bugün

entry'ler (780)

felsefe

hemen her ''felsefe 101'' kitabının girişinde felsefe; yunancada sevmek, peşinden gitmek, aramak anlamına gelen ''philia'' ve bilgelik anlamına gelen ''sophia'' kelimelerini birleşiminden oluşan bir kavram olarak tanımlanmıştır. evet, gerçekten de öyledir. felsefe; bilgiyi sevmek, bilginin peşinden koşmak ve ömür yettiğince onu aramaktır. zira, aristoteles'in de dediği gibi ''insan, bildiğinden ibarettir.'' o halde felsefe dediğimiz mefhum belli bir akademik çevreye, belli bir zümreye, havas takımına mı özgüdür? sıradan ölümlüler, proletarya, parya vb. felsefe yapamaz yahut onun peşinden koşamaz mı? elbette ki hayır! kendi varlığını sorgulayan, varoluşunun özünü bilmek isteyen, zihnini çalıştıran ve daima merak eden her insanın yolu felsefeye çıkmıştır ve çıkacaktır. hayata dair kaygısı olmayan, zihnini ötekilerin düşünüşlerinin hegemonyasına tutsak etmiş, fikrin ışığından yoksun insanlar ise o yola asla girmeyecektir. gelin, biz bu yolda neler var, nelerle karşılacağız ve bu yola neden girmemiz gerektiği üzerinde hemhâl olalım.

--- spoiler ---
erbâb-ı kemâli çekemez nakıs olanlar,
rencide olur dîde-i huffâş ziyadan.
- ziya paşa
(olgun, aklıselim insanları noksan olanlar çekemezler, tıpkı ışıktan, aydınlıktan rahatsız olan yarasalar gibi.)
--- spoiler ---

insan, bildiğinden ibarettir

özellikle toplumumuzda felsefe pek sevilmez, nahoş görülür ve netice itibarıyla hayatın dışına itilmiştir. bu duruma; büyük şairlerimizin beyitlerinde, ediplerimizin yazılarında ve toplumun hafızasında rastlamamız pek mümkündür. 17. yy'ın büyük şairi ve düşünce adamı nâbi'nin oğluna yazdığı öğütte (hayriye-i nâbi) dâhi rastlarız. ''hikmet-ü felsefeden eyle hazer, evliya nüshasına eyle nazar.'' der büyük şair. oğluna felsefeden uzak durmasını evliyaların nüshalarına dikkat kesilmesi gerektiğini öğütler. onun gibi birçok toplum önderinde ve sanatçımızda bu duruma rastlarız. bu durumun elbette ki birçok sebebi vardır. fakat bizce en önemlisi; felsefenin düşünceyi ve sorgulamayı ön plana alarak alışılmışlıkları, gelenekleri ve büsbütün yerleşik inançları zihnin süzgecine alması ve o süzgeçten yalnızca birkaç sağlam fikrin geçebilmesidir. bir diğeri ise özellikle günümüzde tercümanların, felsefî eserleri çevirirken terminolojiye ve kendi diline hâkim olmadan, düşünürlerin derûnî düşüncelerini satıhta bırakmaları ve türkçenin gücünü çevirilere yansıtamamalarıdır. bu durumu felsefeyi büsbütün anlaşılmaz kılmakta ve ona tabiri caizse ezoterik bir muhteva yüklemektedir. dolayısıyla felsefe okumaları yapan kişi içine girdiği dehlizde boğularak bu yoldan erkenden geri dönmeyi tercih edecek, felsefenin asûde dünyasına bigâne kalacaktır.
aslına bakarsanız felsefe cesaret işidir, karşınıza çıkacak zıtlıklara yüzleşebilme cesareti, kalıpların dışına çıkabilme cesareti ve gerekirse yalnızlığın korkutucu sükûtunda yürüyebilme cesareti gerektirir. insan hayatını değiştiren, ona yol gösteren; sanatta, fikirde, bilimde çığır açan düşünce ve eserlerin çoğu, tezatların birbirini eritmesinden doğmuştur. maalesef ki insanların büyük çoğunluğu zıtlıklara göğüse germe, kalıpları yıkma cesaretini gösterememektedir. keza bizim toplumumuzda da bu durum en acı haliyle görülmektedir. dolayısıyla merakın ve cesaretin barınamadığı bir toplumda felsefe de kendine yer bulmamaktadır.

düşünüyorum, o halde varım!

büyük filozof descartes varoluşunu sorgularken vardığı final ''cogito ergo sum''dur (düşünüyorum, o halde varım). varlığını düşüncenin gücüne borçludur. j. j. rousseau da büyük filozofa nazire olarak ''varım, o halde düşünüyorum'' der. şüphesiz ki tefekkür ile varlık birbirinden bağımsız düşünülemez. gerçek anlamda var olmak aslında, süjenin varoluşunun bilincine varabilmesidir. insanı, insan yapan en önemli şey de budur belki. insan varlığının bilincindedir, iradesinin farkındadır ve solipsist hâlden düşüncenin gücüyle sıyrılmıştır. kendi dışında bir dünyanın da farkındadır. onu hayvanlardan ve bitkilerden farklı kılan yegâne şey de budur. niyâzî mısrî bir beyitinde bu durumu çok güzel dile getirmiştir: ''nereye gelir yolun senin, ya nereye varır menzilin? nerden gelüp gittiğini anlamayan hayvan imiş.'' evet, insanı insan yapan en önemli faaliyet idedir, tefekküdür. aslında felsefenin babası da düşünmektir. düşünmek, merak etmek, sorgulamak ve mütemadiyen bilginin peşinden koşmak; felsefenin özeti bu kavramlardan ibarettir. o halde felsefe neden sevilmesin, neden yüksek bir tabakaya mahsusmuş gibi görünsün? neden her insan felsefenin büyülü dünyasında kendine bir mekân edinmesin?
felsefe kimsenin malı değildir, hele ki akademik camia gibi sınırlı bir camianın hiç değildir. platon, bilge olmak için insanların bolca boş zamana ihtiyacı olduğunu ve bu boş zamanın da ancak yaşamını idâme ettirmek için çalışmaya muhtaç olmayan insanlarda olabileceğini söylemiştir. elbette ki doğruluk payı vardır. okumak ve bilgi edinmek bolca zaman ve emek isteyen bir iştir. fakat felsefenin yoluna girmek dâhi tek başına insanı ihyâ eden bir durumdur. o; varlığını büsbütün akleden, sorgulayan insana borçludur. dolayısıyla her insan mutlaka felsefenin bir ucunda vardır. fakat belli bir güruh tarafından dışlandığı için o camiada kendine yer bulamaz insan. fikirleri dışlanır, saçma bulunur, dost edinemez… dolayısıyla bu insan, belli bir ideolojinin bataklığına saplanır, fikirlerini ona tutsak eder ve bir ömrü onun peşinde harcar. bu ne büyük bir izmihlâldir! burada en büyük suç belki de felsefeyi anlaşılmaz kılanlardadır, evet. fakat filozofları kendi eserlerinden değil bir başka kişinin anlatımıyla okuyanlar ve bu sebeple felsefeden uzaklaşanların da suçu yadsınamaz derecede büyüktür. her mütefekkiri, her filozofu kendi anlatımıyla, yorumsuz olarak okumak son derece elzem bir konudur. ikinci el bilgi daima zarar getirir. kanaatimce, filozoflar içinde yeri çok ayrı olan ve hayata alenen dokunan büyük filozof schopenhauer'dan bu noktada iktibas etmek gerektiğini düşünüyorum:

yalnız yazarların kendilerinden felsefî düşünceler alabiliriz; bu bakımdan, kendini felsefenin çektiğini duyanlar, filozofların ölümsüz sözlerini, onların eserlerinin durgun tapınağında aramalıdır.''

''başkalarının kafalarının için, insanın kendi gerçek mutluluğunun yuvası diye düşüneceği yer değildir.''

- arthur schopenhauer

her zihin felsefe yapmaya yetkindir; felsefe doğru bilgiye ulaşmayı amaç edinir, bu doğrudur. lâkin bu yolda basit, sıradan ve yanlış bilgiler olmadan doğruya ulaşmaya çalışmak abesle iştigal etmek olacaktır. her filozof selefini eleştirerek yahut onun fikirlerini geliştirerek yeni fikirlere yelken açmıştır. felsefe tarihini okuyan bir insan, günümüzden bakınca o kadar basit ve sıradan görünen bilgilere tesadüf eder ki ''yere göğe sığdıramadıkları adam bunları mı söylemiş?'' gibi sorular sorması işten bile değildir. oysa o bilgiler kendi döneminde o denli kıymetlidir ki nice büyük fikirlerin yolunu açmışlardır. insanlık bugün de aynı şekilde yüzlerce basit, garip, anlaşılmaz, farklı bilgilere ihtiyaç duymaktadır. ancak bu tür bilgiler eleştirilerek yahut kanıtlanarak insanlık ihyâ olabilir. nahvete kapılmadan, felsefeyi belli bir güruhun malıymış gibi pazarlamadan onu; insanlara, insanlarımıza, insanlığa benimsetmeye çalışmamız gerekir. zirâ sorgulamadan, eleştirmeden edinilen her bilgi dünya tarihinde nice felaketlere yol açmıştır. insanlık ağacında bugüne dek, körü körüne bağlılık ve bağnazlık kadar büyük bir utanç meyvesi yeşermemiştir. tüm bunların sebebi; bilgiyi sevmekten, bilginin peşinde koşmaktan ve sorgulamaktan, hülasâ felsefeden uzak durulmasıdır. insanın; dinini, toplumunu, benimsemiş olduğu ahlâkı, türlü inançlarını sorgulamaya tâbi tutmadan kulaktan dolma bilgiler ile kendine mâl etmesi, şahsına ve mevcut olduğu dünyaya ziyandan başka bir şey getirmeyecektir. descartes'in meşhur kartezyen metodu tek başına uygulandığında dâhi büyük sorunlara merhem olacaktır. yazımı sonladırken bu metodu kısaca tanımlamak ve bir alıntıya yer vermek isterim:

kartezyen şüphecilik

descartes'in bu yöntemi aslında oldukça basittir. büyük filozof insanlara içinde en küçük şüphe, doğru olmama ihtimâli barındıran bir şeyi asla kabul etmemeleri gerektiğini öğütler. ve bunu bizzat kendisi şu örnekle açıklar:
bir çuval elmayı düşünün. çuvalın içinde çürük elmalar da olduğunu biliyorsunuz, ama hangilerinin çürük olduğundan emin değilsiniz. içinde çürük elma kalmadığından, sadece taze elmalar bulunduğundan emin olduğunuz bir çuval elde etmek için ne yapardınız? tüm elmaları yere döker, teker teker kontrol edersiniz ve sadece sağlam olduğundan emin olduklarınızı çuvala geri atarsınız. bunu yaparken içleri biraz çürükmüş gibi görünen birkaç sağlam elmayı da çöpe atabilirsiniz. ama yine de sonuçta çuvalınızda sağlam elmalar olduğundan emin olursunuz. descartes'ın şüphecilik yöntemi da aşağı yukarı böyle bir şeydi. aklınıza "ben bunu okurken uyanığım" diye bir düşünce geldiyse mutlaka bunu sınamalı, yanlış ya da yanıltıcı olmadığından kesinlikle eminseniz kabul etmelisiniz. aklınızda en küçük bir şüphe bile kaldıysa onu inkâr etmelisiniz.(warburton n., felsefenin kısa tarihi)

çürük elmaları ayıklamak için ihtiyacımız olan şey aklımızı kullanmak ve aklı kullanmanın da bizi getireceği yol felsefe yoludur. yaşamımızda tek bir çürük elma kalmayıncaya dek…

yazıyı, medium sayfamda okumak için şöyle gidebilirsiniz.

kitap alıntıları

''çünkü, talihsizlikler içinde en berbatı; bir zamanlar mutlu olmuş olmaktır.''

haksız yere idama mahkum edilip gözlerine sicim çekilerek öldürülen bir filozof olduğu düşünüldüğünde daha da derin izler bırakıyor. daha geniş bilgi için (#41118344)
(bkz: anicius manlius severinu boethius)
(bkz: felsefenin tesellisi)

boethius

anicius manlius severinus boethius, 480 yılında roma’da dünyaya gelir. küçük yaşta babasız kaldığından dönemin önemli isimlerinden symmachus tarafından evlat edinilir. iyi bir eğitim görmesi sonucunda devlet kademelerinde önemli görevlere yükselir, dönemin imparatoru theodoricus tarafından konsül seçilir daha sonra saray görevine kadar yükselir. 523 yılında imparator theodoricus’a ve vatana ihanet suçlamasıyla, savunması dahi alınmadan, haksızlığa uğrayarak zindana hapsedilen ve alnına geçirilen sicimle beraber ölünceye dek sopayla dövülen romalı filozof boethius hayatının son yıllarında teselliyi biricik öğretmeni ve yol arkadaşı olan ‘’felsefe’’de bulur. zihninde canlandırdığı bir kadındır felsefe. ölümü beklerken tüm dertlerini, tüm çıkmazlarını, tüm cevapsız sorularını ona döker; onun ilaçlarıyla ruhunu âbâd eder.

boethius’un savunması

525 yılında idam edilmeyi beklediği zindanda kalemi aldığı eserinin adı philosophiae consolatio(felsefesinin tesellisi)dur. eserin ilk kitabında haksızlığa uğradığı için şiirle teselli bulmaya çalışan boethius daha sonra, yaşamını şekillendiren ve ona yapıp ettiği her şeyde yol gösteren felsefeye sığınmaya karar verir. zihninde felsefe isimi bir kadın yaratarak onunla dertleşmeye ve başına gelenleri tek tek sorgulmaya başlar. ikinci kitapta felsefe, boethius’a kader isimli tanrıçanın bir dönek olduğunu onun yapıp ettiklerinden dolayı üzülmesinin de akılsızca olduğunu söyler. insanın yalnızca kaderi tarafından terk edildiğinde huzura erişebileceğini söyleyerek şöyle der:

--spoiler--
çünkü, o seni terk etti ve hiç kimse onun tarafından terk edilmedikçe asla güvende sayılmaz. yanında kaldığında güvenemeyeceğin, gittiğinde de seni üzecek olan kaderin varlığı senin için değerli mi? … dostlarının hangisinin güvenilir, hangisinin riyakâr olduğunu ayırıp gösteren, seni terk edip giderken kendi yandaşlarını yanına alıp seninkileri sana bırakan o gaddar kaderin? henüz sana kimsenin dokunmadığı, kendine şanslı göründüğün o yıllarda bu tür bir bilgiye ne kadar çok sahip olmak isterdin, bir düşünsene! belki şimdi yitirdiklerine ağlıyorsun ama gerçek dostlarını buldun; aslında dünyanın en değerli hazinesi bu işte.
--spoiler--

boethius bu sözlerle kaderin dönekliğini ve güvenilmezliğini yavaş yavaş anlamaya başlar. konsül olduğu günleri, saraydaki görevini, mutlu yaşamını yâd ederek ve şimdi ne halde bulunduğunu felsefe’ye anlatarak feryat eder. o; hiç kimseye haksızlık etmemiş, daima dürüst yaşamaya çalışmış, gelecekte kendisini yargılamadan zindana atacaklar için dâhi imparatorun karşısında durmuş, onları savunmuş ve kendini ateşe atmıştır. şimdi karanlık bir zindanda tek başına kalmış, umudu yitirmiş ve yalnızlığın o bütün bedbinliğiyle ölümü beklemektedir. hâlbuki ne kadar iyi bir mânevi baba tarafından eğitilmiş, ne kadar önemli görevlere gelmiş ve kendine ne güzel bir aile kurmuştur. o, güzel günlerden artık eser yoktur. felsefe bu mutlu günlerine hitâben boethius’a şu güzel cevabı verir:

''çünkü talihsizliklerin içinde en berbatı, bir zamanlar mutlu olmuş olmaktır.''

gerçek mutluluğun asla elde edilemeyeceğini söyleyen felsefe hiç kimsenin kendi konumundan memnun olamayacağını, daima daha fazlasını isteyeceğini ve mutluluğun ne tamamen ele geçirilebileceğini ne de sonsuza dek süreceğini söyler. insanın, tanrı’nın bahşettiği en güzel armağan olan aklıyla mükemmel bir varlık olduğunu fakat onun, cansız bir dolu ıvır zıvıra gereksiz anlamlar yükleyerek onlara sahip olmadıkça mutlu olamayacağını düşünmesinin ne kadar aptalca olduğunu vurgular. insanların mutluluğu kendinde değil dışarıdaki birçok mefhumda aradığını, oysa insana kıymet verenin ancak ve ancak aklını kullanarak mutlak iyiye doğru koşması olduğunu söyler. kendisine eklenen nesnelerle güzel görünmeye çalışan insanların ne denli akılsız olduğunu, bunlarla kendi kimliklerini örtüp takıp takıştırdıklarıyla ön plana çıkmaya çalıştıklarını ve her şeye rağmen ruhlarının çirkinliğini gizleyemediklerini belirtir. ve ardından şu dizeleri söyler:

''zengin adam altın içinde yüzse bile,
paraya olan açlığını tam olarak doyuramaz.
kızıldeniz’in incileriyle boynunu süsler,
bereketli tarlalarını yüz öküz sürer,
ama yaşarken içini kemiren endişeden kurtulamaz,
ölünce de o dönek serveti onunla ölmez!''

böylesine akılsız bir hayat süren insanlardan nefret etmemiz gerektiğini, nasıl ki bedenleri hasta olan insanlardan tiksinmiyor ve onlara düşmanlık ile bakmıyor yalnızca acıma duygumuzla hareket ediyorsak; zihinlerini kullanmayan, akılsızca hayat süren ve zihnini kötülüklerin egemenliğine bırakan insanlara bedenleri hasta olanlara nazaran çok daha dehşetli bir acıma duygusu ile bakmamız gerektiğini belirtir. ardından akılsız insanların mutluluğu bulamamasını şu paragraf ile açıklar:

--spoiler--
‘’nedir yani? üst üste para yığmaya mı çalışacaksın? o zaman para sahibi birini soyman gerekecek. yüksek mevkilere gelip herkesi gölgede mi bıracaksın? o zaman o onurları sana bahşedenin önünde diz çökmen gerekecek ve rütbece başkalarına üstün olmayı isterken rica minnet ederek kendini küçülteceksin. iktidar sahibi olmak mı istiyorsun? yönettiğin kişilerin hainlikleri yüzünden tehlikelerle burun buruna geleceksin. şöhret mi istiyorsun? belalara bulanıp güvenliğini yitireceksin. zevk içinde bir yaşam sürmek mi derdin? ama en bayağı ve en yavan şey olan şu bedene köle olmayı hor görmeyecek ya da ona sırtını dönmeyecek kimse olabilir mi?''

gerçekten de bedensel vasıflarıyla böbürlenenler ne kadar boş ve ne kadar gelip geçici bir mülke dayanmaktadır! filden daha cüsseli, boğadan daha güçlü olabilir misin ya da kaplandan hızlı koşabilir misin? kaldır başını; gökyüzünün o muazzam boşluğuna, sağlamlığına ve hızlı devinimine bir bak ve şu bayağı şeylere hayran olmayı artık bırak. gökyüzünü yöneten aklı bir düşün hele, o zaman göğün bile bu görkemli özelliklerine hayret etmekten vazgeçersin. güzelliğinin ışıltısı ne kadra çabuk geçip gider, baharda açıp hemen solan goncalar gibi ne kısa ömürlüdür! seni güzel gösteren kendi doğan değil, sana bakan gözlerin kusurlu görüşüdür. ama bedeninizin özelliklerine ne kadar büyük değer verirseniz verin, şunu da bilin ki değer verdiğiniz üç gün ateşlenseniz hemen çözülüverecektir! bütün bu söylediklerimi şöyle özetleyebilirim: söz verdiklerini asla gerçekleştirmeyen ve bütün iyileri bir araya getirecek kadar mükemmel olmayan bu sahte değerler, çakıllı patikalar gibi ne sizi mutluluğa götürebilir ne de kendi özlerinde sizi mutlu kılacak bir şeye yer verebilirler.’’(felsefenin tesellisi, s.147)
--spoiler--

hülasâ; son kitabında boehius, felsefe aracılığıyla gerçek mutluluğu yeryüzünde değil gökyüzünde yani ancak ve ancak tanrı’nın mutlak iyiliğinde bulabileceğini anlar ve ona sığınır. mahkemeye karşı yapamadığı savunmasını consolatio isimli eseriyle yapan boetihus’u bizler, son olarak başını yeryüzünden kaldırıp gökyüzüne bakarkenki haliyle bırakırız. tarih ise onun, alnına geçirilen bir sicimle gözleri yuvalarından fırlayana kadar gerilmiş haldeyken kalın bir sopayla ölünceye dek dövüldüğünü kaydeder.

felsefenin ve yüreğinin gücüyle boethius, tarihe adını şerefli ve altın harflerle yazdırmış, onun idamına karar verenlerin isimleri de yalnızca onun onurlu hikâyesinin kötü kahramanları olarak anılmıştır.

yazıyı medium sayfamda okumak için.

platon

iö 427'de dünyaya gelen platon’un gerçek adının aristokles olduğu bilinmektedir. vücut yapısı sebebiyle kendisine yunancada ‘’geniş, geniş göğüslü’’ anlamına gelen platon mahlasının verildiği bilinmektedir. kendisi asilzade bir aileye mensup olup uzunca bir süre politikayla ilgilenmiş ve sonra hayatını değiştirecek isim olan sokrates’le tanışmıştır. ömrünün dokuz yılını onun yanında geçirmiş ve birçok öğretisini anlayışına katmıştır. sokrates’in idam edilmesinden sonra atina’dan ayrılarak dünyanın birçok yerine yolculuk etmiştir. gittiği yerlerden en önemlisi belki de mısır’dır. burada matematik, geometri alanında var olan birçok gelişmeyi takip etmiş ve öğrenmiştir.

sokrates dışında öğretilerinin şekillenmesinde etkili olan filozoflar: pythagoras, parmenides ve herakletios’tur.

ona göre, geometrinin konusu tamamen zihnin ürünü olan nesnelerdir. sadece geometride ve matematikte değil, onun tüm felsefî anlayışında zihin kavramı ön plandadır. kuracağı akademi’nin kapısına yazdığı ‘’ageometretos medeis eisito!’’ (geometri bilmeyen giremez!) cümlesi belki de bu durumu çok iyi açıklamaktadır. fakat bu sözden kastedilen şey günümüzde anlaşılacağı üzere üçgenin iç açılarının toplamını bilmeyen, karenin alanını hesaplayamayan insanlar girmesin gibi basit bir muhteva değildir. platon’un burada kastettiği şey geniş anlamıyla; analitik düşünemeyen, bildiklerini tekrar tekrar sorgulayamayan, yansıtıcı düşünemeyen, metabilişsel becerisi olmayanların kapıdan derhal dönmesi gerektiğidir.

sen istiyor bilgelik, verecek boş zaman!

pek çok yunan filozofu gibi platon da bir kişinin ‘’bilge’’ olabilmesi için bolca boş zamana ihtiyacı olacağını düşünür. belki de ‘’boş’’ dediğimiz bu zamanlar bizim için aslında gerçek anlamda dolu olması gereken zamanlardır. kanaatimce asıl boş zamanlarımız; sevmediğimiz bir işte çalışmak, alışveriş yapmak için zaman harcamak, fiziksel ihtiyaçlarımızı gidermek gibi şeylerden ibarettir. dolu dediğimiz zamanlar herhalde ki entelektüel becerimizi ve disiplinimizi geliştirdiğimiz zamanlardır. platon da aslında geçimini sağlamak için bir işle meşgul olan insanların, bu açıdan bir kişiye ya da bir yere bağlı olanların arasından bilge insanların çıkamayacağını düşünmektedir. biz buna sonradan tam olarak ‘’aristokrat’’ bakış açısı diyeceğiz. fakat yanlışlığını ispatlamak da biraz zor gibi görünüyor. kahrolsun vahşi kapitalizim, yaşasın bigelik ülküsü!.. öhm, her neyse bu konuyu ileride belki marx ve engels’te işleriz.
platon’un ideal devlet anlayışı ve ütopyası

pek çoğumuz tarafından bilindiği üzere platon ‘’idealar kuramı’’ -diğer adı ile ‘formlar teorisi’- ile nam salmış ve idealizmin kurucusu olarak kabul edilmiştir. bu kuram hakkında birçok yerde genişçe ve detaylı bilgiler mevcuttur. fakat burada çok kısa bir biçimde anlatmak gerekirse platon aslında özetle şöyle demektedir:

--- spoiler ---

bu dünya aslında bize görüldüğü gibi değildir. gerçek olan ile bizim gördüğümüz arasında ciddi farklar olabilir. siz cahiller bunun farkına varamazsınız. bu dünyanın nasıl olduğunu, aslında ne olduğu ancak ve ancak filozoflar anlayabilirler. çünkü onlar duygularını değil düşüncelerini egemen kılarlar!

--- spoiler ---

yukarıda kendi cümlelerim ile özetlemeye çalıştığım idealar kuramının bu basit ve gayriciddi anlatımından dolayı sanırım platon’a bir özür borçluyum. fakat benim anladığım tam olarak buydu. platon ise bu fikri daha anlaşılabilir kılmak için meşhur ‘’mağara alegorisi’’ni kullanır. yazının çok fazla uzamaması için youtube’da bu alegoriyi çok güzel özetleyen bir videoyu huzurlarınıza sunuyorum. merak edenleriniz iki dakikasını ayırıp izleyebilirler:

video için [http://www.youtube.com/watch?v=RmBizVdmp68]

idealar kuramını oldukça kısa bir biçimde tasvir ettikten sonra platon’un ütopyası olan ‘’ideal devlet’’ine geçmenin tam zamanı olduğunu düşünüyorum. zira platon, ‘’devlet’’ isimli büyük eserinin ilk bölümünde devletin inşasından bahsederken bu kuramına yaraşır bir şekilde devleti yöneteceklerin ancak filozoflar olabileceğini belirtir. çünkü gerçek bilgiye ancak onlar sahip olabilirler.

platon’un insan kavramı ile devlet anlayışı eş değerdir. dolayısıyla öncelikle onun ‘’insan’’a ne gözle baktığını bilmek bizim için faydalı olacaktır. platon insanın ruh ve bedenden oluştuğunu belirtir. ruhu da kendi içinde üçe ayırır: irade, akıl ve itkiler. irade, bir davranışı yahut arzularımızı gerçekleştirmemiz için cesareti gösteren kısımdır ve ruhun öfkeli bölümünü oluşturur. akıl ise sorgulama ve analitik düşünme yolu ile seçenekler arasından doğruya ulaşmaya çalışan ruhun karar veren bölümüdür. itkiler; yemek-içmek, cinsellik, barınmak gibi doğal isteklerimizin yer aldığı kısımdır ve ruhun en zayıf bölümüdür. platon sağlıklı bir insanın ancak bu üç bölümün birbiriyle uyumlu ve barış içerisinde çalışmasıyla meydana gelebileceğini belirtir. devlet dediğimiz mekanizma da tam olarak böyledir. platon devleti de aynı şekilde üç bölüme ayırır. ruhun her bölümünü yurttaşlara ait üç sınıftan biriyle eşitler. askerler, ruhun öfkeli kısmına yani iradeye; yöneticiler, ruhun karar veren bölümü olan akla; meslek sahibi olan ve çalışarak askerlerin ve yöneticilerin her türlü isteğini karşılayacak olan sıradan halk ise ruhun itkiler bölümüne tekabül etmektedir. insan yapısında olduğu gibi devlet yapısında da bu üç kısım birbirleriyle çatışmaya girmeden, uyum içerisinde yaşarlarsa ideal toplum, ideal devlet meydana gelecektir.

--- spoiler ---

bilge insanlar konuşurlar çünkü söyleyecek bir şeyleri vardır. aptal insanlar konuşurlar çünkü bir şey söylemek zorundadırlar. - platon

--- spoiler ---

platon devletin var olmasını ve ayakta kalmasını sağlayacak esas unsurun koruyucular adını verdiği yöneticiler olduğunu belirtir. ağaç yaşken eğileceği için sayıları oldukça az olan ve yasa koyucu tarafından en başta seçilen bu zümrenin oldukça iyi bir eğitim görmesi gerekmektedir. ve esas olanın onların eğitimi olduğunu belirtir. platon’un sınıf anlayışı katı bir ayrılağa dayanmaz. aşağı sınıflarda yer alan fakat büyük umut vaat eden bir çocuk yukarı sınıflara terfi edebilir iken yetersiz bir çocuk da aşağı sınıflara inebilir. ayrıca kadın ya da erkek her çocuğun eğitilmesi gerektiğini söyler.

eğitimi jimnastik ve müzik olarak iki bölüme ayırır. burada her iki kelimenin anlamı da günümüzdeki içeriğine göre çok daha geniştir. örneğin jimanstik kelimesi, beden eğitiminin yanında geniş bir kültürü ve zindelik ile alâkadar olan her şeyi içine alır. platon’a göre eğitimle kazandırılması gereken esas unsurlar ciddiyet, edep ve cesarettir. dolayısıyla bu çocuklara eğitim verilirken kullanılacak her türlü literatürde yoğun bir sansür vardır. örneğin çocuklarda ölüm korkusu uyandıracak her türlü hikâye yasaktır. çünkü yeri geldiğinde çocuklar ölmeyi istemelidirler. bunun yanında çocuklara tanrılardan asla kötülük gelmeyeceği öğretilmeli ve yüksek sesle gülmemeleri gerektiği ciddiyetle belirtilmelidir.

platon, homeros ve heseidos’un eserlerinin verilen eğitimde kullanılmasını yukarıdaki sebeplerden ötürü yasaklamıştır.

gençler böylece belli bir yaşa kadar hiç çirkinlik ya da kötülük görmeyeceklerdir. fakat bazen onları cezbedecek şeyler sunularak cazibe testlerine maruz bırakılırlar. eğer bu testleri geçebilirlerse yönetici sınıfında yer almayı hak edebilirler, aksi takdirde alt sınıflardan birine mensup olmaları gerekecektir.

peki her şey iyi güzel de bu devletin ekonomik sistemi nedir? işte tam bu noktada diyebiliriz ki yöneticiler ve askerler için komünizm benzeri bir sistem vardır. askerlerin özel mülkiyeti olamaz, birlikte yaşayıp birlikte yemek yerler. altın ve gümüş sahibi olamazlar. çünkü platon’a göre zengin olamamak mutlu olmaya engel değildir. tek tek yöneticilerin, askerlerin ve alt sınıfın iyiliğinin ve mutluluğunun önemi yoktur, önemli olan bütünün mutlu olmasıdır.

bu komünist anlayış aile yapısında da görülür. çocuklar ve kadınlar da dahil olmak üzere erkek egemen toplumdaki arkadaşların her şeyi ortak olmalıdır. kadınlar, erkeklerin ortak eşleri olacak ve hiç kimsenin kendine ait eşi olmayacaktır. bu kadar ilginçlik yetmezmiş gibi burada daha dikkat çekici bir ilginçlik daha karşımıza çıkmaktadır. platon devletin sağlığı için yalan söylenmesinde hiçbir beis görmez. burada makyavelizm’e benzer bir anlayış hakimdir desek sanıyorum ki yanlış söylemiş olmayız. zira gelin ve damatlar kura yolu ile eşleşeceklerini zannetseler de aslolan bu eşleşmelerin soy ıslahı ilkelerine göre ayarlanmasıdır.

gelin ve damat eşleşip çocuk sahibi olduktan sonra bu çocuklar onlardan alınarak ne onların çocuklarını ne de çocukların ebeveynlerini tanımasına müsaade edilmeyecektir. eğer ki bu evlilikten özürlü bir çocuk peyda olursa gizli bir yere yatırılıp öylece bırakılacaktır. aynı durum alt tabakanın bebekleri için de geçerlidir. kişilerin ne söz konusu eşleşmelere ne de bu tür durumlarda söz hakkı yoktur. böyle bir devlette kişiler; annesini, babasını ve kardeşini tanımayacağı için babası yaşında olan herkese baba, annesi yaşındakileri anne, kardeşi yaşındakilere de kardeş diyecektirler.

yukarıdaki durumlar sağlıklı bir şekilde işe koşulursa platon için ideal devlet kurulmuş ve aksamadan varlığını sürdürecek demektir. bugünkü bakış açısından birçok şeyi yadırgasak da her şeyin çağına göre düşünülmesi gerektiği kanaatindeyim.

yazıyı medium'da okumak için tıklayınız. `*

eudaimonia

iö 384'te stagira’da dünyaya gelen ilklerin ve kategorize etmenin adamı aristoteles, şüphesiz ki muhtelif konulardaki düşünceleriyle birçok alanda -fizik, gökbilim, zooloji, mantık, siyaset vb.- tutarlı ve iştah kabartıcı fikirleriyle nam salmıştır. on sekiz yaşlarında platon’un öğrencisi olmuş ve onun düşüncelerini benimsemiş, zamanla ondan çok farklı düşüncelere de mazhar olmuştur.

felsefe ile biraz haşır neşir olanlar bilirler ki aristo etik ile ilgili düşüncelerini, oğlu nikomakhos’a ithaf ettiği kitapta açıklamıştır. fakat bu eserde yer alan notlar, bizim hayatımızı da son derece ilgilendiriyor gibi görünmektedir. türkçeye nikomakhos’a etik olarak çevrilen bu ölümsüz eserin başında aristo, erdemleri karakter erdemleri ve entelektüel erdemler olarak ikiye ayırır. entelektüel erdemlerin kaynağı öğretim iken karakter erdemlerinin kaynağı alışlanlıklarımızdır. iyi alışkanlıklar edinmek ve iyi eylemlerde bulunmak bize haz verir ve mutluluğumuza katkı sağlar. peki ona göre mutlu olmak bu kadar basit midir? elbette ki hayır, hatta ona göre mutlu olmak hayatımızın nihai amacıdır. buradaki mutluluktan kasıt aristoteles’in ‘’eudaimonia’’ adını verdiği terimdir. söz konusu aristoteles olunca işin içinden çok açık bir formül ile: bir sen, bir ben, bir de bebek ile çıkılmayacağı aşikâr oluyor tabii. buradaki eudaimonia olarak isimlendirilen kavram, saatten saate değişen, anlık mutluluğa değil bütün yaşama sirayet eden bir mutluluğa işaret etmektedir. hümanist dilde ‘’kendini gerçekleştirme’’ kavramı da bu kavramın muhtevasına benzemektedir. islam’da ‘’kemâle ermek’’ dediğimiz durum ya da buda’nın öğretisindeki ‘’niravana’ya erişmek’’ aynı şekilde bu kavramın diğer öğretilerdeki karşılığıdır. dolayısıyla hayatın sırrına vakıf olmak, ebedî bir mutluluğa erişmek yahut ruhun sonsuz huzuru bulması gibi açıklamalara karşılık gelmektedir.

peki biz ölümlüler bu nihai mutluluğa nasıl erişebiliriz sorusu zihinlerde canlanırken aristo sahip olmamız gereken yalnızca iki şey olduğunu belirtir. bunlar, erdem ve akıldır. gerçekçi duygular ile aklımızı kullanarak içinde bulunduğumuz duruma uygun tepkiler vermemiz gerekmektedir.

mutluluk erdemli faaliyette; kusursuz mutluluk en iyi faaliyette bulunur ve en iyi faaliyet tefekkürdür. kutsallıkta her şeyi aşan tanrı’nın faaliyeti, tefekkür olmalıdır. - aristoteles

yukarıdaki sözde de görüldüğü üzere aristoteles düşünmeye, akletmeye ilahî bir anlam yüklemiştir. ona göre insan bütünüyle düşünceye dalamaz fakat daldığı ölçüde ilahî yaşamı paylaşır. o halde aklı kullanmak, hayata rasyonel bir gözle bakmak ve daima mantığı ön plana almak ‘’eudaimonia’’ya erişmek için elzemdir.

onun akla verdiği önemi bir örnekle somutlaştırmak yerinde olacaktır: bir ağaç fidanını düşününüz. onun yeterince sular, güneşi görmesini sağlarsanız onun zamanla büyüyerek çiçek açmasını ve meyve vermesini sağlayabilirsiniz. insana da akletmeyi öğretmeli, yeterli eğitimi vermeli ve onun temelini sağlamlaştırmalısınız. fakat insanın fidandan özgürlük anlamında farkı vardır. onu seçimlerinde hür kılmalı, ne olmak istediğine karar verme işini yine onun öz benliğine bırakmanız gerekmektedir.

velev ki bu akıl kısmını hallettik, peki erdem kısmı ne olacak? erdemli olmak nedir, neye yarar ve nasıl erdemli olunur sorularının cevabına aristoteles derslerinde çok fazla yer ayırmıştır. ona göre erdemli insan, tüm davranışlarında ve edip eylediklerinde ölçülü olandır. bu öğretisi meşhur ‘’altın orta’’ öğretisidir. aristo’ya göre her erdem, iki uç noktasında birer kötülüğü barındırır. cömertlik; savurganlık ile cimriliğin, cesaret; korkaklık ile atılganlığın, nüktedanlık; şaklabanlık ile yabanıllığın ortasında yer alır. işte bu ortayı bulabilen ve davranışlarında uygulayabilen insan erdemli olma yolunda büyük bir adım atmış olacaktır. her bireyin uygun bir gurura sahip olması gerektiğini belirten büyük filozof, bu tür insanların kendi meziyetlerini küçümsememeleri gerektiğini ve hor görülmeyi hak eden herkesin hor görülmesi gerektiğini belirtir.

--- spoiler ---

alçakgönüllülük erdemi lümpenler için hatrı sayılır bir buluştur. böylece karakterleri gereği hepsi kendini mükemmel bir şekilde erdemlilerle eşitleyerek onlardan biri gibi davranırlar.
- arthur schopenhauer, yaşam bilgeliği üzerine aforizmalar
--- spoiler ---

(bkz: talihim yok bahtım kara!)

aristoteles’e göre sizin mutluluğunuz -buradaki mutluluktan kastımız eudaimoniadır- çevrenizde süregelen birçok şeyden etkilenecektir. iradeniz ve bilginiz dışında birçok olay mutlu olmanızı engelleyebilir. doğuştan köleyseniz, fakirseniz yahut talihiniz kötü ise bu gibi durumlar sizin mutluluğunuzu doğrudan etkileyecektir. hatta kötü bir aile içerisinde doğmuşsak yahut aristo’nun dediği gibi ‘’politik bir hayvan’’ olan bizler, kifayetsiz bir toplum içinde yer alıyorsak durumumuz vahimdir. zira ailemizden dolayı eğitimimiz, tefekkür düzeyimiz yetersiz kalacağı gibi doğamız gereği başkalarıyla birlikte yaşamak zorunda olan bizler, kifayetsiz bir toplum içinde benliğimizin tükenme tehlikesiyle karşı karşıya kalacağızdır. hukukun ve eğitimin güdük olduğu bir toplum erdemlerin katline meyledecektir.

peki, şans tüm kapıları yüzünüze kapattıysa eliniz kolunuz bağlı mı bekleyeceksiniz? elbette ki hayır. aristoteles’in size burada vereceği öğüt ‘’doğru karaktere sahip olun’’ olacaktır. şansınızı artırmak sizin elinizde olan bir şey değildir. dolayısıyla siz haz peşinde koşmak yerine iyi bir insan olmaya ve doğru şeyleri yapmaya çalışmalısınız. yaşamınızı daha iyi kılacak olan şey budur. yalnızca kendi aklınızı kullanarak birçok şeye erişebilir ve birçok şeye sahip olabilirsiniz. çünkü arisoteles’e göre insanlar doğaları gereği bilmek isterler ve bu sebepten dolayı akıllarını kullanmaya mecburdurlar. tüm bu öğretinin özetinde aristoteles, ‘’yücegönüllü’’ bir insan olursak hakiki mutluluğa erişebileceğimizi belirterek yücegönüllü insanın vasıflarını ardı ardınca sıralıyor. nikomakhos’a etik’ten bu kısımla alâkadar fazlasıyla beğendiğim bir pasajın kısa bir bölümünü sizinle paylaşmak istiyorum. zira bu pasajda aristo’nun etik öğretisinin birçok yansımasını bulabileceğinizi düşünmekteyim:

--- spoiler ---

hiçbir şey ya da hemen hemen hiçbir şey istemek, yardıma hazır olmak, yüksek konumda olanlara karşı asil; orta sınıf insanlara karşı mütevazı olmak yücegönüllü insanın işaretidir. çünkü yüksek konumda olanlardan üstün olmak zor ve yüce bir şeydir. fakat orta sınıftan üstün olmak kolaydır ve yüksek konumda olanların üstünde bir duruş terbiyesizliğin işareti değildir. ama aşağı kişiler arasında zayıfa karşı güç göstermek kadar kabalıktır…

nefretinde ve sevgisinde de açık olmalıdır çünkü duygularını gizlemek, yani gerçeklerden çok insanların ne düşündüğüne aldırmak korkakların işidir. yücegönüllü insan, küçümseyici olduğu için konuşmaktan muaftır ve kaba kişilere ironi yaparak konuştuğu zaman hariç, hakikati söyleme eğilimindedir. hayranlık duymaya da eğilimli değildir. dedikodu yapmaz, zira ne kendisiyle ne de başkalarıyla ilgili konuşur. kendisinin övülmesine ve başkalarının kınanmasına aldırmaz. kârlı ve yararlı şeylerden çok kârsız şeylere sahip olan kişidir. dahası yücegönüllü kişi yavaş adımı, derin sesi ve düzgün konuşmayı benimser. yücegönüllü kişi işte böyledir! onun gerisinde kalan kişi pısırık, onun ötesine geçen kişi kendini beğenmiştir. (altın orta tam burada yer alıyor.)
- aristoteles, nikomakhos’a etik (1123b-1125a)

--- spoiler ---

yazıyı medium'da okumak için. :tarafıma aittir

stoacılık

evvela philoppos(ıı. filip) ardından yerine geçen oğlu büyük makedonya kralı iskender’in yunan şehir devletlerine birer birer boyun eğdirmesi helenistik dünya’nın kapılarının açılmasını sağlamıştır. helenistik dünya’da filozoflar, ‘’ ideal devlet, toplum, yasalar, askerlik vb. ’’ nasıl olmalıdır, sorularını bırakıp bireye dönük sorular sormaya başlamışlardır. bu filozofların kurduğu okullar (kinikler okulu, epikürosçular, stoacılar, skeptikler…) da bireyin nasıl erdemli ve mutlu olabileceği gibi kişisel sorunlara daha fazla yoğunlaşmışlardır. bunlardan belki de en uzun ömürlü olanlardan birisi ‘’ stoacılar ’’dır. zamanla roma imparatorluğu’nun resmî felsefesi haline gelen stoacıların öğretisi evrenselliğe ulaşmış ; seneca, epictetos, musonius rufus ve marcus aurelius gibi birçok düşünür ile birlikte çağları aşarak günümüzde de geçerliğini koruyan bir anlayış haline gelmiştir.

stoacılık, iö 3. yüzyılın ilk yarısında kıbrıslı (citiumlu) zenon tarafından kurulmuştur. kendisine kinikler okulu’nun öğretilerini yakın bulan zenon’un en çok etkilendiği filozoflardan birisi sokrates’ti. zira onun, yargılanması sırasındaki tutumu, kaçmayı reddetmesi, ölüm karşısındaki vakur duruşu stoacı öğretiye kusursuz bir biçimde uymaktadır. stoacılar için erken dönem kadercileri dersek herhalde yanlış bir cümle kurmuş olmayız. son derece kaderci olan bu öğreti aynı zamanda insanın özgür olduğunu da savunmuştur. bu dünyada olup biten birçok şey tanrı’nın iradesine dayanmaktadır. biz bunları değiştiremez yahut müdahale edemeyiz. o halde, mutlu olmak için ne yapabiliriz? stoacıların bu soruya cevabı ‘’dışsal etkenlerden etkilenmemeyi, onlara karşı kayıtsız kalmayı öğren!’’ şeklinde olacaktır. dolayısıyla stoacı öğretide, bireyin mutluluğu yalnızca kendi eylemlerine ve kendi düşüncelerine bağlıdır. kendinizi ne kadar iyi tanırsanız, yaşadığınız şeyleri de o kadar iyi anlar ve sağlıklı bir biçimde yorumlarsınız. böylece ‘’ kendine hakimiyet ’’ anlayışınızı geliştirerek sizi, hiçbir şeyin erdemden ve mutluluktan yoksun bırakmasına fırsat vermemiş olursunuz.

--- spoiler ---

düşünceleriniz ne ise hayatınız da odur, hayatınızın gidişini değiştirmek istiyorsanız düşüncelerinizi değiştirin.

- marcus aureilus
--- spoiler ---

hayat size beklemediğiniz anlarda beklemediğiniz yaşantılar sunabilir. bu sizin elinizde olan bir şey değildir. o halde kendinizi yıpratmanızın, günlerce ağlamanızın sebebi nedir? burada size düşen aklınızı kullanmak ve yapmanız gereken en iyi şeyi belirlemektir. stoacıların deyimiyle kendi kaderinizin efendisi olmaktır.

bu öğretiyi, çağımıza uyarlayarak çok basit bir örnek ile maddeler halinde somutlaştırmak istiyorum:uzunca bir süre para biriktirdikten sonra hayalinizde olan arabaya ulaştınız.aracınızı kullanmaya başladınız fakat ikinci ayda aracınızda iflah olmaz bir motor arızası meydana geldi.

bu gibi bir durumda çoğumuz kızgınlık ve üzüntü duyarız. fakat stoacıların bize ‘’ dur! ’’ dediği nokta tam olarak burasıdır. siz elinizden geleni yaparak o araca ulaştınız. fakat sizin elinizde olmayan sebeplerden dolayı aracınızda bir arıza meydana geldi. bu durumda kendinizi üzmenizin sebebi, kendinize zarar verme ve mutsuzluğu seçme nedeniniz nedir? siz bunu hak edecek ne yaptınız? bu gibi sorularla meydana gelen olayda ‘’ kendilik etkisi ’’ni bulmanız gerekiyor. daha açık bir biçimde ifade etmek gerekirse başınıza gelen herhangi bir olayda(iyi ya da kötü) sizin payınız nedir? keza aklınızı ön plana alarak rasyonel soruları sormanız ve elinizden gelen bir şey olup olmayacağını belirlemeniz gerekmekte. eğer olayda herhangi bir suçunuz yoksa ve olay sizin iradeniz dışında gerçekleşmişse üzülmeniz tamamen anlamsızcadır.

--- spoiler ---
“ruhu olayların gidişatıyla sıkmayın. olayların gidişatının sizin sıkıntınıza ihtiyacı yoktur.”

‘’ istediğin zaman kendi içine çekilebilirsin çünkü insanın çekilebileceği hiçbir yer kendi içinden daha dingin olamaz.’’

- marcus aureilus
--- spoiler ---

burada belki de çoğunuzun aklına polyannacılık gelmiştir. fakat stoacılık polyannacılık’tan oldukça farklıdır. her şeyden evvel stoacı öğreti işe ‘’iyi yönünden bak’’ gibi bir felsefeye sahip değildir. onlar yalnızca yaşadığınız olaylarla gerçekçi bakmanızı ve durum değerlendirmesi yapmanızı isterler. onlara göre iradeniz dışında başınıza gelen bir olayda kendinizi üzmeniz, ruhunuzu hazdan yoksun bırakmanız ile sular kesildiği için çocuğunuza kızmanız arasında hiçbir fark yoktur. ikisi de anlamsız, yersiz ve faydasız davranışlardır.

--- spoiler ---
''ölmem gerekiyor. peki, inleyerek mi ölmeliyim? hapsedilmem gerekiyor. peki, mızmızlanmalı mıyım? sürgün edilmem gerekiyor. gülümseyerek, cesaretle ve huzur içinde ölmem engellenebilir mi?''

- epiktesos
--- spoiler ---

epikürcüler, acıdan kaçmanın insanı mutlu edeceğini felsefelerinin temeline oturtmuşlardır. stoacılar ise onlardan farklı olarak acıdan kaçmaktan ziyade acıyı fark etmenin ve onun üzerine akılcı düşünmenin faydalı olacağı görüşündedirler. fakat bunun yanında stoacılar bizim dışımızda gelişen ve bizi mutlu eden şeyleri de coşkuyla karşılayıp ondan fazlaca haz almamızı ahmakça bulurlar. onlar için erdem bir insanın hayatında var olan yegâne iyidir. sağlık, mal, mülk gibi şeylerin önemi yoktur. erdem irademize dayandığı için hayatımızda yer eden iyi ya da kötü her şey yalnızca bize bağlıdır. tüm malınızı kaybedebilirsiniz, mülklerinizden olabilirsiniz; ne çıkar? siz yine de erdemli bir hayat sürebilirsiniz. hakkınızda ölüm kararı dahi verilebilir, siz onu sokrates gibi asil bir hâle dönüştürebilirsiniz. bu tamamen sizin elinizde olan bir durumdur. diğerlerinin yalnızca dışsal şeyler üzerinde gücü vardır, tek gerçek iyi olan erdem, tamamen sizin elinizdedir.bizi mutsuz eden şeyler olaylar değil, bizim onlara bakış açımızdır.

stoacı filozoflardan bir devlet adamı olan seneca , neron ’u öldürmek ve onun yerine başka bir imparatoru geçirmeyi planlamakla suçlanarak ölüme mâhkum edilmiştir. daha evvel devlete yaptığı büyük hizmetler göz önüne alınarak intihâr etmesine izin verilmiştir. vasiyetini yazmasına dahi zamanı olmadığı söylenince ailesine dönerek: ‘’aldırmayın, size dünyevi zengiliklerden daha değerli olan bir şeyi, erdemli bir yaşam örneği bırakıyorum.’’ demiştir. ardından intiharı için damarlarını açarak sekreterlerini son sözlerini yazması için yanına çağırmıştır. söz konusu durumda da görüldüğü üzere stoacılar erdemi her şeyden yüce tutmuşlar ve buna göre yaşamışlardır.

seneca ’ya göre pek çoğumuz hayallerimizde gerçekte olduğumuzdan çok daha fazla mutsuzuzdur. canlılar aleminde düşünceleri ile mutlu ya da mutsuz olabilen yegâne varlık insandır. ve ekseriyetle düşüncelerinde mutsuzluğu barındırmaktadır. sizi tedirgin eden, mutsuzluğa sürükleyen şey başkalarının yapıp ettiklerinden çok kendi düşüncelerinizdir. siz izin vermediğiniz müddetçe kimsenin sizi üzemeyeceği aşikârdır. kişelere yahut olaylara yüklediğiniz anlam ve onlara verdiğiniz değer tamamen düşüncelerinizden kaynaklıdır. eğer düşüncelerinize hükmetmeyi öğrenebilir ve gerçekçi bir şekilde yorumlamalar yaparsanız hayatınızdan birçok kaygıyı atabilirsiniz. bu amaçla kendinize belki de şu soruları sormak ve onları gerçekçi şekilde cevaplandırmak bir adım atmak için faydalı olacaktır:sahip olduklarınız neden sizin için yeterince iyi değil?yaşadığınız kötü olaylarda iradeniz ne kadar etkili oldu? elinizdekinden daha iyisine sahip olmak sizi gerçekten ne kadar mutlu edecek? kendi doğanızın şartlarına göre mi yoksa başkalarının size dayattığı yapay bir çevrenin şartlarına göre mi yaşıyorsunuz?

kinikler okulu’nun bir devamı olarak kabul edilen stoacıların öğretisini bu okulun en önemli üyesi olan diyojen ’in bir sözü ile özetleyip yazıma buradan son vermenin yerinde olacağı kanaatindeyim.

'' insanlar, mutlu olmak elindeyken perişan olmayı tercih ediyor. cahil insan, köleler efendilerine nasıl boyun eğiyorsa, arzularına öyle itaat ediyor. ve arzularını kontrol edemediği için asla huzura erişemiyor.''

yazıyı medium sayfamda okumak için.

immanuel kant

eleştirel felsefenin babası olarak ünlenen kant, 1724'te könisberg’de dünyaya gözlerini açar. (o zaman prusya toprağı olan köniberg günümüzde kaliningrad adıyla rusya toprakları içinde yer almaktadır) fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş fakat iyi bir eğitim görerek könisberg üniversitesinde metafizik ve mantık profesörü olarak görev yapmıştır. çok geniş bir dünya görüşüne sahip olmasına rağmen kant; yaşamı boyunca, ikâmet ettiği yerin 80 km uzağına hiç gitmemiştir. alman disiplinini kusursuz bir biçimde hayatına yansıtan kant, bütün işlerini saatli yapmış ve günlük rutinlerini asla aksatmamıştır. ve hatta aktarılanlara göre kant’ın yaşadığı semtte bulunan kişiler, saatlerini ona göre ayarlamışlardır. ‘’kant yürüyüşe çıktığına göre kahve saatim geldi demektir.’’ gibi.

bu yazıda kant’ın hayat hikâyesine genişçe yer vermek; numenal-fenomenal dünya kavramlarına ve bilgi felsefesi alanındaki diğer düşüncelerine yer vermeden yalnızca ahlâk felsefesinde çığır açan görüşlerini aktarmaya çalışacağım.

temel ilke: önemli olan niyet!

günümüzde önemli bir kesim tarafından özellikle dinî vecibelerin yerine getirilmesinde bir esas olarak benimsenen niyet kavramı kant’a göre de bir davranışın değerlendirilmesinde esas alınacak olan mefhumdur. ona göre ahlâklılık; yalnızca ne yaptığınıza değil, neden yaptığınıza göre değerlendirilmektedir. işte buradaki iyi(doğru) niyet ‘’ahlâkî görevimizi yerine getirmek’’tir. peki, bizler neye göre ve nasıl niyetimizin iyi yahut doğru olduğuna karar vereceğiz? tam da burada kant’ın felsefesinde oldukça önemli bir yer tutan akıl kavramı devreye girmektedir. karar akla dayanmalıdır, siz nasıl hissederseniz hissedin, duygularınız ne söylerse söylesin size doğruyu bulduracak olan yegâne şey kendi aklınızdır.

kant’ın ahlâk anlayışı duygularımızdan tamamen soyutlanmış, izole edilmiştir. zirâ, aynı olay karşısında insanlar çok farklı duygulara sahip olabilirler. örneğin, bir hayvanın kesimi sırasında kimi bunu iştahlı bir duyguyla izlerken kimi de baştan ayağa merhamet duygusuna bürünebilir. dolaysıyla kant için bir eylemi yalnızca nasıl hissetiğinize göre, içinizde uyanan duygulara göre yaparsanız, bu hiçbir şekilde iyi bir erdem olarak adlandırılmayacaktır.

maksim ve koşulsuz buyruk kavramları(kategorik imperatif)

bu kavramları ilk kez duymuş olanlar için söylüyorum, sakin olun ve okumaya devam edin lütfen. filozofların dünyası çok başka olduğu için şu ana kadar hiç duymadığınız kavramlarla onların eserlerini okuduğunuzda karşı karşıya kalabilirsiniz. bu adlandırmaları yapan bizzat onlardır ve bu kavramlardan çoğunu o zamana kadar hiç kimse kullanmamıştır; anlayacağınız, yalnız değilsiniz. bunu en çok yapan ve bu yönde en fazla eleştiri alan filozoflardan biri de hegel’dir. her neyse konuyu dağıtmayalım. maksim, nedir? elbette ki burada meşhur maksim gazinosu’ndan bahsetmiyoruz, talep gelirse elbette ki bir gün ona da değinmeyi vazife biliriz. öhm, her neyse efendim kant’a göre maksim; ahlâk yasasının temelinde yatan, olaylar karşısında karar vermemimizi sağlayan ilkedir. ona göre bir eylem gerçekleştirdiğimizde bir ya da daha fazla ilke bizi yönlendirir, işte bu ilkeler maksimlerdir. örneğin; hırs sahibi bir insan her zaman istediğini elde etmek ister, egoist bir insan her zaman beğenilmek ister, liberal görüşe sahip bir kişi de daima özgürlük alanları ister, vb. işte bu insanların davranışlarını yönlendiren maksimler bunlardır. siz de bir davranışı gerçekleştirdiğinizde kendinize ‘’neden bunu yaptın?’’ diye soracak olursanız, vereceğiniz cevap sizin maksiminiz olacaktır.

yukarıda da değindiğimiz gibi dünya üzerinde yaşayan ne kadar insan varsa o kadar çok maksim olabilir ki bu doğaldır. bundan dolayı kant, eylemlerin yalnız ve yalnız evrenselleştirilebilir olan maksimlere dayanması gerektiğini belirtmiştir. burada da kendinize ‘’herkes benim davrandığım gibi davransaydı doğru olur muydu?’’ sorusunu sorabilirsiniz. aslında tuvaletlerimizin klişe yazısı haline gelmiş olan ‘’nasıl bulmak istiyorsan öyle bırak’’ mottosunun biraz değişik versiyonu diyebiliriz. ya da ‘’kendine yapılmasını istemediğini başkasına da yapma’’ anlayışı buna bir örnek teşkil edebilir. eğer aldatılmak istemiyorsak aldatmamalıyız da. herkes için doğru olmayan şey sizin için de doğru olmayacaktır.

pekâla, bu koşulsuz buyruk da ne oluyor? evvelâ diğer adlandırmaları olan kesin buyruk, kategorik imperatif kavramlarını söylemem gerekiyor. kant’a göre doğru olanı yapmak sizin mutlak ödeviniz olan değişmez bir emirdir. koşullu buyruklar birbirlerine bağımlıdırlar. a’yı istiyorsan b’yi yap, bir koşullu buyruk örneğidir. daha da somutlaştıracak olursak ‘’güvenilir bir insan olmak istiyorsan asla yalan söyleme’’ ifadesi bir koşullu buyruktur. işte sizin burada maksiminiz yani harekete geçiriciniz ‘’güvenilir bir insan olmayı istemek’’tir. oysa kant’ın ahlâkında buna katiyen yer yoktur. onun ahlâkı size sadece ‘’a’yı yap.’’ der, ahlâki maksimlerin temelinde bu vardır. aynı örnekten yola çıkarsak kant size ‘’yalan söyleme’’ der ve noktayı koyar. ardında hiçbir getiri hiçbir amaç yoktur, koşulsuz buyruklar yalnızca ne yapmanız gerektiğini söylerler.

--- spoiler ---

‘’anlayışlı, kibar ya da bencillik emâresi taşımadan etrafa neşe saçarak içten içe tatmin olan ve diğerlerini mutlu etmekten keyif alan öyle çok insan vardır ki… lâkin ben diyorum ki her ne kadar hoş ve görevini ifa eder gibi görünse de bu tür bir hareketin gerçekte hiçbir ahlâkî değeri yoktur.’’

- ımmanuel kant
--- spoiler ---

peki bu emirler nereden gelmektedir, kaynağı nedir? kant’ın bize cevabı, ‘’akıl, tek başına doğru ya da yanlış olanı belirler.’’ olacaktır. insanı robotlardan farklı kılan şey hem akıl sahibi olmaları hem de özgür olmalarıdır. bir robot yalan söylemeye programlandıysa her türlü durumda yalan söyleyecektir. aksini yapması mümkün değildir.(gerçi yapay zekâ yakın zamanda bunu yanlışlayabilir.) onun özgürlüğü yoktur ve her ne yaparsa yapsın ahlâkî olarak da sorumlu değildir. insanoğlu akıl sahibi olması nedeniyle ahlâkî birtakım ödevlerinin olduğunu bilmektedir ve bunlardan sorumludur.

amaca giden her yol mübâh mıdır?

şüphesiz ki bu soruya; ülkesini iyi bir şekilde yöneten ve halkının saadeti için iktidarda kalması gereken bir hükümdâr söz konusu olduğunda niccolò machiavelli ‘’evet’’ cevabını verecektir. kant ise sonuç ne olursa olsun, her durumda bu sorunun değişmez cevabının ‘’hayır’’ olduğunu belirtecektir. bu durumu bir pasaj yardımıyla açıklamanın yerinde olduğunu düşünüyorum:

evinizin kapısı hiç beklemediğiniz bir anda şiddetli bir şekilde çalındı. kapıyı açtınız ve karşınızda yüzü görü morluk içerisinde bir kadın gördünüz ve derhâl içeriye aldınız. kadın size kocasının peşinde olduğunu ve eğer onu bulursa öldürebileceğini söyledi. peşinde olan kocası, kadının sizin evinize doğru yöneldiğini görerek kapınıza dayandı ve eşinin orada olup olmadığını sordu.

bu durumda ne yapmanız gerekir, doğru olan nedir? yalan söyleyerek eşini oradan uzaklaştırmanız mı, yoksa kadının içerde olduğunu söylemeniz mi? kant’a göre sonuç değişmez, sonucu ne olursa olsun sizin göreviniz ahlâken uygun olanı yapmaktır. yalan söylemek her zaman ahlâkî açıdan yanlıştır, hiçbir istisnası ve bahanesi yoktur. o halde, ahlâken doğru olanı yapmak istiyorsanız bu durumda kadının içeride olduğunu söylemeniz gerekmektedir. kant, buna benzer bir örneği kitabında direkt olarak kullanmıştır. böylesine çarpıcı bir örnek kullanmasının amacı bakış açısının ne kadar mübâlâğalı olduğunu göstermektir. ve bizzat ‘’unutmayın ki bir eylemin sonuçları ahlâken konuyla ilintili değildir.’’ diyerek bu durumda dahi yalan söylenmemesi hususunda ısrar eder.

--- spoiler ---

''öyle davran ki, bir davranışında insanlığı hem kendinde hem diğer insanların her birinde her zaman bir amaç olarak gör ve katiyen bir araç olarak kullanma.''

- ımmanuel kant
--- spoiler ---

velhâsıl kant’a göre; cennete gitmek için ibadet eden, acıdığı için yardım eden, ağladığı için emzik veren, saygın olmak için çok çalışan, yalancı olarak yaftalanmamak için doğruyu söyleyen insanların hiçbiri ahlâka uygun davranmamaktadırlar.

tüm bunların yanında kant’ın ahlâk esaslarına birçok eleştiri de gelmiştir. örneğin çelişen ödevler konusu bunlardan biridir. evet, yalan söylememek ahlâkî bir ödev olabilir fakat bir insanın öldürülmesine izin vermemek de ahlâkî bir ödevdir. bazı durumlarda her iki görevi de kusursuz olarak yapmamız mümkün değildir. duyguların kapsam dışında bırıkılması da bu eleştirilerden bir diğeridir. sokakta mendil satan küçük bir çocuğa merhamet ettiğimiz için ondan mendil almamız kant’a göre hiçbir şekilde ahlâkî değildir. çünkü içinde ‘’merhamet’’ duygusunu barındırmaktadır. bu şekilde birçok eleştiri almış olsa da kant’ın ödev ahlâkı birçok yönden kabul görmüş ve bazı temelleriyle ahlâk felsefesinde çığır açmıştır. konuyla ilgili birçok makale ve kaynaktan genişçe bilgi alabilir yahut kafanızı arkaya yaslayarak size göre doğru olanı düşünebilir, sorgulamanın tadına varabilirsiniz.

--- spoiler ---

''eğer bir çocuk kötü davranışlarından ötürü cezalandırılır, iyiliğinden ötürü ödüllendirilirse bu durumda o sadece ödül için doğru davranacaktır ve hayata atılıp da iyiliğin her zaman ödüllendirilmediğini, kötülüğün de cezalandırılmadığını gördüğünde sadece hayatta nasıl muvaffak olabileceğini düşünen ve hangisini kendi yararına görürse buna göre doğru ya da yanlış davranan bir insan olacaktır.''

- ımmanuel kant, eğitim üzerine (ruhun eğitimi-ahlaki eğitim-pratik eğitim)
--- spoiler ---

yazıyı medium sayfamda okumak için şöyle gidebilirsiniz.

diyojen

antisthenes’in öğretisini temel alarak çok daha ileri düzeylere getiren düşünürdür diyojen. ilk çağ kalpazanlarından bir adamın oğlu olarak sinop’ta dünyaya gelir. babası hicesias bir kuyumcu ve sarraftır, fakat işini kötüye kullan ve itibarsız olanlardan birisidir. sahte para bastığı için hapse atılmış ve cezalandırılmıştır. bu sebepten olsa gerek ki diyojen, babası ile birlikte çok sıkıntı çekmiş; aç kalmış, sefaletlerle yüzleşmiş ve korkutucu boyutlara ulaşacak derecede tasalarla yüzleşmiştir. bazı kaynaklarda farelere dahi özendiği, onların yediklerini yiyememekten şikâyetçi olduğu belirtilir.

sinop‘tan ayrılarak babası ile birlikte atina’ya gelmiş ve burada öğretisi yavaş yavaş şekillenmeye başlamıştır. atina’da, yaşadığı sefil hayattan bir kaçış olarak tek isteğinin ‘’bilgelik’’ edinmek olduğunu söyleyerek antisthenes’in kapısına gider. defalarca kovulup sopa yedikten sonra antisthenes’i pes ettirerek onun öğrencisi olma yolundaki ilk adımını atar. doğaya uygun yaşamak kavramını öğretisinin temeline koyarak kendi felsefesini ortaya koyma yolunda emin adımlarla ilerler.

girdiği bu yolda sadece hocasının yolunda gitmeyip babasının hayatından da birkaç yaşanmışlığı öğretisine katar. o da babası gibi sahte para basacaktı. fakat onun sahte para anlayışı elbetteki farklıydı. kral, general, aristokrat olarak damgalanan tüm insanlar; bilgelik, mutluluk, zenginlik olarak damgalanan tüm meta yahut mefhumlar; hepsini üzerinde koca bir yalan yazan adi metaller olarak görecekti. bütün gelenekleri -davranış, giyim, beslenme-barınma, din- reddederek bir fıçıda(bazı kaynaklarda küp olarak da geçer) yaşamaya karar vermiştir. zira ona göre dünya kötüdür ve birey ondan bağımsız yaşamayı öğrenmelidir. antik dönemde hemen tüm insanlar tarafından kutsanan prometheus dahi ona göre cezalandırılması gereken biridir. çünkü o modern yaşamın tüm yapaylıklarını, kaosunu insanoğluna getirdiği için suç işlemiştir. tüm bu gelenek ve uygarlık reddiyelerinin yanında; bir insanın, şansın bahşettiği iyi şeylere aldırılmadıkça tüm korkularından kurtulabileceğini de söylemiş ve bu fikir daha sonra stoacılar tarafından da benimsenmiştir. fakat onlar diyojen gibi dünya nimetlerine tamamen yüz çevirme konusunda onun görüşlerini benimsememişlerdir.

kişilerin en kötü yaşam koşullarında dahi erdemli, hür ve mutlu olabileceğini savunmuştur. insanın bu koşullarda bunu başarabilmesini de doğal ve sade bir yaşamı benimsemesine bağlamıştır. antisthenes’in yaptığı gibi toplum tarafından ‘’uydurulmuş’’ olan aile, hükümet, mülkiyet ve yasalar gibi birçok kavramı reddetmiştir. platon’un da ‘’ideal devlet’’ öğretisinde yer alan erkek ve kadınların tek bir eşe bağlı kalmaması, çocukların tüm toplumun sorumluluğunda olması gerektiği anlayışını savunmuştur.

ruhun ve bedenin disiplinine son derece önem vermiş, bunlardan ilkinin erdem ile ikincisinin ise jimnastik ile geliştirilebileceğini söylemiştir. fakat buradaki jimnastik kelimesi günümüzdeki muhtevasından çok daha geniş bir anlamda kullanılmıştır. yukarıdaki pasajlarda da belirttiğimiz gibi ona göre erdem doğal ve sade yaşamaktan geçmekteydi. dolayısıyla insan ancak doğanın yasalarına göre belirlenmiş ve yapay olmayan şeyler ile ruhunu besler ise erdemli olabilecektir. doğal olmayı insanlar tarafından uydurulan her türlü kurumdan ve kurallardan arınmakta görürken sade olmayı da giyinme, beslenme, barınma anlayışına yansıtmıştır. ona göre; doğada var olan her şey tüm insanlığa aittir, kimsenin özel mülkü değildir. buradaki aitlik; erkek, kadın ve çocukları kapsayacak kadar geniş bir skaladır. bu düşüncelerden hareketle yalnızca tüm insanlık ile değil, hayvanlar ve doğada var olan her şey ile kardeşliğini ilan etmiştir.

yunan kültürünü yarımadanın ötesine taşıyan, helenistik dönem’in dünya tarihinde varlığını borçlu olduğu büyük iskender ile bizim ‘’sefil’’ diyojen’in sonradan uydurulmuş yahut esaslı kaynaklara dayanan birçok hikâyesi anlatılagelmiştir. bu hikâyelerin bizim için önemi, aslında birçoğunun diyojen’in öğretilerini ve felsefesini yansıtmasıdır. bunlardan belki de en meşhuru kendisine ne istediğini soran iskender’e hitaben, diyojen’in ‘’gölge etme başka ihsan istemem.’’ yanıtın içeren hikâyedir. meraklılar bu diyaloğun tamamına kısa bir google araması ile ulaşabilirler. lâkin bana göre, bunlar içinde diyojen’in insana ve hayata bakışını içeren ve felsefesinin birçok yanını oldukça iyi özetleyen kıssa şudur:

--spoiler--
rivayete göre büyük iskender, diyojen’i üst üste yığılmış ve birbirine karışmış insanlara ait kemikler içerisinde bir şeyler ararken görür ve ona yaklaşarak ne aradığını sorar. diyojen, iskender’e cevaben:
—babanızın kemiklerini arıyorum fakat kemiklerden hangisinin babanıza, hangisinin kölelere ait olduğunu kestiremiyorum, der.
--spoiler--

bu kıssanın, diyojen’in benimsediği ‘’doğaya dönüş’’ öğretisinin yanında ‘’kral’’, ‘’general’’, ‘’imparator’’ vesaire gibi unvanlara bakış açısını iyi bir biçimde yansıttığı kanaatindeyim. bu konuşma sonrasında iskender’in diyojen’i bağışlamasını; onu sefil bir adam olarak görmesine ya da ‘’iskender olmasaydım, diyojen olmak isterdim.’’ sözünden de anlaşılabileceği üzere diyojen sevgisine bağlayabiliriz. son ihtimal olarak da bu hikâyenin diyojen’in felsefesini özetlemek üzere başka bir kişi tarafından da uydurulmuş olabileceğini söyleyebiliriz.

fakat şunu birçok kaynaktan biliyoruz ki diyojen yaşadığı dönemde de çok fazla ün kazanmış ve tanınmıştır. aslında bu onun benimsediği felsefe ile bariz bir tezatlık içermektedir. o; insanlardan kaçmayı, yalnızlığı ve sadeliği tercih ederken yaşadığı dönemin ‘’hiciv ustası’’ olarak nam salmıştır. günümüzde yaşasaydı belki de internet aleminde kendisini, birçoğu kalantorlara dönük olan ‘’thug life’’ videoları ile tanıyacaktık.

diyojen yaşadığı dönemden sonra birçok felsefe ekolünü ve filozofu etkilemiştir. onunla aynı dönemde var olan stoacıların felsefesinde,onun görüşlerinin önemli bir yeri olduğunu yukarıdaki pasajda da belirtmiştik. kinik öğretide ve diyojen’in düşüncelerinde yer alan en iyi şeyler, daha kapsamlı ve eksiksiz bir biçimde stoacılara geçmiştir. stoacıların ‘’kendine hakimiyet’’ öğretisi diyojen’den birçok iz taşımaktadır. yaşadığı dönemden sonraki dönemlerde fikirlerini benimseyen isimleri saymak ile bitiremeyeceğimiz kesindir. fakat bunlardan en önemlisi belki de benim için de çok değerli bir filozof olan schopenhauer’dur. onun da hayata bakışı diyojen’in birçok fikriyle örtüşmektedir. yaşam bilgeliği üzerine aforizmalar isimli kitabında schopenhauer, fikirlerinin bazılarını savunurken diyojen’e atıflarda bulunmuştur.

kinik öğretinin tanınmasında en önemli etkisi olan isim şüphesiz ki diyojen’dir. onun ardından bu öğreti uzun yıllar devam etmiş fakat onun öğretisinde de yer alan ‘’kayıtsızlık’’ fikri çok ileri boyutlara varmıştır. kinikliği sonraki dönemlerde popüleştiren isimlerden birisi olan teles’in şu sözünde bu kayıtsızlığın boyutunu görmek mümkündür: ‘’oğlum ya da karım öldüğü için ben hâlâ yaşadığım halde neden kendimi ihmal edeyim, işime gücüme bakmayayım?’’

diyojen sendromu

genellikle sosyokültürel seviyesi yüksek insanalarda görülen bir sendromdur. çevresi ile uyum sağlamakta ve insanların davranışlarını kabullenmekte zorlanan bu kişiler zaman içinde birtakım davranış bozuklukları göstermeye başlarlar. bu davranışların boyutları o kadar ileriye gider ki bu insanlar; kir pas içinde, dağınık, kaotik bir ortamda yaşarlar. yakınlarındaki insanları fark etmemeye ve bazı duygularını yitirmeye başlarlar. hayat standartları oldukça düşüktür ve kimseyle iletişime girmek istemezler. bu sendrom bazı uzmanlar tarafında ciddi bir nöropsikiyatrik bir durum olarak görülmektedir. sanıyorum ki böyle bir sendroma hangi sebepten dolayı diyojen’in adının verildiğini bu yazı ile birlikte anlaşılacaktır.

diyojen kulübü

sir arthur conan tarafından yazılan sherlock holmes hikâyelerinde geçen hayalî bir centilmenler, beyefendiler kulübüdür. bu kulüp toplumdan uzaklaşıp düşünmek, sorgulamak, kitap ya da gazete okumak için holmes’ün ağabeyinin önderliğinde birkaç centilmen tarafından kurulmuştur. buradaki insanlar yalnızca entelektüel becerilerini geliştirmek için bir araya gelirler ve bu insanların tamamı kalburüstü diyebileceğimiz sınıfa mensupturlar. bu kulüpteki insanların sosyalleşmesi yasaktır ve ihraç nedeni olarak görülmektedir.

--- spoiler ---

teodor kasap tarafından çıkarılan diyojen dergisi türk edebiyatındaki gerçek anlamda ilk mizah dergisi olarak kabul edilmektedir.
--- spoiler ---

yazıyı medium sayfamda okumak için tıklayınız.

internet explorer 10

windows 8 ile gelen übersonik tarayıcı. evet efendim yanlış duymadınız. internet explorer'ın herhangi bir sürümü için böyle bir entry gireceğimi rüyamda görsem inanmazdım. lakin microsoft bu sefer öyle bir yamulttu ki beni kendisinden vazgeçemiyorum.

bazı hippi elit ve marjinal kesimler tarafından hala bir şekilde eleştirilmeye çalışılıyor. marka ile fark yaratmayı hayat düsturu haline getirmiş güruh tarayıcı sektöründe internet explorer'ı eleştirmeyi misyon edinmiş. son sürümüne kadar bu kitleye hak vermemek elde değildi. ancak 10. sürümü ile bu kitlenin karalamaları koca bir yalandan öteye gidemeyecektir.

özellikle windows 8 ile inanılmaz derecede stabil şekilde çalışıyor kendisi. java, flash gibi eklentileri en sorunsuz şekilde çalıştıran tarayıcı ünvanını sonuna kadar hak ediyor. o nasıl bir hız o nasıl bir sorunsuzluk diye sormak istiyorum kendisine.

son zamanlarda chrome'ın özellikle flash sorunu aşikar. firefox'un ise eklentiler ile ilgili sorunları ve gereksiz bir çok güncellemesi kullanılamaz hale getiriyor kendisini. iş bu haldeyken chormium açık kaynak kodunu kullanan yandex.browser ile yandexliyordum, lakin kendisi de olur olmaz yerlerde donmaya başladı. bilgisayarı aldığımdan beri bir kez kullanmadığım internet explorer'ı bir deneyeyim dedim. denememle hayran kalmam arasında saliseler bile geçmemiştir. zira simgesine tıkladığım anda küt diye karşıma geldi kendisi. bir çok java ve flash destekli sitede kendimce denemeler yaptım. üzülerek söylüyorum şu an için piyasadaki en iyi tarayıcı kendisidir. evet üzülerek söylüyorum çünkü simgesinden dahi nem kaptığım bir tarayıcıydı kendisi. masaüstünden ve bütün kısayollardan simgesini kaldırırdım. bu derece nefret ederdim kendisinden. ancak bu denli başarılı olması bu denli sorunsuz olması kendisiyle uzun süre ilişki yaşayacağımızı gösteriyor.

marjinal olmak adına kendisini karalamaktan vazgeçmeliler artık. internet explorer 10 her şeyi ile olmuş bir tarayıcıdır zira. bunu söyleyeceğim hiçbir zaman aklıma gelmezdi fakat ''gönül rahatlığı ile kullanınız, kullandırtınız efendim.''

mutluluk

Mutluluk; geçmişi unutmak, içinde bulunulan anı hoş görmek, geleceği düşünmemekle mümkündür.
(bkz: amak-ı hayal)
(bkz: cenab-ı mesih)

pala emmi

yardımsever sözlükdaşımız. her şey gönlünce olsun.

sözlük yazarlarından aforizmalar

Hayatın bana öğrettiği bir şey varsa o da samimiyetin sizi basitleştirdiğidir.

yalan söylemeyeceksin

jürgen schmiedertarafından kaleme alınmış, orijinal ismi ''Du Sollst Nicht Lügen!'' olan kitaptır. yazar 40 gün boyunca yalan söylememe, içinden geleni aynen aktarma, her koşulda dürüst olma vesaire gibi radikal kararlar alıyor ve bu kararı aldıktan sonra başına gelenleri realist bir şekilde aktarıyor. okurken sıkmayan, gerçeği birebir yansıttığı için sürekli empati kurmanıza imkan veren akıcı ve sade bir üsluba sahip.

teleservice

telefonumu 3 kez aynı sebepten ötürü gönderdiğim, onu yaptık bunu yaptık deyip aynı şekilde geri gönderen beş para etmez servis.
olay şöyle başladı;
telefonum aldığımdan beri ilk kez şarjı bitip kapandı. tekrar şarja taktığımda hiçbir şekilde şarj almıyor, açılmıyordu. telefonu servise gönderdim. ilk olarak şarj aletini değiştirdiklerini güncel yazılım yüklediklerini söylediler. lakin telefona hiçbir işlem yapmayıp aynı şekilde geri göndermişler. şarj aleti benim şarj aletimi ve açılmayan telefona güncel yazılım yüklemişler doğrusu bravo adamlara. 2. kez gönderdiğimde bataryayı değiştirdik deyip tekrar geri gönderdiler. batarya benim batarya. bu kadar yüzsüz işgüzar bir servis yahut firma ben hayatımda görmedim. 3.kez gönderdim telefonu tekrar. bakalım bu sefer neyi değiştirdik deyip aynı şekilde geri gönderecekler merakla bekliyorum.

not : benzer durumla karşılaşan bir yazar arkadaşımız var özel mesaj yoluyla bana ulaşır ise çok sevinirim. zira tam olarak ne yapmam gerektiğini bilemiyorum.

motorola motoluxe

motorola'nın fiyat performans açısından ürettiği en iyi telefonlardan birisi. tasarımı gayet hoş, malzeme kalitesi de elde tutulduğunda güven veriyor. kullanmakta olduğum süre zarfında gördüğüm olumlu olumsuz yönlerini maddeleyerek belirtecek olursam ;

+ tasarımı fazlasıyla göz alıcı,
+ ekranın sol alt kısmında bulunan bildirim ışığı çok hoş,
+ 800 mhz işlemcisi bu telefon için gayet yeterli,
+ henüz çalıştıramadığı uygulamaya rastlamadım,
+ fiyatı hak ettiğinin gayet altında bir değerde,
+ dokunmatik ekranı gayet hassas,
+ çoğu dokunmatik telefonda güneş ışığında rastlayamadığınız netliği bu telefonda fazlasıyla hissediyorsunuz,
+ stabil tarayıcısı yeterli düzeyde,
+ dolu sitelerde ufak takılmalar olsa da fiyat ve işlemci hızına göre çok başarılı,

- kamerası 8 MP izlenimi vermese de gündüz çekimlerinde bu seviyeye yaklaşıyor,
- kullanım kolaylığı açısından vasat. telefona alışmak biraz zaman alıyor,
- 720p video çekimi yok,
- teknik servis açından tercih edilmeyebilir,
- motorola tarafından verilen destek asgari seviyede.

ezcümle paranızın hakkını sonuna kadar veren, 3.5 inç ekran boyutuna, 3 megapiksel kameraya, 800 mhz işlemciye sahip telefonların marka takıntısından mütevellit 800-900 liraya peynir ekmek gibi satıldığı piyasada bu fiyata alınabilecek en iyi telefondur kendisi. tasarım olarak şu ana kadar üretilen dokunmatik telefonlar arasında benim için ilk 3 arasındadır. eğer telefonunuz yenilemeyi düşünüyor, fazla da param gitmesin ancak akıllı telefonlardan beklenen performansı ve kaliteyi bana sunsun diyorsanız gönül rahatlığıyla bu telefonu size tavsiye edebilirim.

not : en çok motorola atrix ile karşılaştırılıyor bu telefon. şu yadsınamaz bir gerçek ki ; atrix performans açısından bu telefona göre çoğu konuda üstün. fakat tasarım açısından kesinlikle atrix'e göre bu telefon zannımca çok daha göz alıcı. iki telefonu da kullanmış biri olarak aradaki performans farkı çok üst seviyelerde olmasa da, tasarım ve göze hoş gelmesi açısından motoluxe fazlasıyla ağır basıyor. zira atrix ve çoğu dokunmatik telefon amiyane tabirle ''odun gibi'' bir görünüme sahip. motoluxe'ün bu açıdan albenisi fevkalade.

michael emerson

son derece başarılı bir aktör. yakışıklı mıdır tartışılar ancak son derece karizmatik bir adamdır.

person of interest

yayınlamakta olan en sağlam dizilerden birisidir. bir prison break, the walking dead, spartacus değil elbette ama gayet sürükleyici bir konusu var. en başta oyunculuklar çok sağlam. karakterler müthiş oturuyor diziye.

ilk bölümler hep böyle mi gidecek diye düşündürüyor fakat her bölümün birbiriyle bağlantısı olduğunu daha sonra anlıyorsunuz. micheal emerson öyle güzel rol yapmaktadır ki gerçek hayatta bacağından vurulup sakatlandığını felan sanarsınız.*

jim caviezel'in yerine bu rolde kullanabilecek daha iyi bir aktör bulunamazdı belki de. gerçekten harikulade oturmuş karaktere. fakat sürekli kısık sesle konuşması biraz yapay duruyor. tamam sağlamsın, özel eğitim almışsın, her boku biliyorsun da abicim zaten karizmatik adamsın çekici görünmek için böyle davranmana gerek yok. izlerken bir takımda amigoluk felan mı yapıyor diye düşündürüyorsun insanı. her maçtan sonra sesi kısılan hırçın taraftarlar gibi tavır takınmana gerek yok bence.***
ezcümle, kesinlikle takip edilmesini tavsiye ettiğim gayet sürükleyici bir dizidir. izleyiniz izllettiriniz efendim saygılar.

anne sevgisi

her mefhum gibi kaybedilince asıl değer anlaşılandır. karşılıksız sevgi denilen şey söylemesi kolay ve basit bir kalıp gibi duruyor ama derin düşünüldüğünde dünya üzerinde bir kişinin bu sevgiyi size besleyebileceğini çok iyi anlıyorsunuz.

barzani ye türkiye seninle gurur duyuyor demek

türkiye'nin t'sini dahi ağızlarına almaması gereken güruh tarafından söylenmiş cümledir. ülke elden gidiyor derlerdi her sene kulak asmazdım. insanların ağzında yafta olmuş bir cümle olarak görürdüm. zira doğduğum günden beri ne zaman siyaset konuşacak olsam hep bu cümleyi söylemişlerdir. tayyip'miş tansu çiller'miş farketmez kimin dönemi olursa olsun bu cümle bir ritüel haline gelmiştir. lakin öyle bir duruma geldik ki artık gerçekten ülke elden gidiyor.. bu tür insanları destekleyen bir Hükûmet ve yandaşlarıyla karşı karşıyayız. vatan sevgim allah'a şükür asla azalmaz lakin ülke insanına olan güvenim, sevgim yarı yarıya azaldı. aziz nesin ne kadar haklıymış meğer..
edit: imla.

prestige

(bkz: prestige slims menthol)