bugün

akşamüzeri kuzenim aradı ve şikago'dan gelecek iki misafir olduğunu, onları alıp da eli-yüzü düzgün bir otele götürüp, götüremeyeceğimi sordu. yapacak daha iyi bir şey bulamadım(sevgilimin, aynı saatlerde sınavda olması da etkendi tabi bu durumda. yoksa ki şehrin üzerinde ilk turlarını dönen baharı kaçırmazdım katiyen...) ve kabul ettim. daha önce hiç görmediğim, hiç tanımadığım kişileri karşılamaya gidecektim ve kendimi mutlu da hissediyordum. bir a dört kağıt üzerine tükenmez kalemle ve üzerinden geçerek "adirana r." yazdım büyük harflerle. adriana, aynı zamanda çocukluğumdan aklımda kalmış bir kahraman ile evliydi. bir arkadaşı ile gelecekti...

atatürk havalimanı'na gittim ve "dış hatlar geliş" yazan tabelayı takiben "dış hatlar geliş" kapısına ulaştım. saatime baktım, dürdü yirmi geçiyordu daha ve uçağın inmesine kırk beş dakika vardı. o hâlde pekala bir sigara içip de öyle girebilirdim içeri... şu x-ray cihazından geçmek, oldum olası canımı sıkıyordu. her defasında "potansiyel bir terörist" olduğuma inanıyordum ben de garip bir şekilde. sigaramı çıkartıp ateşledim... uçuşuna ramak kaldığını düşündüğüm telaşlı bir hostes geldi ve ateş istedi. normalde çakmak vermeyi pek sevmem başkasına ama sigarasını ben yakacak olsam, yanlış anlama ihtimâli vardı ki böyle bir şey olmasını istemezdim. sigaramı içerken kulağımda i walk the line çalıyor, sınav öncesi aklına herhangi bir tedirginlik düşmesini istemediğim sevgilime ilgili durumu haber verememiş olmanın suçluluğunu taşıyordum üzerimde. hayır, doğuştan bahtsız bir adamım bazı konularda(bazılarında tam tersine fazla şanslı bile sayılırım). ve bilhassa kıskanç bir sevgilimin olması, beni tanıyan bir arkadaşının beni burada iki kadınla görmesi için yeterli bir gerekçeydi bana göre. derken önce şarkı bitti, sonra ceketim, saatim ve hatta kemerime kadar herşeyi çıkartarak geçtim güvenlik amaçlı zımbırtıdan. garipsenecek ama garipsemeyeceğim şekilde öttüm. zira bana göre dahi kirli sakallarım ve dağınık saçlarımla(bilhassa siyaha yakın ten rengim ile) potansiyel bir teröristtim. neyse ki üç kere geçip, üçünde de cihazın ötmesine karşın kimse tarafından vurulmamıştım. elindeki zımbırtıyla yakın taramaya tabi tutan polis tedirginliğimi farketmiş olacak ki "ayakkabınızdaki metallerdir" diyerek su serpti gönlüme, sağolsun.

nihayet içerideydim ama hala şikago'dan kalkan uçağın inişine biraz zaman vardı. hatta saatimde bir şaşma söz konusu değilse yarım saat vardı. pekala gidip de oturabilirdim bu süre zarfında. şu ortalıkta koşan erkek çocuğu ne kadar da sevimli... "efeee, buraya gel." diye çağırıyor babası onu. gözgöze geldiğimizde ben göz kırpmaya meyletmişken o benden daha seri davranıyor. hareketleri, ağır bir adamım ki arada bir nefes almaya dahi üşendiğim oluyor. neyse konumuz bu değil. o sıra başım dönüyor ve camekanlarımı çıkartıyorum gözümden... bir miyop, gözlüğünü sekiz yıl boyunca kullanmayıp da sonrasında kullanmaya başlayınca bu tip reaksiyonlar olurmuş, gözümün içine ışıkla bakan asistan uyarmıştı reçetemi yazarken. hay allah, vakit geçmek bilmiyor... bu kadar oturmak yeter sanırım. valide sultan, ne kadar da pimpirikli... bana kalsa dört buçukta evden henüz çıkardım. sahi, işe bile her allah'ın günü son dakikada yetişen bir çalışanım ben. olsun, sıkıldım oturmaktan. saatim beşe beş var ve normal şartlarda uçağın inmesine on dakika var. gene de on dakika erken beklemeye başlamak bana bir şey kaybettirmez.

"şikago - indi tahmini iniş saati 17:05 gerçek iniş saati 16:43"

hassiktir... uçak piste inmiş. oysa kapıdan hala umre dönüşündekiler gösteriyor kendilerini bilmiyorum ne kadar para verip de aldıkları arap suyu ile dolu şişelerle. elimdeki yazı panosunu kaldırıyorum. efe, hemen arkamda ve babasının omuzları üzerinde umreden dönen dedesini bekliyor. ben, hiç tanımadığım iki kadını bekliyorum ve sevgilim bu durumu, benim dışımda birisinden öğrenecek olursa açıklamak nâmümkün olur. hemen yan tarafımda farklı seyahat acentalarının kartonetlerini tutan iki kişi "duty freeefsaneleri" üzerine derin bir konuşma yapıyorlar. birisi, çok pis rant döndüğünü savunurken; diğeri ise o devrin eskide kaldığını söylüyor. önceden havalimanı çalışanlarının dahi bir yolunu bulup da bu hizmetten yararlandıklarını ve fakat sonradan farklı pasaportlar bulup da onlara toplam 20 şişe viski işleten polisin, bu işi bir gazetecinin(gazeteci olduğunu bilmeden) gözü önünde yaptığını ve ertesi gün gazete köşesinde yer bulan konunun buradaki vergiye tabi olmayan alışverişi baltaladığını söylüyor. öteki hala vakt-i zamanında birilerinin "malı götürdüğü" kanısında olsa da ona katılmıyor ve "bir kaç şişe viski ile ne götürecen yaaa" diyerek bilgeliğini konuşturuyor. konumuz, duty free değil tabi. efe bağırıyor "dedeeee" diye ama konumuz efe de değil. kapanan otomatik kapı tekrar açılıyor. etrafa şaşkın gözlerle bakan iki orta yaşlı kadın çıkıyor kapıdan ve garip bir şekilde biliyorum alacağım kişilerin onlar olduğunu. "adriana" diye seslendiğimde bakmasına şaşırmıyorum dahi...

havalimanı müdavimi olduklarını anladığım duty free ikilisi arkamdan konuşuyor "milletteki ne şans hemen buldular misafirlerini" diye. ve efe, dedesinin kucağında evine doğru yol alıyor. o cılız çocuktan hiç bahsetmedim ama hepimiz de onu, orada bırakıp gidiyoruz. oradaki bir gsm operatörünün bayiinde çalışıyor. belki de benim bugün şahit olduğum tabloyu her gün, her allah'ın günü izliyor ve artık efe'den, dedesinden, şikago uçağından, new york seferlerinden, priştine yolcularından ve duty free efsanelerinden nefret ediyor. tüm bu yolculuklar arasında belki de kayboluyor...