bugün

(bkz: altın boynuz)
Gel-git olayından etkilenen geniş ırmak ağzı
rengi çoğu zaman mavi değildir.solgundur ,hüzünlüdür sanki.bizler gibi... ve yine bizler gibi bir sonu vardır.bogaz öylemidir? açılır okyanuslara..işte burada ayrılır bogazdan.. mavi olmaması gibi..
piyer loti tepesinden seyrine doyum olmayan eşsiz manzara
eskiden berbat kokan sonradan temizlenmis bakmaya doyamadıgınız manzara.
Galata Köprüsü’nün Haydarpaşa - Kadıköy vapurlarıyla Boğaz vapurlarının kalktığı yönü, istanbul dünyasının renkli bir mostralığı; Haliç vapurlarının kalktığı yönü ise yine aynı dünyanın sanki küfe dibi kalıntısıdır.
Yirmi otuz yıl önce, köprünün Marmara cephesiyle Haliç cephesi arasındaki zıtlık, çok daha keskin bir siyah beyaz görünümündeydi. Saçları yapılmış, keklik adımlı genç kızlar, şık erkeklerin yanında, Kadıköy vapurlarına doğru, deniz kokusunun bastıramadığı bir parfüm titreşiminin lezzetinde yürürlerken; bir ellerinde çelimsiz çocuklarıyla yeldirmeli ve çarşaflı tazeler, fakir giyimli kocalarının yanında zembil, sepet, takke ve beyaz sakal hengamesinin Haliç iskelesine doğru ayrılırlardı.
Halklaşma sürecinde, çarşaf, sepet ve sakal, Kadıköy vapurlarına; losyonla, kravat ve kötü dikilmiş tayyör de, Haliç vapurlarına doğru az bir açılma yaptı. Eski siyah beyaz, ortaklaşa grileşmeye başladılar.

Geçenlerde Haliç'te oturanlarla birkaç avuç turistten başkasının ilgisini pek çekmeyen mütevazı Haliç vapurlarının kalktığı iskeleye doğru yürüdüm.
Arkada kademe kademe yükselen üslupsuz binaların tepelerine oturtulmuş büyük banka reklamlarıyla firma reklamları; sağda burun buruna dizilmiş rengarenk camekanlı motorlar; solda şeftalileri, kayısıları, erikleri, kavunları, karpuzlarıyla bir meyve sergisini andıran manav dükkanları vardı. Sonra tek kapılı resmi bürolar, birkaç da köprü altı lokantası...
Haliç vapurlarının yanaştığı yer, çarpuk çurpuk parmaklıklarla gelip geçenlerden ayrılmıştı. Parmaklıkların üstüne tebeşirle bozuk düzen yazılmış, vapur saatlerini gösteren kara bir tahta asılmıştı. Bazı saatlerin karşısında ise "Tekmil" sözcüğü vardı. "Tekmil" her iskeleye uğrayan vapurları gösteriyor olmalıydı.

Vapurun gelişiyle gidişinde, hem kapıları açıp kapayan, hem de çımacılık yapan, tıraşı uzamış, çarpık omuzlu, kavruk bir memur; yırtık eldivenleriyle yolculara:
- Vapur yolda bozuldu, ne zaman geleceği belli değil, diyordu.
Çarşaflar, yeldirmeler, yeşil takkeler ve beyaz sakallarla; renklerindeki alaca sönüklüğünü saklamayan elbiseler ve birkaç turist, kümelenmeye başlamıştı çarpık parmaklıkların önüne...
Halatları tutmaktan patlamış eski eldivenleriyle, kavruk görevli:
- O kapı çıkanlar için, giriş kapısının önüne, diye bağırıyordu.
Kara tahtadaki tebeşirle yazılmış yordamsız rakamlar 12.15'i gösterdiği halde, saat yarımda bile henüz vapur görünmemişti. Yorulanlar dipteki tahta sıralara oturmuşlardı.

Parmaklıkların dibindeki büfeci kulübesine bilet yerini sordum. Bilet gişesi yoktu. Biletler vapurun içinde satılıyordu. Haliç, sıcak temmuz gününün rutubetli pusluluğu içindeydi; mendil kadar yelkeniyle bir sandal gidiyordu ilerde. Motorlar bol mazot dumanı çıkararak manevra yapıyorlardı. Bir römorkör, çapkın bacasıyla koca bir mavnayı köprünün altına doğru sürüklüyordu.
Kasketliler, şişmanlar, şaşkın ve öfkeli kocakarılar, elleri yağlı işçi çocuklar; sokak arası komşuluğunun, birlikte gitme vaadiyle gruplaşmış orta yaş hanımları, sakızlı kızları, azara doymayan ufak oğullarıyla, sıcağın altında kıpırdanıp duruyorlardı.
Ve karşıda Süleymaniye, kendi saltanatından yirminci yüzyıl sonuna arta kalmış bu fukara kalabalığına, buz gibi kayıtsız bir gururla, tahtından istanbul'u seyrediyordu.

Derken arslan vapur göründü...
Ne kaptan köşkü, ne üst güvertesi olmayan garip bir motor azmanı gibiydi. Kıçındaki bir avuçluk açık sahanlık ve ortasındaki boşluğa birikmiş yolcularıyla daha çok bir deniz müzesi kahramanına benziyordu. Boyundan büyük dumanlar savurarak yaklaştı yaklaştı yaklaştı...
Açılan demir parmaklıklar, verilen iskele, çıkan yolcular...
Sonra çıkanlar için kapanan demir parmaklık ve girenler için açılan kapı.

Girdim vapura...
Uydurma şantiyeyle çöplük, cüce tersaneyle batık mavna ve bol gemi kadavraları içinde can çekişen Haliç'in, pis kokusu; su niteliğini çoktan yitirmiş, yağlı ve zehirli bir sıvı uzantasının doğal bir simgesi halini almıştı.
Kasımpaşa, Fener, Balat, Hasköy, Eyüp...
Haliç iskelelerinin terk edilmiş, camekanlı, ahşap görüntülerinde, Haliç mezbelesine uyan bir zavallılığın buruk acısı var gibiydi.
Kırmızı sülyenle boyanmış çelik gemi gövdeleri; sökülen gemi iskeletleri; ardiyeler, depolar ve pislik, pislik...
Eyüp sırtlarının yüzlerce yıllık mezarlıkları bile bir hayli kelleşmiş görünüyordu.
Kıyıdaki birkaç deniz kahvesinin tavlacıları, tüm dünyaya boş vermenin rahatlığında zar şakırdatıyorlardı. Bir kıyıda partallar içinde bir ihtiyar, çömelmiş uyukluyordu.
Birkaç sandal, bir kıyıdan bir kıyıya kürek çekiyordu.
Her iskelede inen çarşaflılar, sepetliler, takkeliler ve yine binen çarşaflılar, sepetliler, takkeliler...

Dönüşte vapurun kıç sahanlığında bir cümbüş başladı. Sünnet çocuklarını Eyüp'e götürmekten dönen Tophaneli aileler, ellerinde darbukalar, teflerle oynak türküler tutturdular...
Kendi aleminin tornasından neşeli bir sağlamlıkla geçmiş, yüreğinin gücü sadece gözlerinde yansıyan mütevazı giyimli mahalle hanımları:
- Çadırımın üstüne şıp dedi damladı, diye yine darbukada akrobasi yapan parmakların ritminde, el çırpıyorlardı. Sekiz - on yaş kızları, omuzlarını göğüslerini titreterek, güle oynaya göbek atıyorlardı.
Asık suratla tespih çeken kocalarının yanında, cümbüşe katılamayan başörtülüler ise; peş peşe dünyaya getirdikleri belli, boy boy çocuklarının, durmadan ya ellerinden, ya da kollarından çekerek:
- Hişt, doğru dur bakayım, diyorlardı.
Kucakta oturan çocuklar, denize bakmak isteyen çocuklar, oturmaktan canı sıkıldığı için mızıldanan çocuklar...
Ve sonra ellerinde armağan oyuncak tabancalarıyla, başlarında sünnet takkeleri, göğüslerinde ipekten sünnet maşallahları, oğlanlar; başlarına gelecekleri düşünmenin ekşiliğinde, sağa sola nişan alıyorlardı.
- Zühtü de Zühtü Zühtü...
Vapurun sahanlığında, ben de bir ara katıldığımı fark ettim el çırpanlara.

Haitili tipinde genç bir kız; biraz açık, biraz kaçamak boyanmış dudaklarıyla, sahanlığa açılan kapının kıyısına dayanmış dalgın gözlerle eğlenenlere bakıyordu.
Erkekler, kadın dünyasının eğlencesine hiç metelik vermeden, asık surat, devam ediyorlardı tespih çekmeye.
Vapur yeniden köprüye yanaşırken, hanımlar hep bir ağızdan:
- Tophane çok yaşa, diye tempo tutmaya başladılar.
Darbuka, darbukaya katılan tef ve göbek atan veletler...
- Ben sana yandım Zühtü...
Kıkırdamasını gizleyen ve sağa sola kayan çok bilmiş siyah kadın gözleri...
Bir yanda Galata Kulesi, bir yanda Süleymaniye...
Vapurun makine dairesinin dibinden sadece çıplak kollarıyla göğsü görünen sıska ateşçi... Giderken yer bulamadığımı sandığından, bana iskemle getiren efendi biletçi...
Eskiden de arada bir giderdim Haliç'e. Çünkü bilirdim ki Haliç'i yaşamadan, istanbul'u yaşamanın anlamı daima eksik kalacaktır...

çetin altan
gel-gitin etkili oldugu yerlerde * akarsu ağzının dalgalar tarafından sürekli temizlenmesi sonucunda oluşan kıyılardır..

türkiye'de haliç yoktur..vardır da yoktur..

yani istanbul'da var ama o gerçek haliç değil..çünkü bizim okyanusa kıyımız yok..

o sadece benzerliğinden almış adını..**
artık eskisi gibi kokmayan ama hala pis olan deniz.
osmanlı döneminde hangi padisah dönemi hatırlamıyorum ama tamamen donmus olan bogazın bir bölümü.
çarptırma yöntemi ile 2 kiloluk kefallerin yakalanabildiği yer.
(bkz: gel-git)olayının etkin olduğu okyanus kıyılarına dökülen akarsuların ağız kısmına doğru suların ilerlemesi ile oluşmuş kıyı tipi. bu kıyı tiplerinde ticari limanlar gelişir. (bkz: hollanda) ve (bkz: ingiltere) kıyıları
haritalarda deniz suları akarsu içine doğru ilerlemiş gibi görülür.
sanıldığı gibi türkiye de görülmez, zira ülkemiz okyanus kıyısında bulunmadığı için gel-git etkin değildir. bu sebeple ülkemizde de haliç olarak adlandırılan yerin oluşumu bu şekilde değildir.

ülkemiz iç denizlere kıyısı olduğu için (bkz: delta) olarak adlandırılan şekillere daha fazla rastlanır. çünkü gel-git in etkin olduğu kıyılarda delta şekli gelişmez. ayrıca okyanus kıyıları güçlü akıntıların olduğu kıyılardır, güçlü akıntılar kıyıda (bkz: alüvyon) birikimini engeller ve delta oluşumu gerçekleşmez.
bu nedenle delta ve haliç birarada bulunamaz.
(bkz: delta ve haliç farkı)
üstad necip fazılın konaklandığı aslında bir boku olmayan ama huzur veren eyyüp sultanın bulunduğu mekan.

zaman zaman elverişli deniziyle yelken sporlarına da ev sahipliği yapar.
ibb tarafından başlatılan son proje ile boğaz sularının taşınarak daha fazla oksijen kazandırılacak altın boynuz.
hak ettiği değeri görmeyen istanbul un kalplerinden biri. belediye nin durmadan gereksiz yol yapıp, park yapacağına burayı gerçekten güzelleştirip doğanın bir hediyesi olan haliç e hak ettiği değeri vermesi lazım. avrupa kültür başkenti olduk diye hava atılacağına burayı gereçkten bir kültür başkentine hak edecek bir körfeze çevirmeleri lazım.
(bkz: haliç kıyı tipi)
pasaklı kontesimiz.
gece gece düşünülen hatta düşülmek istenen yer. birden aklıma düştü ne güzel bir isim değil mi? haliç; unutulmuş ama birden hatırlanmış bir yer gibi. ah ne güzel yapılar vardır etrafında, uçurumlara uçurtma takılan bir yer gibi. birde ahmet kaya'nın bir parçası vardı "haliçde bir vapuru vurdular dört kişi" ne hazin bir havası vardır, tesadüf bu ya!
çok afedersiniz ama

hala bok kokuyor. nası bi koku lan öyle.
hala bok koktuğunu söyleyenlerin bok yediği yerdir.

hele yaz akşamlarında o kadar çekici olur ki burası. alırsın ucuzundan bş yarım döner,bi torba midye dolma ve gazozunu. oturursun hasköye karşı.ufak ufak karnını doyururken önünden ufak sandallar uçar gider.hemen karşında taksim gibi bi cehennem jaynarken sen durgunluk içinde zamanı hissedersin.fonda birkaç şarapçı olur.kendilerince aşktan dert yanar,ağlarlar.en olmazsa olmaz müzisyen abilerimiz de çimlere sermiş kendini mangal yapmaktadır.bu güzel mekana herkes yazın davetlimizdir.
*
4 ocak 1755 te tamamen donarak istanbul halkını belirli bir süre içme suyundan mahrum bırakan bölgedir.
haliç üniversitesi evet bildiğiniz bir binadır. Dershane havası vardır. Fakat vizelerden finallerden geçmek öyle kolay değildir. Ders çalışırsan geçersin çalışmazsan o dersten kalırsın. Öğrenciye eğitim ve kültürel yönden çok şey katar. Özellikle amerikan kültürü ve edebiyat bölümü. Öğrencinin düşünmesini dürtüler hayal gücünü kullanmasını sağlar. Hocalar ise gerçekten iyidir. Arkadaş ortamına gelince herkes kendine uygun arkadaş bulabilir... Öyle okulda ay pardon üni. de kavga falan olmaz gayet kendi halindedir öğrenciler. Bomonti yerleşkesi her yere yakındır. Özellikle taksim 5 dk diyebilirim metro sağ olsun * Not: Öğrenci işleri gerçekten çok yavaş işler ama istediğini geçte olsa yaparlar...
avrupa yakasını tam olmasa da ikiye ayıran bir iç deniz. pierre loti tepesine çıkan teleferik sayesinde kuş bakışı görmek mümkündür manzarasını.

görsel
(bkz: haliç liman projesi)
boynuz şeklinde olsuğu icin yabancıların 'golden horn' (altın boynuz) olarak adlandırdığı, istanbul boğazında bulunan girinti.
Yükselen ve daralan ırmak ağzı.