bugün

entry'ler (127)

büyükşehir çalışıyor

cemal acar'ın mart 2008'de çıkan, büyükşehir çalı(şı)yor diyerek de parantezle minik bir kelime oyunu yaptığı, kitap.

''bu kadar büyük deprem beklendiği halde 350 bin ytl'lik sensör alıp gözlem istasyonu kuramıyorsunuz.laleler için milyarlar harcayan istanbul büyükşehir belediyesi olası istanbul depremi için 350 bin ytl vermedi''diyen profosör naci görür'ün yakarışına değiniyor.

ekliyor:

''...moskova belediyesi bile şehiriçi taşımacılığında kullandığı otobüsleri türkiye'den aldığı halde;ülkemiz dünyanın en büyük otobüs üretim üslerinden biri ve hatta bu alanda uluslararası kuruluşların gözdesi olduğu halde; dahası mercedes firması bile bu böyle olduğu halde, istanbul büyükşehir belediyesi, mercedes otobüslerini çok yüksek bir bedelle gidip almanya'dan almaktadır...''

belediyenin daha bir sürü gereksiz harcamasını, yanlış ve plansız projelerini, yolsuzluklarını, fesat karıştırılan ihalelerini anlatıyor.

eğer yazdıkları doğruysa vah ki ne vah halimize

terorun soldurdugu yillar

sefa kaplan tarafından 1990 yılında yazılan , makalelerden oluşan, bir çırpıda okunup biten, anlatmak istediğini öz bir şekilde anlatıp,''bir de buradan bak''diyen kitap.

''...garip bir ülkede yaşıyoruz, değerler, kavramlar, varoluş biçimleri kolaylıkla, esen rüzgara göre yön değiştirebiliyor. kimi zaman da tam aksi oluyor, kör anlaşmaların sancısı bireysel ve toplumsal dengeleri alt-üst ediyor; kısa sürede içinden çıkılmaz karmaşalarla karşı karşıya kalabiliyoruz...''şeklinde önsözle başlayan kitapta sefa kaplan,

mesela diyor ki:
''...3.dünya savaşı çıkmayacak, çünkü dünya zaten öteden beri bir savaşın içinde yaşıyor. soğuk savaş da değil kastedilen , ne zaman, nerede, kimlerin göbeğine düşeceği bilinmeyen terör söz konusu olan...''

''...türkiye, bugün dünyada varolan birçok başka ülke gibi sömürgeleşme tarihi yaşamış değil. bu yara bereler, sömürgeleştirilen yabancı bir ülkenin bura halkına yaptıklarının sonucu değil; doğrudan doğruya devletin halkına yaptığının sonucu.

devlet kendi çıkarları için batılılaşmaya karar verir, bunu kimseye danışmaz.uygulamaya girişir. halk, kendi dışında verilmiş karara -ne olduğunu bile anlamadan- uymak zorundadır. hayatı toptan değişir, takvimden kılığına, buna da alışmalıdır...''

operasyon ergenekon

şamil tayyar'ın yazdığı, 2008'de timaş yayınlarından,''ilk kez yayınlanan belgelerle''çıkan kitap.

adından anlaşılacağı üzere kitap ergenekon operasyonunu anlatıyor. bunu basit ve anlaşılır bir dille, fazla dallandırıp budaklandırmadan, neden-sonuç bağlantılarını kurarak ( bazı yerlerde sonuçsuz bırakarak) anlatıyor.

recep tayyip erdoğan'ın 6 aralık 1997'de siirt'te ziya gökalp'in''minareler süngü, kubbeler miğfer, camiler kışlamız , müminler asker''dizelerini okuyup

halkı din ve dil farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrip etmek suçundan 4 ay mahkum hayatı yaşadığı anla başlıyor ve sonrasındaki süreci kısaca hatırlatıyor:

''...3 kasım 2002 için yüksek seçim kurulu, recep tayip erdoğan'ın istanbul milletvekilliği adaylığını kabul etmedi.
abdullah gül başbakanlık koltuğuna oturdu.

siirt'te bir grup köylünün seçim sandığına gitmemesi bu ildeki seçimlerin iptalini doğurdu. 9 mart 2003'te yapılan siirt seçiminde erdoğan milletvekili seçilerek meclise girdi. artık o aynı zamanda yeni başbakandı...''

sonra da geçtiğimiz günlerde ard arda çıkartılan çetelerden dem vuruyor:

''...son yıllarda art arda çorap söküğü gibi çıkarılan çeteler, tesadüfi olarak ortaya çıkmış değildi.

psikolojik harekat başlatıldı. hedef: kitle iletişim araçları etkin kullanılarak hükümet üyelerini kamuoyunda küçük düşürerek, inanılırlık ve güvenilirliklerini zedeleyecek tarzda doğruluğu ispatlanmamış haberleri yaymaktır.bu sayede ülkede kriz ortamı oluşturarak, mevcut rejim için öncelikli tehdit kabul ettikleri ve irticanın temsilcisi olarak gördükleri akp hükümetini etkisiz hale getirmeyi amaçlamaktadırlar...''

ve kitabı sarıkız darbe teşebbüsü, şemdinli provokasyonu, sauna operasyonu, cumhuriyet gazetesine bomba atılması olayları ile sürdürüyor.

konforlu guvenli hizli ulasim

2008 yılı, sarı renkli öğrenci pasolarının arka yüzünde yazan slogan.

iett bu pasoların arka yüzüne her yıl yepisyeni bir slogan yazıyor.
geçen yıllarda:

'' biz insan taşıyoruz''idi. insanları tepeleme yığdığı için bu sözü ara ara kendine hatırlatıyordu herhalde.

sonra bir yıl''18oo bilmem kaçtan beri''yazıyordu. lahmacuncu dükkanı sanki.

şimdi de bu:
''konforlu guvenli hizli ulasim''sanki dalga geçer gibi.

konforlu: anlamı için tdk sözlüğe bakıyorum.'konforu olan'diyor.( tdk da dalga geçiyor sanki, tanıma bak)
konfora bakıyorum: günlük hayatı kolaylaştıran maddi rahatlık.

sabahın saat 7 buçuğunda hangi otobüste bir rahatlık var, yaşayan beri gelsin.

güvenli: tdk'nın tanımlamasına göre''güven verici''( yok yok, tdk ile iett bir olmuş, güler yüzlü çalışma prensibi benimsemiş)
güven: korku, çekinme ve kuşku duymadan inanma ve bağlanma duygusu.

hepimiz otobüslere korkmadan, çekinmeden, kuşku duymadan, inanarak biniyoruz.değil mi?

hızlı: öncelikle müsaadenizle şöyle yarıla yarıla bir güleyim. otobüsle hızlı ulaşım. gerçi allah var, yalan olmasın, ben görüyorum, bazen içinde bulunduğum otobüs yanındaki son model arabaları, jeepleri falan geride bırakıyor. emniyet şeridini kullanıyor da bazen.

sanki iett şaka yapıyor, sanki birileri alay ediyor.

hayır illa birşey mi yazmak zorundasın. boş bırak. ha illa birşey yazacaksın. bari yine 1800 bilmem kaçtan beri yaz. doğru bir laftı hiç değilse.

çocukken yapılan salaklıklar

yapılan salaklıktan ziyade, düşünülen salaklıktı benimkisi:

üniversitede öğretmen olabilmek için önce ilkokulda, sonra ortaokulda, sonra lisede öğretmen olmak gerektiğini düşünmek.

öğretmenlikler arasında böyle bir kademe atlaması olduğunu sanmak.

( hey gidi günler. o günden bugüne iyi geliştirmişim kendimi )

ertesi gün

davut dursun tarafından yazılan, işaret yayınları'ndan çıkan belgesel niteliğinde kitap.

kitap, bugüne kadar okuduğum 27 mayıs darbesi, 12 mart muhtırası ve 12 eylül darbesi hakkında en yalın, en açık, en anlaşılır içeriğe sahip.

objektif açıklamalarla, dönemin tanıklarının da anlatımıyla kaleme alınmış.

gereksiz bilgilerden uzak, neden-sonuç bağlamında olaylar gayet akıcı sıralanmış.

merkez sagin kisa tarihi

nuray mert tarafından, ağustos 2007 de yazılan, selis kitaplar dan çıkan, siyaset/sosyoloji türü kitap.

kitap, adından anlaşılacağı üzere, ülkemizdeki sağ partilerin doğumu ve gelişimini anlatıyor. bunu yaparken, yine adından da anlaşılacağı gibi kısaca, kabaca bilgilendiriyor. yüzeysel bir tarih sunuyor.

demokrat parti, adalet partisi, büyük türkiye partisi, doğru yol partisi, anavatan partisi, milli nizam partisi, mili selamet partisi, refah partisi ve adalet ve kalkınma partisi bağlamında; demokrasi, merkez sağ, muhafazakarlık, islamcılık kavramlarını inceliyor.
ayrıca yerinde ve güzel tespitlerde bulunuyor:

''...cumhuriyet ulusçuluğunun , ulusu tanımlarken tamamıyla dışarıda bıraktığı dini sembol ve değerler ile geleneksel topluma özgü cemaat anlayışı, sağ milliyetçiliğin temel unsurlarını oluşturdular...''

''...bir yanda , yenilginin suçlusu olarak içinde bulunulan medeniyet dünyasını (ki bu da islam medeniyeti demekti) görenler vardı. bunlar kurtuluşu dini kurum ve pratiklerden -hatta açıkça söylenmese de - inanç ve sembollerden kurtulmakta görüyorlardı. cumhuriyet aslında bu yaklaşımı resmi ideolojiye dönüştürmüştü. diğer tarafta, sorunu din ve geleneklerine toz kondurmadan çözmek isteyenler, modernleşmenin teknik yanına karşı çıkmadan, kültürü korumak gayretindeydiler. bu yaklaşımı benimseyenler, yavaş yavaş tarih okumalarını, osmanlı yenilgisinin aslında birilerinin oyunu, tuzağı olduğu şeklinde kuruyorlardı...''

''...türkiye de laiklik ilkesinin, içerikten ziyade semboler üzerinden bir kutuplaşma yarattığını biliyoruz.zira laiklik, türkiye nin batılılaşma projesinin bir parçası olarak algılanagelmiştir. cumhuriyet in kuruluşundan bu yana, batılı bir kimlik ve kisveye bürünme çabası, dinsel sembolleri bir medeniyet projesinin önündeki engeller olarak hedef haline getirmiştir.
bu koşullar altında başörtülü bir başbakan eşi veye içki içmeyen bir başbakan, sıradan dinsel tercihler, kişisel tasarruflar olmanın ötesinde, bir medeniyet tercihi veya diğer bir deyişle batı medeniyetine eklemlenme sürecinde ciddi bir kopuş olarak görülmektedir. merkez sağ partiler, akp ye gelinceye kadar bu hassasiyeti sonuna kadar dikkate almış, yerleşik ön kabulleri zorlamama konusunda azami gayret sarfetmişlerdir. bu alanda akp, çok ciddi bir ilk örnek teşkil etmektedir...''

geri gel ey osmanlı

mustafa armağan'ın ufuk kitapları'ndan çıkan kitabı, adından anlaşılacağı üzere osmanlı özlemini barındırıyor.

osmanlı'nın keşifleri, yönetimi, büyüklerini anlatıyor ve hepimiz osmanlıyız diye bitiriyor.

aslında son derece basit bir dille yazılmış kitapta yer yer , hiç haz etmediğim ağdalı cümleler de yok değil.
''...zamanın öğüten, un ufak eden kahhar akışından varlık evimizi siyanet edebilmek için selin üzerine tanıdık öteberiden bir havuz yapmalıyız kendimize mahsus...''gibi.

mustafa armağan, diğer kitaplarında yaptığı gibi yine tarihimizin bilmediğimiz yönlerini anlatıyor bize.

osmanlı'nın kusursuzmuş gibi zikredilmesi, yani bu çok gözüme gözüme giren tarafgirlik, tarihi konulu bir kitabı okurken beni rahatsız ediyor ama, yine de kitabın içeriğindeki bilgilerin hakkını vermek lazım.

hayat ve hatiratim 3

cumhuriyetin ilk yıllarında, ülkedeki siyasetten hoşlanmayarak ve can güvenliğinden şüphe ederek yurtdışına çıkan , hayatı başarılarla ve fakat bu başarıların sümen altı edilmesiyle dolu olan, doktor siyasetçi rıza nur, hatıralarını anlattığı 3. ve son kitabında atatürk ile olan kavgasını anlatıyor.

öyle bir anlatıyor ki, atatürk hakkında bildiğiniz her şeyin adeta yalan, yanlış olduğunu iddia ediyor.

bu iddiaları serinin diğer kitaplarında da mevcut. bunun için;
(bkz: hayat ve hatıratım 1)
(bkz: hayat ve hatıratım 2)

bu kitabın, vakti zamanında toplatılmasına şaşmamalı. zira atatürk hakkında öyle değerlendirmeleri ve yorumları var ki yenir yutulur cinsten değil. ve eğer yazdıkları doğruysa, cumhuriyet tarihimizi tamamen yanlış biliyoruz.

buraya kitaptan alıntılar yapamam. zira atatürk'e hakaret niteliği taşıyabilen bu ifadeler, maazallah hakkımda dava açılmasına bile sebep olabilir.

doğru bildiğim, bilmekten öte derinden inandığım bilgilerin doğruluğunu sorgulatan bu kitabı herkesin okumasını çok isterim.

okurken çok şaşıracaksınız. inanmakta güçlük çekeceksiniz. fakat rıza nur'un kitabı kaleme alış tarzı inandırıcı gibi gelecek. ama yine de aklınızda bir şüphe olacak.

sonuç itibariyle, birilerinin cumhuriyet tarihimiz hakkında yalan söylediğini göreceksiniz.

iddialı, sarsıcı, çarpıcı bir kitap.

beyefendi ile son kisot

''bilinmeyen yönleriyle süleyman demirel'' alt başlığıyla , salim koçak tarafından yazılan, güçlü yayınları'ndan çıkan kitap.

salim koçak, süleyman demirel'in yasaklı yıllarında onun tarafını tutmuş, ülkeyi kalkındaracağına, geliştireceğine inanmış, hatta adeta biat etmiş. bu uğurda dergiler çıkarmış, masraflar etmiş. hem de karşılığında hiçbir şey beklemeden.

ama sonra zamanla süleymen demirel i yakından tanımaya başlamış. onun aslında gözünde yücelttiği kadar olmadığını görmüş. gözünde devleştirdiği, kahramanlaştırdığı insanın, bir süre sonra kendi çıkarını düşünen, başkasını düşünmeyen, kalp gözü kapanmış biri olduğunu görmüş.

bunu görmesiyle hayatını sürdürmesi de zorlaşmış. çünkü artık girdiği hiçbir işte tutunamamış. bir işe girmiş, bir süre sonra hiçbir gerekçe gösterilmeksizin çıkarılmış. kendisini büyük isteklerle işe alan işverenleri, bir süre sonra onunla muhabbeti kesmiş. bu durum defalarca yaşanmış.

fakirliğin sınırlarını zorlamış o ve ailesi. süleyman demirel den de eski günlerin hatırına yardım istemiş. kendisine iş bulmalarını rica etmiş. ama cevap olumsuz olmuş.

iş bulması aslında hiç de zor değilmiş. çünkü bir eğitimci ve çocuklarla ilgili gayet parlak projeleri var. seminerler, konferanslar veriyor, gazete, dergi çıkartıyor, televizyon programları hazırlıyor. ama başarıyla giriştiği tüm bu işlerden, bir süre sonra esrarengiz bir şekilde çıkartılıyor.

işte salim koçak, bunların sebebinin demirel olduğunu düşünüyor.

kitap, yer yer şiirlerle, ünlü filozafların, devlet adamlarının özdeyişleri ile bezeli. basit ötesi, yapyalın bir dille yazılmış.

salim koçak, kendisinin ne kadar doğrucu, dürüst, mert, yılmaz, haksızlığa gelemez, mazlum...olduğundan bahsetmiş. buradan yola çıkarak kendisine son kişot ünvanını yakıştırmış.

ayrıca yaşadığı tüm ezalara, cefalara rağmen allah a olan inancının azalmadığından, eşi ve çocukları ile olan aile bağlarının kuvvetinden dem vurmuş.

bu kitaı okuyarak, süleyman demirel in hiç bilinmeyen yönlerini öğrenmekten ziyade, salim koçak ın ne kadar ezilmiş olduğunu öğrendim. zira demirel den çok kendisinden bahsetmiş. hatta o kadar çok bahsetmiş ki kitabın sonlarına doğru birkaç sayfayı okumadan atladım.

hayat ve hatiratim 2

rıza nur'un 3 kitaptan oluşan serisinin, inönü ile olan kavgasını ve lozan görüşmelerini anlattığı 2. kitabı. yer yer mustafa kemal hakkındaki yorumları da var. ve işte bu yorumlarladır ki kitap, ismet inönü ve özellikle mustafa kemal hakkındaki tüm bildiklerimizi sorgulatır cinsten. aşağıda kitaptan yaptığım bazı alıntıları okuyunca bunu anlayacaksınız.

ismet inönü'nün mevki hırsında olduğunu, sorumluluk almaktan kaçındığını, insanın yüzüne gülerken, arkasından işler çevirdiğini, düşman kazanmak istemediği için tüm pis işleri kendisine yaptırdığını söyleyen rıza nur, şunu da ekliyor :''...ismet, m.kemal'den allah gibi korkar. m.kemal'in izni olmadan abdesthaneye gidemez...''

kitapta uzun uzun lozan görüşmeleri anlatılmış. bu görüşmelerde nelerin yaşandığı, nasıl binbir güçlükle bağımsızlığa kavuşulduğu anlatılıyor.

lozan'a ismet inönü, rıza nur ve hasan bey gönderiliyor.

ancak lozan görüşmelerine bilindiği üzere türkiye'den hem istanbul, hem ankara heyeti davet edilmişti. bu çirkin durumu engellemek için rıza nur,- kitapta yazdığına göre- padişahlığı lağvetme fikrini ortaya atıyor. yani padişahlığı kaldırma fikri rıza nur'dan çıkmış. rıza nur'un bu fikri çok taraftar toplamış ve oy çokluğu ile kabul edilmiş. seksen vekil bunu mutlulukla imzalamış. en son m.kemal'in haberi olmuş. o da okuyup imzalamış.

yani aslında padişahlığı kaldıran , bu iddiaya göre m.kemal değil, rıza nur.

hatta mecliste padişahlığın kaldırılması celsesini izleyen fransız mümessili rıza nur'u tebrik etmiş ve demiş ki:''m. kemal izmir'e girdi, büyük zafer kazandı. evet, fakat bu senin yaptığın ondan çok büyüktür. bu millet m.kemal'i unutabilir, fakat seni unutamaz.''

işte rıza nur, padişahlığı kaldırmanın aslında kendi fikri olduğunu söylüyor ve diyor ki:

'' m.kemal'in nutukta söyledikleri yalandır. hem de kuyruklu yalan. bunun şerefini kendine alıyor. benim adımı bile takrir sahibi diye zikretmiyor. bu kadar sarih(açık) yalan söylemek için çok (...)*olmalıdır. bu ne hırs, ne şeref(...) , ne(...) !fakat bir yerde de'o takrirde benim de imzam var'diye kendisine şeref veriyor. hakikaten bu işte onun şerefi sade diğer seksen mebus gibi bir imzası olmaktan ibarettir. padişahlığın lağvından hele din ve devlet ayrılmasından hiçbir haberi bile yoktur.''
*haya ve şerefle ilgili hakaret anlamı taşıyan üç kelime metinden çıkarılmıştır

''...hilafet için de m. kemal'ben laik hükümet yaptım'diyor. o laik ne demek manasını bile bilmezdi. kelimeyi bile işitmemişti. diyor ki:'hilafet sarih bir hukuka malik olmaksızın bir müddet daha bırakıldı.öyle değil. sarih hukuk ile onu ben ipka ettim. isteseydim o galeyan içinde hilafet de giderdi. ben hilafetin şiddetle taraftarıydım. hala da öyleyim. halbuki hilafeti ilga etmek cinayet olmuştur. işte sade hilafetin ilgasıdır ki, sırf m.kemal'in işidir. şimdi roma'daki vatikan'a, mussolini'nin ona verdiği kuvvete baksın da m.kemal ibret alsın. hristyanlığın papalığı olsun da müslümanlığın buna mukabil olan halifeliği neden lağvedilsin. bu çılgınlıktır. m.kemal, hilafetin kuvvet olmadığını iddia ediyor. fakat bu iddiası yanlıştır. bu sayede bu harpte hintlilerden maddi ve manevi çok yardım gördük. bunu nasıl inkar ediyor. hilafet sade dini bir müessese değil. devlet ve vatan için maddi ve manevi mühim bir kuvvettir...''

''...m. kemal nutkunda 'muhalifler, benim saltanatı lağvedeceğim hakkında telaşlı ve heyecanlı propoganda yapıyorlardı.'diyor. tamamiyle yalandır. hiç de öyle şey yoktur. padişahlığın ılgası kimsenin aklında olan şey değildi. benim de yoktu. kimseden de işittiğim yoktu. bunu böyle demesinin şerefi bunu kendisine maletmek içindir...''

''...nutkunda'hilafetten ayırmaya ve evvela saltanatı lağva karar verdiğim zaman'diyor. bu adam hiç utanmaz. böyle bir şey hiç aklına gelmemişti. haberi bile yoktu...''

''...nutuk'ta'teşkilatı esasiye kanunuyla hukuku hükümraninin millete ait bulunduğunu ifade eden bir takrir hazırlandı. sekseni mütecaviz arkadaşa imza ettirildi. bu takrirde benim de imzam vardır'diyor.
'takrir hazırlandı' diyor. rıza nur düşünmüş, hazırlamış demiyor. 'sekseni mütecaviz arkadaşa imza ettirildi'diyor. güya kendisi imza ettirmiş. canım bunlar imzaya koşarken senin daha haberin yoktu. şükür ki kendi namına kaş yapayım derken göz çıkarmış.'bu takrirde benim de imzam var' diyor. bu cümleyi gafletle yazmış. çok iyi olmuş. bu cümle meseleyi izah ve itiraf ediyor. yok bunun da üstüne yatmaya çalışıyor. yatmaya çalşıyor ya, kendinin olsaydı imzası başta olurdu. hem'benim de imzam var'demek lüzumunu görmezdi. demek hiç olmazsa bunu kendi lehine bir kar saymış. mecliste celsede resmen buna rıza nur takriri adı verildi. bu nedenle üstüne tamamiyle yatmak imkanını bulamamış...''

''...lozan'a giderken bizde ne hazırlık var, ne dosya var, hiçbirşey yok. m. kemal, ismet ile beni bir tarafa çekti, dedi ki:'esaslarınız budur, baktınız ki, trakya'yı alamıyorsunuz, sözlerinden dönüyorlar, uğraşmayın, terk edip sulhu yapın, hatta icap ederse, istanbul'dan vazgeçmek lazımdır. musul için hiç uğraşmayın' herife hayret ettim. trakya ile istanbul'un bizi terki meselesi olmuş bitmiş bir mesele halindeydi...''

''...ismet, lozan'da musul için daima bana:'canım gel şunu bırakalım da sulh yapalım'der beni zorlardı. ben'olmaz, bütün mukavemetleri yapalım'derdim. 'canım sonra boca ederiz, sulhü kaçırırız. verelim'derdi...''

''...nutku'nda''lozan'da behemehal sulhün yapılacağından emindim''diyor. bu adam daima ve her şeyde peygamber ve evliya gibi her şeyi evvelden bildiğini söyler. bunları işler bitmeden evvel söyleseydi ya...''

''...halk fırkasının adından bahsediyor. sonradan cumhuriyet kelimesini de ilave ettiğini söylüyor. sebebini söylemiyor. bu kelimenin ilavesi şöyle olmuştur: ikinci mecliste kazım karabekir'ler fırka yapıp, fırkalarının adına cumhuriyet kelimesini ilave etmiş olarak meydana çıkınca, mustafa kemal müthiş telaş etti. işte odan sonradır ki, kendi de bu kelimeyi kendi fırkasına ilave etti...''

''...mustafa kemal gazi ünvanını meclisten kendi istedi. meclis vermek istemedi. günlerce uğraştı. ve zorla aldı...''

''...m. kemal paşa (...),(...),(...),(.....)*zevk safaları, dahilik hevesleri ve emsaliyle cumhuriyetten beri millet ve devleti öyle berbat etmiş ki, türk anane ve harsını öyle yıkmıştır ki milleti ve devleti harsça, ilimce, ziraatça, sanatça, teşkilatça, yeni baştan tensik etmek zarureti hasıl olmuştur.
*cahillik ve baskı anlamı ifade eden dört kelime metinden çıkarılmıştır...''

kitabın etkisi hala üzerimde. zaten kitapta bu satırları okurken şok içinde kalmıştım. doğru okuyup okumadığımdan şüphe etmiş, tekrar tekrar okumuştum. eğr bu yazılanlar doğruysa...bize bunca zaman öğretilenler...yani....bilemiyorum....kafam karışık...

darağacında üç fidan

darağacında üç fidan, ilk etapta nihat behram tarafından 1975'te vatan gazetesi'nde yayınlanan bir yazı dizisidir.
18 gün yayımlanan yazı dizisi hakkında nihat behram'a dava bile açılıyor. daha sonra bu dizi kitap oluyor. o da dava açılmasına sebep oluyor. hatta nihat behram vatandaşlıktan çıkarılıyor.

kitap bir süre yasaklanıyor. sonra bir ara ''yürekleri şafakta kıvılcımlar'' adıyla yeniden basılıyor. 22 yıllık yasaklı sürecin ardından 1998'de ''darağacında üç fidan''adıyla basılıyor ve kısa sürede korsan basımlarına rağmen 15 baskı yapıyor.

gelelim bu üç fidana.
devrimci gençler deniz gezmiş(25), hüseyin inan(25) ve yusuf aslan (23)tc anayasasını tebdil, tağyir ve ilga etmekten yargılanır. yargılandıkları mahkeme ise sıkıyönetim mahkemesi. halbuki 353 sayılı askeri mahkemeler kuruluşu ve yargılama usulü kanununa göre , yalnız sıkıyönetim askeri mahkemelerindeki hakimler değil, yargı görevlerini olağan dönemlerde yapan askeri mahkemelerde bile hakimler, hakimlik güvencesinden yoksun. hal böyleyken yapılan yargılama sağlıklı bir yargılama olmaz, suçla orantısız ceza verilir.

bir bankanın soyulmasının, dört amerikalı erin kaçırılmasının, tc anayasasını tebdil, tağyir ve ilga etmek suçunu ilgilendiren bir vasıf ve mahiyeti yok. banka soygununun ayrı, adam kaçırmanın ayrı ve beş-on senelik hapsi gerektiren cezaları var. ama ilahlar kurban istiyor.

bu üç gencin idamları bile çare olmuyor. o günkü hakim zümre haberi ilk veren spikeri, sesinin titremesi nedeniyle işinden ediyor, mezarlığa ilk giden genç tutuklanıyor, sokakta ilk bağıran kadın, alınıp götürülüyor.

bu üç gencin dramatik idamını anlatan nihat behram,''deniz gezmiş davasına yeniden bakılabilir mi?''sorusunu dönemin hukukçularına soruyor.

bu arada behram, kitabı şiirleriyle süsleyerek ve de duygusal betimlemeler kullanarak kitabı yalnızca belgesel bir anlatı olmaktan çıkarıp, edebi de bir hava vermiş.

hayat ve hatiratim

rıza nur'un yasaklanmış kitabıdır.

rıza nur, son padişahları, mustafa kemal'i, ismet inönü'yü görmüş, başarılı, eğitimli bir doktordur.

hekimlikte sensei seviyesine ulaşabilecekken siyasete atılır. bu süreçte dönemin siyasetinin iç yüzünü görür. politikacıların makam, mevki hırsıyla nasıl çirkinleştiklerine tanık olur. en çok da ülkenin cahil, ahmak, hodbin insanlara bırakılmasına üzülür.

rıza nur'un 3 ciltten oluşan ''hayat ve hatıratım'' serisinin ilkinde ''rıza nur kendini anlatıyor''

bu arada rıza nur'un bir karısı var ki, aman yarabbim, düşman başına.

bir de rıza nur, bu kitaptan anladığıma göre akıllı, zeki ama biraz saflığı da var. bir kere o karısını çekmesi, kendi tabiriyle namus derdine karısını boşamaması, obur ve bir dönem de morfinman olan karısını tedavi etmek ve ettirmek için insanüstü çaba sarfetmesi-ki bu kadın aynı zamanda feci şirret-, kendisine kötülük yapanlara iyilik yapması, iyilik yaptığı bu insanların sonra kendisine tekrar kötülük yapmasına rağmen yine iyilik yapması bildiğin saflıktır işte.

ayrıca kitapta o dönemlerde ülkedeki hukuksuzluklara, almanya'nın tıp konusundaki müthiş becerisine değinmiş.

rıza nur,''hayat ve hatıratım 2 '' kitabında inönü ile olan kavgasını;
''hayat ve hatıratım 3'' kitabında da atatürk olan kavgasını anlatıyor.

milliyetcilik ulkuculuk uzerine konusmalar

alparslan türkeş'in 1992'den 1998'e kadar yaptığı konuşmaların derlendiği, kamer yayınları'ndan çıkan kitap.

kitapta türkeş'in çeşitli kurultaylarda yaptığı konuşmaları, ülkücü gençlere tavsiyeleri, milliyetçilik üzerine düşünceleri yer alıyor.

örneğin;

''...hangi okuldan çıkarsa çıksın, bir okuldan ayrılan memleket çocuğunun millet hayatına yük teşkil edecek bir vatandaş halinde değil, millet hayatına yeni değerler katacak, milletinin hayatına üretici olarak katılacak vasıfta yetiştirilmesi lazımdır...''

bu bağlamda günümüzde alelusül bir ilköğretim ve lise eğitiminden geçip, üniversiteye kapağı atan, mezun olunca da istihdam yetersizliği nedeniyle aldıkları eğitim üzerine çalışmak yerine, diplomalı işsizler kervanına katılanlara değinmiş. doğru demiş.

türkeş'in 1992 yılında yaptığı bir konuşmada enflasyonun %71den %65 düşmüş olması, her ne kadar yeterli bulunmasa da, sevindirici bir durum olarak değerlendiriliyor. hey gidi, bir zamanlar ülkenin durumu öyleydi tabi. o günle kıyaslayınca, epey yol almışız bu konuda.

türkeş'in ülkücü gençlere şöyle bir tavsiyesi var:

''...bazı gizli eller ülkücü gençlerle bölücü veya aykırı görüşte olan başka grupları dövüştürmek istemektedir. böylece bir taşla birkaç kuş vuracaklar. hem bölücü çevreleri baskı altına alacaklar, hem ülkücü gençliği vurup dağıtacaklar, hem de memlekette gelişmekte olan milliyetçi siyasi hareketimizi lekelemek isteyecektirler. buna meydan vermemek için tüm ülkücüler dersleri ile, kitapları ile meşgul olmalıdırlar. kavgaya girmemelidirler.kendilerine saldırıda bulunulsa bile cevap vermeyip, polisi yardıma çağırmalıdırlar...''

türkeş in bir de öngörüsü var o yıllarda:

''...türkiyemiz 60 milyonu aşan nüfusu, çok iyi yetişmiş kadroları, gelişmeciliğe açık, yenilikleri kabul eden toplumu ve tarihe damgasını vurmuş üstün kültürü ile 2000li yıllarda süper güçlerden biri olmaya adaydır...''

süper güç adaylığı mı? ah ahh.

bugün tartıştığımız sivil anayasa, 15 yıl önce de tartışılan bir konuymuş.''...bugün 1982 anayasasının değiştirilememiş olması, sivil bir anayasanın hazırlanamamış olması gerçekten demokrasimiz açısından büyük bir eksikliktir...''

pkk hakkında şunları söylemiş:

''...pkk terör örgütünün silahlı saldırılarının yanı sıra siyasi kanadının milletimize yutturmaya çalıştığı ''askeri çözüm bırakılmalı , artık siyasi çözüm olmalı.'' ''kürtçe eğitim ve televizyon verilmeli'' gibi propogandalara aldanarak bu paralelde bölücülüğün ortadan kalkacağına inanan siyasileri uyarıyorum. bunların bir tanesinin bile gerçekleştirilmesi bu ülkenin bölünmesi, parçalanması, unufak edilmesine başlangıç demektir...''

bu öngörüye göre parçalanmaya ramak kaldı.

alparslan türkeş, milliyetçi hareket partisini şöyle tanımlıyor:''...milliyetçi hareket, dünya üzerinde yaşayan her türk'ün partisidir, her türk vatandaşına açıktır. türkçülük, milliyetçilik anlayışımız, manevi şuurlanmaya dayanır. bu temel üzerinde türklük şuuruna erişmiş, samimi olarak ''ben türküm''diyen herkes türktür. türkçülük ve türkün tayininde , sapık ölçülere, özellikle mezhepçiliğe, coğrafyacılığa, laboratuar ırkçılığına inanmıyorum. başka milletleri küçük gören, dünya barışını tehlikeye koyan antropolojik ırkçılık, türk milliyetçilik ülküsünün dışındadır. milliyetçilik anlayışımız, maneviyatçı, akılcı, demokratik, çağdaş bir milliyetçiliktir...''

demokrasimizle yuzlesmek

kitapta;
demokrasi nedir, nasıl kurulur, nasıl işler, nasıl gelişir?
demokrasimiz küreselleşmeden nasıl etkileniyor?
meşhur konu: türkiye malezya olur mu?
medyamızın yapısı demokrasimizi geliştirmeye uygun mu?...gibi demokrasiyle ilintili olan pek çok konuya değiniliyor.

emre kongar, demokratik rejimin temel kuruluş ilkelerini şöyle sıralıyor:

'' 1. aydınlanma sürecini yaşamamış, yani dinsel dogmatizmin tutsaklığından kurtulamamış toplumlarda demokrasi gelişemez.

2. demokrasi gökten zembille inmez, endüstri devrimini yaşamış toplumlarda ortaya çıkar.

3. bir toplumda demokrasinin kurulabilmesi için sermaye sınıfı ile işçi sınıfının oluşması ve iktidara ortak olacak güce erişmesi gerekir.

4. avrupa kıtasında bu süreçlerin tek istisnası türkiye'dir. türkiye'de demokrasinin temelleri, meşruiyetini pratik olarak kurtuluş savaşı nı kazanmanın gücünde , kuramsal olarak da tbmm'nin temsil ettiği halktan, milletten alan mustafa kemal atatürk'ün devrimleriyle atılmıştır.

5. türkiye'de demokrasi yukarıdan aşağıya doğru dünyadaki süreçlere ters olarak kurulduğundan, hem toplum hem de bireyler demokrasiye hazır olmadıkları için, gerek kuruluş(tek parti), gerekse işleyiş(çok parti) dönemlerinde pek çok sorunla karşılaşılmıştır.

6. ülkemizde gerek toplumsal yapı, gerekse bireyler demokrasiyi yaşatacak düzeye gelmediği sürece bu sorunlar sürecektir.''

demokrasinin genel işleyiş ilkeleri ise:

'' 1. demokrasi bir çoğunluş rejimidir ama temel hak ve özgürlüklerin çoğunluğa karşı da güvence olduğu bir çoğunluk rejimidir.

2. başta dinci rejimler olmak üzere , pek çok diktatörlük de çoğunluğa dayalı olarak işletilebildiğinden, demokrasinin ayırıcı niteliği çoğunluk yönetimi değil, güvence altına alınmış olan temel hak ve özgürlüklerdir.

3. demokrasileri bekleyen iki büyük tehlike vardır: birinci tehlike çoğunluğun temel hak ve özgürlükleri tahrip etmesi, ikinci tehlike din, ırk, sınıf gibi bazı ölçütleri kullananan bir takım grupların temel hak ve özgürlükleri istismar ederek demokratik işleyişi olanıksız kılmasıdır.

4. demokrasinin en büyük düşmanı çoğunluktur. çünkü onun demokrasiyi tahrip edecek gücü vardır. demokratik rejimler , çoğunluğun bu gücünü kötüye kullanmasını engellemek için ikinci meclis(senato), anayasa mahkemesi, yargı bağımsızlığı, özerk üniversiteler ve bağımsız-özgür medya gibi kurumlara sahiptirler.

5. demokratik hak ve özgürlükler demokrasiyi yok etmek için kullanılamaz. bu nedenle pek çok ileri demokrasi ülkesinde faşist partiler yasaktır.

6. demokratik rejimin doğru işleyebilmesi için , dürüst ve şeffaf rejim esasına göre oluşturulan yasama meclislerinin toplumsal yapı açısından adaletli bir temsili yansıtması gerekir.

7. seçimler, propoganda açısından muhalefetin de iktidarla eşit haklara ve olanaklara sahip olduğu bir ortam içinde ve periyodik olarak yapılmalıdır.''diyor.

''türkiye niçin dışarıdan yönetiliyor?''sorusuna verdiği yanıt şu:
''içerden yönetilemediği için.''
tabi akabinde şu soru geliyor:
''türkiye niçin içerden yönetilemiyor?
1. azgelişmişlikten veya gelişmeyi tamamlayamamış olmaktan kaynaklanan iç nedenler.
2. türkiye üzerindeki toprak beklentilerinden, bunun için oynanan oyunlardan, egemenlik kurma ilişkilerinden ve jeopolitik dengelerden kaynaklanan kısaca emperyalist emeller diyebileceğimiz dış nedenler.''

yabancı sermaye hakkında şunları söylüyor kongar:''yabancı sermaye, yatırım yapmak yerine ulusal servetlerimizi satın alıyor, aynı zamanda sıcak para ve borsa oyunlarıyla gelir transferi de yaparak iyice yoksullaşmamıza yol açıyor.''
bu noktada yeni birşey söylemiyor. e herhalde yani, elin adamı senin memleketinin kalkınmasını neden istesin ki. zaten ondan böyle bir beklenti içine girmek bile başlı başına alçalmak demek.

çok doğru olarak şöyle bir tespitte bulunuyor:

''bizim politikacılarımız demokratik kurumları ve kuralları kendi çıkarları için yozlaştırmakta çok deneyimlidir. örn, anayasa mahkemesi'ni kaldırmak yerine , üyelerinin siyasal organlarca seçimini sağlayarak, mahkemeyi siyasal bir partinin emrine vermek, üniversite yöneticilerinin atanmasını hükümete vererek özerklikleri yok etmek,medyayı bağımlı hale getirecek pek çok kararı gündeme sokmak vb işlemlerle demokrasiyi yozlaştırmak bizim politikacılarımız için çocuk oyuncağıdır.''

türban konusunda söylediklerine ise katılamayacağım açıkçası:

''toplum ve siyaset sahnesine siyasal ve dinsel simge olarak giren, üstelik de din-tarım toplumlarının mirası olarak kadını ikinci sınıf bir vatandaş derecesine indiren türban, bireysel özgürlük ve vicadn özgürlüğü adına savunuluyor.''neresinden tutsam elimde kalacak bir cümle.

yalnız, kongar'ın bu konudaki şu yorumunu da belirteyim,sonra toptan bir çift laf edeyim de ikisi de aradan çıksın:

''gazinolarda içki içilmesi konusunda kamu alanı gerekçesine sığınarak yasak getirir, öte yandan doğrudan kamu alanı olan devlet dairelerinde, hizmet verenler açısından türbanı serbest bırakmak istersiniz.''bu cümlenin sonuna bir de şunu ekliyor ki acı acı gülüyorum:
''bu kadar cehalet, ancak cehalet konusunda özel eğitim görmekle olanaklı olur!''

türban toplum ve siyaset sahnesine siyasal simge olarak girmedi. gayet dinsel bir öğe olarak doğmuş iken , siyasal erkin elinde siyasal simge haline dönüştürülüverildi. hatta esasında siyasal simge olup olmadığı bile tartışılır. çünkü nitekim, inanç gereği takanlar var. ancak hani birşeyi kırk defa söylersen zamanla ona inanılır ya, bu da öyle birşey oldu sanki. siyasal simge, siyasal simge deyip deyip siyasal simgeye dönüştürdük türbanı elbirliğiyle. bir de sayın kongar ın türbanın kadını ikinci sınıf vatandaş haline getirdiği iddiası var ki, katılmam mükün değil. sanki kadınlar, ülkemizde genel anlamda bir eşitliğe sahipken, bunların türban takanları ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyormuş gibi.

diğer yorumunda, içki yasağı ile türban yasağı arasındaki bağlantıyı çözemediğim için sağlıklı yorum yapamayacağım. tıpkı üniversitelerde 'türban yasak olsun' görüşü karşısına , 'o zaman mini etek de yasak olsun' argümanı ile çıkmanın ne anlama geldiğini, türban ve mini etek arasındaki bağlantıyı çözemediğim gibi.

son olarak kitap,basit bir dille yazılmış. bu kitapta emre kongar, pekçok yazardan alıntılar yapmış.
bir de kendisinin önceki kitaplarına göndermeler çok.''bu konuya şu kitabımda değindiğim için burada fazla üzerinde durmuyorum.'',''ayrıntılı bilgi için şu kitabıma bakabilirisiniz.'',''şu şu kitabımda belirttiğim için daha fazla detaya girmiyorum.''...gibi.

bir de bu kitabın türkiye malezya olur mu? sorusuna cevabı: olur olur olur, bal gibi olur.

kacan firsatlar limited

''taner, emrinde çalışanlara köle gibi davranan, yükselme hırsıyla gözü dönmüş bir iş adamıdır. karısı filiz ise onun tam aksine güleryüzlü, yardımsever, iyi bir kadındır.

taner in bir dergide kaçan fırsatlar limited şirketi nin reklamını görmesiyle tüm hayatı değişir. bu şirket, hayatta kaçırdığınız fırsatları size geri kazandırmayı vaadetmektedir. işin daha da ilginç yanı, bu reklam sadece taner e gözükmektedir.

taner, bu şirkete gittiğinde hayretler içinde kalır. şirketin çalışanları onu çok iyi tanımaktadır. ve bu şirketle hayatının mahvedecek anlaşmayı yapar.''

kaçan fırsatlar ltd. şti nin başı fuat'ı canlandıran ali düşenkalkar'ın önünde saygıyla eğilmek istiyorum. kendisi hiç gözükmese, sesi bile yetermiş. sinema dünyasında en iyi ses gibi bir ödül olmalı aslında. çok başarılı, çok etkileyici idi.

bennu yıldırımlar için de bir çift sözüm var. bu insan, daha çok filmde, daha çok dizide, daha çok reklamda, daha çok her yerde oynasın. sadece o oynasın. hep o oynasın. ayakta alkışlıyorum.

yalnız, işte buraya bir şerh düşüyorum, bir ufak hatacık var filmde. gözüme batmadı ama gözümden de kaçmadı. ama önce bir ----spoiler----

ecinniler, tövbe yarabbim üç harfliler * , taner in gözünü oyuyor. filiz, eve geliyor. kocası yüzü gözü kanlar içinde, daha doğrusu gözü bile yok, kanlar içinde. ben ekran karşısında bakmaya ürkmüş ve tiksinmiş durumdayım, filiz gayet bakıyor korkusuzca.
neyse bahsettiğim hatacık bu değildi. filiz, kocasının bıçakla bazen kendisine zarar verdiğini bildiği için, bu haltı da onun kendi kendisine yaptığını düşündü. iyi de be kızım. adam iki gözünü bir başına nasıl oyacak, hadi oydu, o gözler nerede diye sormaz mı insan?

---spoiler---

un long dimanche de fiançailles

türkçe'ye kayıp nişanlı adıyla geçmiş film.

audrey tautou yine ameliedeki gibi şirinlik muskası gülüşü ve bakışlarıyla kendini izlettiriyor.

film, 1.dünya savaşı'na katılıp da bir daha kendisinden haber alınamayan nişanlısını arayan mathilde'i anlatıyor. ama ne aramak?''nişanlın öldü''diyorlar,yok dinlemiyor.''üstüne bomba düştü, ikiye ayrıldı, parçalandı'' diyorlar yok, o hala''yemekten önce köpeğim içeri girerse, nişanlım yaşıyor''diyor.

yalnız filmde bir sürü fransız isim var. fransızcaya fransız olduğumdan bazı insanların olayla bağlantısını kuramadım. bu durum beni rus klasiği okuyormuşum gibi hissettirdi. ivan andrenoviç milekovçksa. üç adam değil, tek adam ismi mesela bu.

savaşın o çirkin yüzünü gayet kanlı sergilemesine rağmen, özünde bir dinginlik hakimdi filmde. bir de fon rengi ne güzel. sarımtrak birşey.

polis

gerçeklikle alakalı olmamak sanırım bir sinema türü. kesişen hayatlar türü gibi.

daha dakika bir, gol bir bir dövüş sahnesiyle alaycı sırıtışlarım baş göstermiştir. cüneyt arkın'ın malkoçoğlu'sunun 21. yüzyıl polis versiyonuydu karşımdaki.
dövüş sahnelerinde öteden beri sakil ve itici bulduğum nokta işte bu.başrolün herkesi dövebilmesi. üstelik başrol, filmdeki gibi 60'lı yaşlarında , yürürken bile her an düşecekmiş gibi duran biri olsa da. o atletik olmayan fizikten çıkan''önüme gelene bin tekme''fırlatışlarına sırıttım taa derinden.

gerçi başta da belirttiğim gibi bu tür filmlerin sanırım sinema tekniği ve/veya sanatsal açıdan bir anlamı var.fakat ben filmde gerçeklik aradığım için böyle absürt, sürrealist filmlerden zevk almıyorum. ve yerdikçe yeriyorum.

bir kere oradan buradan kopyala yapıştır gibi bir film. özellikle de kill bill'den.
filmin müziklerinde bile yer yer aşırmalar var.ayrıca bazı müzikleri, bazı sahnelere yakıştıramadım. rap müzik var mesela arada. ne alaka çözemedim. gerçi ben filmin genelini çözemedim.

bir de şu noktayı belirtmek isterim.

--spoiler--

musa rami'nin çocuklarından biri istanbul'u terkediyor ya. işte yolu dolanarak gidecekler mafyaya yakalanmamak için. ama tabi yakalanıyorlar ve öldürülüyorlar, trafik kazası süsü verilerek. işte bu trafik kazası televizyonda gösteriliyor. ama bütün ölüler, mozaiklenmemiş bir şekilde , kanlı kanlı , ayan beyan gözüküyor. hiçbir tv kanalı ölüleri bu şekilde göstermez. bu bir.

musa rami, arabada annesi deli olan torunu ile konuşuyor:
torun:sınıfta bir çocuk var, sürekli saçımı çekiyor.
musa rami: belki sevdiğindendir.
torun: sevdiğinden mi? seviyorsa niye saçımı çekiyor?
musa rami: bunu anlayamazsın.
torun: büyüyünce anlarım herhalde.

yeter, artık yeter. vallahi burama kadar geldi. bıktım artık dizilerde, filmlerde boyundan büyük laf eden veletlerden. şimdi bütün senaristler, yönetmenler ve yapımcılar. hepiniz beni dinleyin. yok kardeşim, böyle çocuk yok, olmaz. 8 yaşındaki veletlerden böyle akıllıca laflar çıkmaz. sizin bu yaptığınız, düğünlerde 5 yaşındaki kız çocuğuna gelinlik, erkek çocuğuna takım elbise giydirmek gibi.sırıtıyorum mütemadiyen.*

--spoiler--

filmi bir kez izlediğim için çok net hatırlayamıyorum ama filmde sanki fon yoktu. yani arka planda bir tane insan yoktu. hani yoldan geçen adam falan. ı-ıh. işte o zaman düşündüm bir ara, hani bu musa rami'nin beyninde ur var ve ara ara bilinci gidebilirmiş ya, acaba dedim onun iç dünyasında mıyız?ama bu dediğimin cevabını bulamadım.

bu arada beynindeki urdan söz etmişken, 2 aylık ömrü kalan adamın yapabileceği en doğru şeyi yaptı kendisi. namaza başladı. ben de misal bikaç aylık ömrüm kaldığını öğrensem hemen dünya işlerinden elimi eteğimi çeker, kendimi dine imana verir, günahlarımın affı için yalvarırdım. gerçi şu an bile birkaç aylık ömrüm kalmadığını kimse iddia edemez ya neyse, o başka bir konu.

şimdi türk filmlerine çamur atarak karizma yaptığını sanan insan modeli yaftasına hazırım, ve diyorum ki beğenmedim. ama şunu da belirteyim. türk sineması açısından iyi bir adım denebilir. güzel şeyler bunlar. siz çekeceksiniz, biz eleştireceğiz, siz çekeceksiniz, biz yine eleştireceğiz.eleştireceğiz ve sonunda bakacağız ki türk sineması almış başını yürümüş, hollywood'a parmak ısırtmış.

the holiday

kimin kime aşık olacağı son anda -kısa bir süre için de olsa- merak uyandırabilir.

---spoiler---

zira tam, eski aşklarına dönecekleri kanaati uyandıracak gibiyken, son anda tahminlerimize uyan kişilere aşık olurlar.

---spoiler---

bu filmi izlerken filmin bana sürekli ''önüme gelenle yatarım.''dediğini hissettim.cameron diaz mesela(filmdeki adını şimdi hatırlayamadım) yeni bir çevrede yeni bir ev alıyor. yepyeni bu ortamında kapısını çalan ilk erkekle yatıyor. höh be ablam, az dur. aids'i var, hepatit'i var, bir sürü hastalık var. eli yüzü düzgün, yakışıklı olması bu tür hastalıklara yakalanmayacağı anlamına mı geliyor ?

''ilk defa tanıştığın bir erkekle öpüşmek ne güzelmiş''mişmiş diyor ablamız.( kastettiğim cameron diaz değil, filmde canlandırdığı karakter) hani seks, doğal bir ihtiyaçtır, yemek içmek gibi bir güdüdür denir ya.bir yemeği yemeden önce kontrol edersin değil mi?görüntüsü nasıl, kokusu nasıl, sağlıklı mıdır, hijyenik ortamlarda mı yapılmış falan filan. yemek içmek gibi normal saydığın sekste neden bu tür kontroller yapmıyorsun, direkt..tövbe yarabbim.

ha bunun dışında çıtır çerez bir film işte.

bu arada, cameron diaz'ın yüzünde ciddi ciddi kırışıklıklar gördüm. artık yaşlanmış.

duplex

ben stiller ve drew barrymore un başrolde olduğu, çıtır çerez niyetine izlenilebilir, eğlenceli bir film.

çiftimiz, kelepir fiyatına dubleks bir ev alır amma velakin evin bir bölümünde yaşlı bir teyze vardır, onla yaşamak durumundadırlar.

teyzemiz de çatlağın teki. psikolojik deli manyak. hayatı dar ediyor bu ikisine.

karı koca el ele verip bu yaşlı teyzeyi ortadan kaldırmak için uğraşırlar. hatta kiralık katil bile tutarlar.ama yok. kadın ölmüyor bir türlü.

--- spoiler---

artık daha fazla dayanamazlar ve evden çıkarlar. evden çıktıkları ve sözleşmeyi feshettikleri gün yaşlı teyzemiz ölür...mü acaba?

meğersem yaşlı teyze, çiftimize evi veren emlakçı, ve her olayda şıp diye damlayan polis bir çeteymiş. insancıkları kandırıp kandırıp bu evi tutmalarını sağlıyorlar, sonra da yaşlı teyzenin bunalım metotlarıyla evden kaçırtıyorlar, böylece de köşeyi dönüyorlarmış.

--- spoiler---

bu arada filmin türkçe karşılığı çatı katı.