde bireysel ve toplumsal bütünselliği içinde yakalayarak ele almalıdır. Kuru bir ideolojik söylem şiire bir şey kazandırmaz, bütüncül bir yaklaşımla şiirini kuruyorsan yeni insanın estetiğinin oluşumuna bir katkı sunuyorsun demektir. Ben böyle bir damara yaslanmayı insanlaşmaya estetik bir katkı olarak adlandırıyorum. Tabii isteyen ideolojik damardan da beslenmiş diyebilir. Çünkü her şeye kayıtsız kalmak da bir ideolojik tutumdur bana göre.

Aslında kayıtsızlık en büyük kötülüktür ve yaşanılanların kıyıda köşede durularak sessizce onaylanmasıdır. Kısacası insanın durduğu yer zaten kendi tercihidir ve nihayetinde zamanın ideolojisine göre o yer belirlenir.

AK: Okurların ve edebiyat camiasının size şiirin devrimci şamanı demelerinin nedeni ne acaba?

MG: Herhalde şiirlerimin doğacı yaklaşımı ve arka planda geçmişe ait arkaik sözcüklerden beslenmesi ve bunu sentezleyerek devrimci bir dönüşüme olanak sunma çabasındandır diye düşünüyorum. Şamanlık geleneğinin ve şamanın, eski toplumlarda önemli bir işlevi vardı. Onlar içinde bulundukları toplumun hem doktoru hem sanatçısı ve kahiniydiler. Şair de sezgileriyle hareket etmesi bakımından ilkel bir ritüelin devamcısı gibidir. Şairin sezgisel gücü, imgenin ortaya çıkışında önemli bir yaratım basamağıdır. Devrimci şaman tabiri, arkadaşlarımızın hoş bir latifesidir diyelim.

AK: Sizden Önce Geçtim kitabınızda da diğer şiir kitaplarınız gibi bazı Kürt şahsiyetleri ve coğrafyası da epey imge bulmuş. Kürt diline, kültürüne bir şair olarak nasıl bakıyorsunuz?

MG: Klasik bir tabirle şair yaşadığı çağın ilk elden tanığıdır. Bu tanıklık öncelikle kendi coğrafyasından başlar. Benim şiirim de kendi coğrafyamızda yaşanan zulümlerden, hak ihlallerinden kaynaklı olumsuzluklara karşı ilgisiz kalmıyor. Ötekilerin tarihi yazılırken egemenlerin bizlere dayattığı bütün argümanlara karşı safını belirliyor. Milliyetçi, ırkçı anlayışların yeryüzünde nelere yol açtığını tüm çıplaklığıyla görebiliyoruz. Kadim Mezopotamya kültürlerini bağrında barındıran ve kavimlerin geçiş kapısı olan Anadolu, bu kültürlerin kalıntılarının günümüze kadar kesintisiz bir şekilde sürdüğü zengin bir coğrafyadır. Özellikle sözlü ve maddi kültürde izleri sürülebilen bu kültürel devamlılık kimi zaman dengbejlerin yanık avazında, kimi zaman Göbeklitepe’nin tapınak izlerinde, figüratif şekillerinde kendini göstermiştir.

Şiir bu coğrafyanın mayasıdır, bu maya kültürleri ayakta tutan ve birbirine yaklaştıran bir özellik taşır. Bu bağlamda Kürt dilinin kaynaklarında Melayê Cizîrî, Feqiyê Teyran, Ehmedê Xanî “gibi önemli ozanlar olduğunu, onların seslerinin dünyanın şiir ırmağında özel tınılarıyla yer aldığını görebiliyoruz. Fakat bu arada lafı gelmişken özellikle belirtmek istiyorum. Acıların kıyısında yanı başlarında yaşanılana gözlerini kapayan popüler kültürün bir parçası haline gelerek kimliksiz şiir yazanlar da var. Metafor yaratma üzerine usta olan bu şairlerin Bodrum’da, Marmaris’te yaşıyormuş gibi melez bir şiir yazmaları gerçekten çok acı bir durum. Önder Birol, Evrensel gazetesinde son kitabımla ilgili bir tespitinde; şiirlerimdeki Mezopotamya tınılarından bahsediyor. işte bu tınılar bütün görkemiyle şiirime kaynaklık ediyor, şiirime tarihin derinliklerinden gelen bir berraklıkla yol gösteriyor.

AK: Şairin bakış açısından bakınca ülkenin sanat ve siyaset ufkunda neler görüyorsunuz?

MG: Ülkenin sanatı, ekonomisinden bağımsız değil elbette. Sanat, tekelci piyasa ekonomisinde 1980 sonrası gittikçe yozlaşan ve sınıftan uzaklaşan bir çizgi izledi. Bu çizginin yarattığı iklim katmerleşerek hala günümüzde etkisini yakıcı bir şekilde sürdürüyor. Ben devrimci şiirdeki ısrarımızın Ermenek ve Soma maden işçilerinin mücadelesinden bağımsız olduğunu düşünmüyorum. işçi sınıfı kuşatılmışlığı fiili ve meşru mücadelesiyle aşmaya çalıyor. Biz de sanat alanında bize dayatılan hiçleştirmeye ve manipülasyon araçlarının etkisiyle yaratılan yıkıma ve yok saymaya bir karşı duruş sergilemeye çalışıyoruz. Attığımız adımların etkilerini kısa zamanda umarım görebileceğiz. Düşlediğimiz ülke bütün renkleriyle gökkuşağı boyunca güzel bir ülke. Yok sayılanlar bir gün bu ülkenin halaylarında en önde omuzdaş olacaklar.

AK: Son söz niyetine?

MG: Röportaj için teşekkür ediyorum. Herkese selam ve sevgiler.

oggito (17 aralık 2020)
Mustafa Güçlü, beşinci şiir kitabını Sizden Önce Geçtim adıyla yayımladı. Bir Türkmen yörüğü olarak Toroslar'ın doruklarından derin vadilerine süzülen akıcı şiirleriyle bizi bir şamanın derin kederlerle örülmüş kıl çadırlarına, bazen de bir işçinin kirli ve kutsal kasesiyle su ikram ettiği grev çadırına konuk ediyor. Şiirin melankoli ve bencilliğe köküne kadar battığı günümüzde Sizden Önce Geçtim şiir kitabıyla okuruna seslenen Mustafa Güçlü’yle günümüz şiirini konuştuk.

Şair Mustafa Güçlü kimdir?
Mustafa Güçlü, Akdeniz’in kıyıcığında, anamın deyişiyle ilk yağmurlar başladığında 1965 sonbaharında doğmuş, pamuk tarlalarının kavurucu sıcağında ilk kez ezen ve ezilen ilişkisini sorgulamış biridir. Çocukluğum Toroslar'ın eteklerinde şimdi kırıntıları bile kalmayan sığla ormanlarının arasında, hiç dinmeyen yağmurların efsanevi atmosferinde geçti. Sonra istanbul’da üniversite yıllarım başladı. Dönemin öğrenci hareketliliği içinde aktif şekilde yer aldım. Edebiyat Fakültesi Öğrenci Derneği'nin ilk kurucuları arasındaki yedi kişiden biriydim. Tabii aktif mücadele çeşitli gözaltı, yargılanma ve hapislik gibi olağan durumlara da yol açtı. Yitirdiklerimiz, özlemlerimiz,yarattığımız değerlerin güzel bir anısı olarak yaşıyor şimdi.

Abdurrahim Kılıç: Uzun soluklu bir şiir serüveniniz var, neden şiir ve neden şiirde ısrar?

Mustafa Güçlü: Bir röportajda çocukluğumda göçer çadırlarına giderek halk hikâyeleri, masallar ve deyişler dinlediğimi belirtmiştim. Kara çadırın içindeki sözlü tarihin bilgesinden nefes aldım, halk kültürünün anne sütü gibi apak enginliğiyle doldurdum kalbimi. Hala bu alanda derleme çalışmalarımı gelecek kuşaklara aktarmak için elimden geldiğince sürdürüyorum. Geçmişteki bu yaşanmışlıklarımın şiir serüvenimde önemli bir yer tuttuğuna inanıyorum. Yeniyi kurmak, insanlık tarihinin ürettiği birikime bilinçli yaklaşmak, o birikimden yararlanmakla olur. Edebiyatçı bozkırda suyu arayan biri gibi ana damarı bulmak, o pınardan kana kana içmek sorumluluğuyla karşı karşıyadır.

Neden şiirde ısrar ettiğime gelince: Şiirle başladım sanat serüvenime, sözel tarihten beslendim, sonra modern şiirimizin ustalarıyla tanıştım üniversite yıllarında. Şiir dışında henüz yayımlamadığım çalışmalarım var: Deneme, roman gibi, ama asıl yoğunlaştığım alan şiirdir. Şiirin bir birikim ve yaşam deneyimi sonucu şekillenen kendine özgü bir tür olduğunu düşünüyorum. işte bu nedenle şiir.

AK: Şiir size göre toplumsal bir algıdan mı yoksa bireysel bir sızlanmadan mı beslenir?

MG: Genç biri için şiirin başlangıcında bireysel sızlanmalar şiire dahil olabilir. Bu şaire şiir yazma konusunda itici bir zemin de hazırlayabilir. Fakat şair şiirini geliştirdikçe öznellikten toplumsal olana doğru bir seyir içinde olmalıdır. Toplumun değişim ve dönüşümüne şiir estetik bir katkı sunmak zorundadır. Bu bağlamda şiir yıkıcı ve provokatiftir. Düne ait gericileşmiş ne varsa dinamik yapısıyla yıkıp geçmelidir. Bakmayın siz, şiiri toplumsal dayanaklarından soyutlamaya çalışarak yapay bir şiirin peşinde koşanlara. Onlar bugünkü sanat ortamını yapılandırmaya çalışanların şiirin sadece bireysel konularla kişisel bunalımların yansıtılmasıyla yazılabileceği safsatasını. insanlıktan birazcık nasibini almış biri kapitalizmin dayattığı yıkım çağında ben kendimi anlatıyorum diye insanlığa ve çağına karşı sorumluluklarından sıyrılamaz. Kısacası bireysellik ve toplumsallık şiirde iç içedir. Şiir sızlanmayı değil şikâyet edilenlerden kurtulmayı, bu bağlamda da bireysel ve toplumsal kurtuluşu işaret eder.

AK: Son günlerde tartışılan toplumcu şiir, devrimci şiir, imgeci şiir tartışmalarının neresindesiniz, değerlendirmeniz nedir?

MG: Toplumsal muhalefet geri olduğu için toplumcu şiir yukarıda bahsettiğim sermaye merkezli müdahaleler yüzünden günümüzde pek görünür değil.

Sermaye gücü ya da yayınevi, dergi vb. üzerinden kafa kol ilişkisiyle örgütlü davranan modern-postmodern şiir anlayışındaki şiir klikleri piyasayı manipüle eder durumda. Onlara göre bizim yazdığımız müzeye kaldırılması gereken Marksist estetiğin şekillendirdiği modası geçmiş ürünler. Varlık dergisi gibi köklü bir dergi bile toplumcu şiire kapılarını sıkı sıkıya kapatmış durumda.

Bana gelince şiirimin toplumcu damardan beslenen doğal olarak imgeyi içselleştirerek gerçeklikle bağını kurabilen devrimci gerçekçi-imgeci bir çizgide olduğunu düşünüyorum. Bu konular üzerinde gelecek günlerde bir grup arkadaşla bakış açımızı ortaya koyan bir metin hazırlığımız da var.

AK: Şiir kitabı yayımlayan yayıncılara ve şiir ödüllerine karşı son zamanlarda radikal çıkışlarda bulundunuz, sebep?

MG: Ödülleri piyasacı edebiyatın, devrimci şiirin önünü kesmek için manipüle organizasyonlar olarak düşünüyorum. Özellikle yayınevleri, editörler belirli bir algının yaratılması için bir merkezden yönetiliyorlar. Bunlara güdümlü seçici kurullarınca işaret edilene sayfalarca ödül gerekçeleri ekleniyor ki çok gülünç geliyor bana. Bütün yaşananlar kapitalist sistemin edebiyata müdahale etme, iğdiş bir sanat yaratma çabalarının sonucudur. Ülkemizde 12 Eylül’le birlikte hız kazanmış bilinçli ve sistemli bir yıkım politikasının hayata geçirilmesidir.

Şiir kitabı zaten kurumsal özelliği olan yayınevleri tarafından eğer ismin popüler değilse ya da parlatılmaya, cilalanmaya müsait değilse basılmıyor. Geriye parayla kitap basmayı geçim kaynağı haline getirmiş merdiven altı fason yayınevleri kalıyor. Bütün bu olumsuzluklara rağmen son zamanlarda az sermaye ile bu kısır döngüyü kırmaya çalışan yayınevleri de sürece katılıyor. Bu tür yayınevlerinin de çoğalması ve kısa sürede kurumsal bir yapıya bürünmesi en büyük temennimiz.

AK: izan Yayıncılık tarafından yayımlanan son kitabınız Sizden Önce Geçtim adını taşıyor. Kimden önce, nereyi geçtiniz, menziliniz nedir, neresidir?

MG: Menzilim sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya, halkların kardeşliği ve ayak seslerine kulaklarımızı kabarttığımız özlenen günlerin gülen yüzüdür. Bu menzilde bize öğüt verenlere ahkam kesenlere, yılgınlık tohumları saçanlara “Sizden önce geçtim,” diyorum. Bu toplumsal mücadelede öncülük görevi üstlenmiş bir kuşağın içinden çıkmış biri olarak yeni kuşaklara, yol yorgunlarına kendini dirençle ifade eden bir adlandırma bana göre.

AK: Şiirlerinizde yoğunluklu doğa imgeleri ve çok realist duran toplumsal sorunlar, örneğin Soma maden işçileri, Tuzla tersane ölüleri, Davutpaşa havai fişek kazası gibi temalar bir arada bulunuyor. Şiirin günümüzde ideolojik bir damardan akması gerekir mi?

MG: Şiirin besleneceği damar ezilenlerin, ötekilerin düşleri ve acılarıdır. Eşit ve adil olmayan dünyada çocuk işçilerin iliklerine kadar sömürüldüğü, iş kazalarının, yoklukların biçimlendirdiği hayatların sersefil olduğu bir düzende şiir bu olumsuzluklara ne kadar kayıtsız kalabilir? Şiir insanı varoluşsal düzlemde bireysel ve toplumsal bütünselliği içinde yakalayarak ele almalıdır. Kuru bir ideolojik söylem şiire bir şey kazandırmaz, bütüncül bir yaklaşımla şiirini kuruyorsan yeni insanın estetiğinin oluşumuna bir katkı sunuyorsun demektir. Ben böyle bir damara yaslanmayı insanlaşmaya estetik bir katkı olarak adlandırıyorum. Tabii isteyen ideolojik damardan da beslenmiş diyebilir. Çünkü her şeye kayıtsız kalmak da bir ideolojik tutumdur bana göre.

Aslında kayıtsızlık en büyük kötülüktür ve yaşanılanların kıyıda köşede durularak sessizce onaylanmasıdır. Kısacası insanın durduğu yer zaten kendi tercihidir ve nihayetinde zamanın ideolojisine göre o yer belirlenir.

AK: Okurların ve edebiyat camiasının size şiirin devrimci şamanı demelerinin nedeni ne acaba?

MG: Herhalde şiirlerimin doğacı yaklaşımı ve arka planda geçmişe ait arkaik sözcüklerden beslenmesi ve bunu sentezleyerek devrimci bir dönüşüme olanak sunma çabasındandır diye düşünüyorum. Şamanlık geleneğinin ve şamanın, eski toplumlarda önemli bir işlevi vardı. Onlar içinde bulundukları toplumun hem doktoru hem sanatçısı ve kahiniydiler. Şair de sezgileriyle hareket etmesi bakımından ilkel bir ritüelin devamcısı gibidir. Şairin sezgisel gücü, imgenin ortaya çıkışında önemli bir yaratım basamağıdır. Devrimci şaman tabiri, arkadaşlarımızın hoş bir latifesidir diyelim.

AK: Sizden Önce Geçtim kitabınızda da diğer şiir kitaplarınız gibi bazı Kürt şahsiyetleri ve coğrafyası da epey imge bulmuş. Kürt diline, kültürüne bir şair olarak nasıl bakıyorsunuz?

MG: Klasik bir tabirle şair yaşadığı çağın ilk elden tanığıdır. Bu tanıklık öncelikle kendi coğrafyasından başlar. Benim şiirim de kendi coğrafyamızda yaşanan zulümlerden, hak ihlallerinden kaynaklı olumsuzluklara karşı ilgisiz kalmıyor. Ötekilerin tarihi yazılırken egemenlerin bizlere dayattığı bütün argümanlara karşı safını belirliyor. Milliyetçi, ırkçı anlayışların yeryüzünde nelere yol açtığını tüm çıplaklığıyla görebiliyoruz. Kadim Mezopotamya kültürlerini bağrında barındıran ve kavimlerin geçiş kapısı olan Anadolu, bu kültürlerin kalıntılarının günümüze kadar kesintisiz bir şekilde sürdüğü zengin bir coğrafyadır. Özellikle sözlü ve maddi kültürde izleri sürülebilen bu kültürel devamlılık kimi zaman dengbejlerin yanık avazında, kimi zaman Göbeklitepe’nin tapınak izlerinde, figüratif şekillerinde kendini göstermiştir.

Şiir bu coğrafyanın mayasıdır, bu maya kültürleri ayakta tutan ve birbirine yaklaştıran bir özellik taşır. Bu bağlamda Kürt dilinin kaynaklarında Melayê Cizîrî, Feqiyê Teyran, Ehmedê Xanî “gibi önemli ozanlar olduğunu, onların seslerinin dünyanın şiir ırmağında özel tınılarıyla yer aldığını görebiliyoruz. Fakat bu arada lafı gelmişken özellikle belirtmek istiyorum. Acıların kıyısında yanı başlarında yaşanılana gözlerini kapayan popüler kültürün bir parçası haline gelerek kimliksiz şiir yazanlar da var. Metafor yaratma üzerine usta olan bu şairlerin Bodrum’da, Marmaris’te yaşıyormuş gibi melez bir şiir yazmaları gerçekten çok acı bir durum. Önder Birol, Evrensel gazetesinde son kitabımla ilgili bir tespitinde; şiirlerimdeki Mezopotamya tınılarından bahsediyor. işte bu tınılar bütün görkemiyle şiirime kaynaklık ediyor, şiirime tarihin derinliklerinden gelen bir berraklıkla yol gösteriyor.

AK: Şairin bakış açısından bakınca ülkenin sanat ve siyaset ufkunda neler görüyorsunuz?

MG: Ülkenin sanatı, ekonomisinden bağımsız değil elbette. Sanat, tekelci piyasa ekonomisinde 1980 sonrası gittikçe yozlaşan ve sınıftan uzaklaşan bir çizgi izledi. Bu çizginin yarattığı iklim katmerleşerek hala günümüzde etkisini yakıcı bir şekilde sürdürüyor. Ben devrimci şiirdeki ısrarımızın Ermenek ve Soma maden işçilerinin mücadelesinden bağımsız olduğunu düşünmüyorum. işçi sınıfı kuşatılmışlığı fiili ve meşru mücadelesiyle aşmaya çalıyor. Biz de sanat alanında bize dayatılan hiçleştirmeye ve manipülasyon araçlarının etkisiyle yaratılan yıkıma ve yok saymaya bir karşı duruş sergilemeye çalışıyoruz. Attığımız adımların etkilerini kısa zamanda umarım görebileceğiz. Düşlediğimiz ülke bütün renkleriyle gökkuşağı boyunca güzel bir ülke. Yok sayılanlar bir gün bu ülkenin halaylarında en önde omuzdaş olacaklar.

AK: Son söz niyetine?

MG: Röportaj için teşekkür ediyorum. Herkese selam ve sevgiler.

oggito (17 aralık 2020)