bugün

erkekler tuttuğunda nedense ibne gözüyle bakıldığı defter. niye öyle derler anlamıyorum. *
genelde geceyarısı yazılması sebebiyle halkoylamasıyla adını değiştirmeyi taleb ettiğim defter
(bkz: dünlük)
(bkz: uludag sözlük)
andaç.
başkalarının inandığını görerek ciddi sandığım ve arkasından koştuğum geçici ve mantıksız şeyler yüzünden "gerçek varlıkları" kaybettim. gerçek varlıkları yeniden ele geçirmek lazım. sende olanı sıkı tut. gerçi bütün bunları hep biliyordum.
(bkz: günlük)
(bkz: andre gide)
(bkz: günlüğün çantada taşınması)
oğuz atay'ın ''kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. canım insanlar! Sonunda, bana, bunu da yaptınız''...
dediği yazım türüdür...
önemli kişiler yazsaydı çok yararlı bir kaynak olurdu diye düşündüren şey.
tavsiyem; günlüğünüze yaşadığınız olayları yazmayın, karşınızdaki insanlara söyleyemediğiniz şeyleri yazın. içinizden ne geçiyorsa, neyi haykırmak istiyorsanız onu yazın. hatta bazen içinizden geldiği gibi saçmalayın, çok zevkli oluyor. sizden başkasının okumayacağını düşünerek saçmalayın sadece. rahatlıyor insan.

bir de sevgililerin karşılıklı günlük tutma alışkanlığı olur bazen. erkek yazar birkaç hafta, sonra sevgilisine verir. bir süre de sevgilisi yazar, erkeğe geri verir. yüzüne karşı söylenemeyenler söylenir. bir bakıma günlük cansız aracı konumundadır. en güzel özelliği de anlattıklarınızı hiç değiştirmeden, kendinden hiçbir şey katmadan karşı tarafa tebliğ etmesidir. ha kişiye özelliği kalır mı? kalmaz elbette. gene de faidelidir efendim... önemli olan, sevgili okuyacak diye samimiyetsizce şeyler yazmamaktır. işin bu dereceye geldiği fark edildiğinde kalem elden bırakılmalı, bu işe bir son verilmelidir. her güzel ve özel şey gibi tadında bırakılmalıdır.
'kaptan yemeğe çıktı ve tayfalar gemiyi ele geçirdi' adıyla yayınlanan bukowski'nin günlüğünün son satırı; 'siktir git lan. hem ben tolstoy'u da sevmem.'
daha iyi, daha harbi ve daha komik bir sonla biten günlük var mıdır veya
yazılabilir mi bilmiyorum. *
Sabah kalktım. Bahar gelmiş. Maviler, sarılar, beyazlar, yeşiller, altından bir ırmağın içinde yüzen balıklar gibi parlayarak neşeli ışık kırılmalarıyla doluyorlar odama.

Bütün pencereleri açtım.

Balkondaki hercai menekşeler, gardenyalar, açelyalar, sarı sulu meyveleriyle limon ağacı, sihirli turuncu meyveleriyle kumkuatlar, kısacık boyuyla annesinin rujunu sürmüş küçük bir kıza benzeyen minik mandalina, bahar ayininin peri kızları gibi gizli bir müzikle kımıldanıyorlar.

Çayımı koydum.

Gazeteleri okudum.

Ülke, bir yaz günü cıvıltılı bir plajda koyu takım elbisesiyle oturan asık suratlı bir adama benziyordu, sıkıcıydı.

Bir çay daha koyup balkona çıktım.

Deniz, gökyüzü...

Mavilik...

Güneş.

Çevre bahçelerdeki çiçekli ağaçlar.

Hayatın neşesini fark etmeyen bir bizim ülkeydi, bir de ağrıyıp duran midem, ikisi de canımı sıkıyordu.

Doktoru aradım.

Mideme bir boru sokacaklardı.

Nedense böyle durumlarda Kanat Atkaya'nın o çok eğlenceli ve genç üslubu gelir aklıma, hiçbir şeyi çok fazla ciddiye almayan hayat dolu dalgacılığı.

Kanat'ın anlatım biçimiyle, "işler çirkinleşiyor eleman," dedim kendime.

Doktorlar, hastaneler.

Neyse, bunun sık sık yapılan kolay bir iş olduğunu da öğrendim.

Yürüyüşe çıktım.

Sokakların sesi bile değişmişti sanki.

Birbirlerine seslenen inşaat işçilerinin, şakalaşan genç oğlanlarla kızların, araba kornalarının, köşebaşlarındaki çingene çiçekçilerin, çocuklarını çağıran genç annelerin, simitçilerin seslerinde, bütün şehri saran büyük bir müzikalin ortak şarkısı duyuluyordu.

Parlak sarı susamlı, fırın ateşiyle kızıllaşmış simitlerden aldım.

Bir çıtırtıyla ikiye böldüm onları.

Yiye yiye deniz kıyısına doğru yürüdüm.

Dünyanın hiçbir yerinde bu simitlerden görmedim, bir gün buralardan uzak kalsam herhalde özleyeceğim şeylerin başında bu simitler gelirdi.

"Türklüğün en fazla nesini seviyorsun" diye sorsalar ve ben de o anda "simitlerini" diye cevap versem acaba bu da 301'inci maddeye girer mi diye geçti aklımdan.

Deniz kıyısındaki kayalıklarda genç aşıklar oturuyorlardı.

Birbirlerine sarılmışlardı, bazıları öpüşüyordu, büyükannelerle büyükbabalar torunlarının pusetlerini iterek yürüyorlardı, eşofmanlarının üstünü çıkartmış gençler terli tişörtleriyle koşuyorlardı.

Bir zamanlar maşlahlı hanımların, redingotlu beylerin bahçelerinde dolaştığı eski köşkler sır vermeyen ketumiyetleriyle yeni insanlarını izliyordu.

Öğlen olmuştu.

Güneş yakıyordu.

Ceketimi çıkardım.

Yazı yazmam gerekiyordu.

Yazı yazmadan önce bir film seyretmek bana iyi gelir.

Tahir'le Neşe'nin çok övdükleri "Başkalarının Hayatı"nı seyretmeye karar verdim.

Sinemaya girerken çok sevdiğim bir doktor arkadaşımla konuştum.

- Mutlaka baktırmalısın, dedi.

Midemle aramdaki "saygıya dayalı seviyeli" ilişki dillere düşmek üzereydi, ne olduğunu doktorlar öğreneceklerdi, acaba sır olarak saklasam da midemi kimseye göstermesem mi diye geçirdim aklımdan.

Evet, ta çocuklumdan beri aramızda bazı sorunlar vardı, o sık sık huysuzlanıp ağrırdı, ben de onu kızdıracak ne varsa yer intikamımı alırdım ama gene de severdik birbirimizi.

Film başladı.

Berlin Duvarı yıkılmadan önce Doğu Almanya'da bir yazarla tiyatrocu sevgilisini izleyen istihbaratçının hikáyesini anlatıyordu.

Yazar, devletin olumlu gözlerle baktığı belki de tek "iyi" yazardı, onun için "ülkemiz aleyhine yazmadığı halde Batı’da okunan tek yazar" diyordu yetkililer.

Ama bir sorun vardı.

Yazarın sevgilisini Kültür Bakanı da beğeniyordu ve "kariyerini" herkesten fazla seven kadını tehdit ederek onunla sevişiyordu.

Ama kadının bundan hoşlanmadığını da hissediyordu.

Yazarı aradan çıkartabilmek için onun aleyhinde bir şeyler bulsun diye onu izletmeye karar veriyordu.

Komünizme sıkı sıkıya bağlı, devletini ve işini çok seven bir istihbarat yüzbaşısı yazarın evini dinlemeye başlıyordu.

Onların konuşmalarını, sevişmelerini dinliyordu.

Bu arada, kültür bakanının kadına yaptıklarını da fark ediyordu.

Yapayalnız bir adamdı yüzbaşı, arada bir partinin "resmi" orospusu geliyordu evine.

Ve, dinlediği insanların hayatlarının parçası olmaya başlıyordu.

Yazarın çok sevdiği çok parlak bir rejisör, "parti" tarafından dışlanmıştı, adama iş vermiyorlardı.

Hiçbir piyesi sahnelemesine izin verilmeyen bir rejisör.

Yazar arkadaşı onu teselli ediyordu, "Sen çok büyük bir rejisörsün, herkes sana hayran."

"Oyun sahneleyemeyen bir rejisör nedir ki," diyordu arkadaşı, yakında bana hayran olacak bir neden bulamayacaklar."

Sonra bir gün asıyordu kendini.

Onun öldüğünü duyduğunda yazar, eski dostunun kendisine hediye etmiş olduğu bir müzik partisyonunu çalmaya başlıyordu piyanoda, istihbaratçı yüzbaşı çatıdaki gizli yerinde dinliyordu bir ölünün arkasından çalınan müziği.

insanları sorgulardan, işkencelerden geçiren yüzbaşı ağlıyordu.

O güne kadar devletle iyi geçinmeye gayret eden yazar, arkadaşının ölümü üzerine "Doğu Almanya'daki intiharları" anlatan bir eleştiri yazısı yazarak Batı'ya gönderiyordu yazısını.

istihbaratçı bunu öğrendiği halde raporuna yazmıyordu.

Yazarı koruyordu.

Ama yöneticiler seziyorlardı yazının kimin tarafından yazıldığını.

Uyuşturucu kullanan tiyatrocu sevgilisini tutuklayıp baskı yapıyorlardı.

Kadın sevgilisini ele veriyordu.

Yalan raporlar yazmış olan yüzbaşı hem onları hem de kendisini koruyabilmek için uğraşıyordu.

Baskıcı devletlerin insanlara neler yaptığını anlatıyordu film ama bence daha da önemli bir şeyi anlatıyordu.

"Rejime" inanmış en katı devlet görevlisinin bile "şüphelilerin" hayatlarına sokulduğunda, onların gerçek duygularını, korkularını, kaygılarını, acılarını gördüğünde, onlara yapılan haksızlıklara şahit olduğunda nasıl değişebileceğini...

Bir insanı bütün çıplaklığı ve gerçekliğiyle gören birinin düşmanlığını sürdürmesinin ne kadar zor olduğunu...

Başkalarının hayatlarına girdiğinde bir süre sonra kaçınılmaz olarak onun bir parçası haline geldiğini...

Bizim ülkemizdeki yazarları, sanatçıları, aydınları izleyen istihbaratçıları düşündüm, acaba onlar izledikleri insanların gerçeklerini gördüklerinde, onların acılarına o kadar yakından baktıklarında ne hissediyorlardı, üzülüyorlar mıydı, bir şeylerin yanlış olduğundan kuşkulanıyorlar mıydı?

insanca bir temas, herkese insanlığı hatırlatıyor muydu?

Bizde de aydınları koruyan istihbaratçılar var mıydı?

"Vardır" dedim.

Dünyanın en korkunç sistemi bile insanlardan oluşur ve insanlar insandır, ne yaparsan yap kötülükleri kadar iyilikleri de bulunur.

Eve geldim.

Biraz sonra kapı çalındı, kapıcı genç bir çocukla gelmişti.

Nüfus sayımı yapılıyormuş.

Çocuk "mesleğimi" sordu, "Yazı yazarım" dedim, meslek hanelerine baktı, orada öyle bir madde bulamadı ve "tüccar" maddesini işaretledi.

Öyle gürültülü bir kahkaha atmışım ki çocuk irkildi, açıklama yapmak zorunda hissetti kendini.

- Yazar diye bir madde yazmıyor burada...

- Boşver, dedim çocuğa, nasıl olsa ikisinin arasındaki farkı anlamazlar seni gönderenler...

Akşama doğru duş aldım, giyindim, kravatımı taktım.

Çetin Altan’ın (övünmek gibi olacak ama söylemeden geçemeyeceğim o benim babam) Devlet Tiyatrosu’nun Taksim sahnesinde oynanan "Yedinci Köpek" isimli piyesini seyretmeye gittim.

Kırk iki yıl önce bu piyesi Üsküdar Tiyatrosu’nda seyretmiştim.

Sahneleri hálá aklımdaydı.

Bu kez çok değişik, çok sarsıcı bir yorumla konulmuştu sahneye.

Bir toplumun, kendisine benzemeyen bir bilim adamını nasıl yok ettiğini anlatıyordu.

Kendisine benzemeyene duyulan öfke, gizli bir hayranlıktan beslenen düşmanlık, kendisinden daha değerli olan her şeyi ortadan kaldırma güdüsü, "toplumuna benzemeyenleri" cezalandırmak için hukukun nasıl bir araç olarak kullanıldığı tek tek beliriyordu sahnede.

insanlar, kendilerinden daha değerli olanı vahşi bir kurt sürüsü gibi kuşatıyorlardı.

Ve suçlamak için ellerindeki en büyük kanıt, "herkes öyle söylüyor" cümlesiydi.

"Herkes öyle söylüyor."

işin aslı, adamın ne dediği, ne yaptığı, amacının ne olduğu önemli değildi, başkalarından farklıydı, bu, cezalandırılması için de yeterliydi.

Birisi için bir söylenti çıkarılıyordu ve gerisi geliyordu.

Kırk yıl önce yazılan piyes sanki bugünü anlatıyordu.

Aynı linçleri biz gerçek hayatta da görmüştük.

Hálá görüyorduk da.

Acıyla ve hayranlıkla seyrettim.

Çıkışta aydınlık yüzlü bir çift "babanızın kalemine sağlık" dedi.

Piyesten sonra "yazarını" kutladım ama rejisörle oyuncuları kutlamaya vaktim olmadı.

Yazıyı yazmak için hızla eve dönmem gerekiyordu.

Yazıyı yazdım.

Yattığımda midem ağrıyordu.

"Ağrı," dedim, "sana bir boru sokturayım da gör."

Sabah kalktığımda yağmur yağıyordu.

ahmet altan
(bkz: bridget jones un günlüğü)
türkiye'de tam manasıyla kavranamayan hededir. günlük, her gün olup bitenleri işe yaramaz bir şekilde dile getirdiğiniz, sayfaları umursamazca çarçur ettiğiniz bir yazım şekli değil; yazdığınız günü aydınlatan, o güne dair önemli anektotları yansıttığınız bir tür duvardır. ama bildiğiniz yoldan şaşmamalı di mi! evet sevgili günlük, bugün insanlara bir şeyler anlatmaya çalıştım, artı oy aldım, çok mutlu oldum, hayatım düzeldi, geleceğim kurtuldu o denli mutluyum ki, ohh demek istiyorum.
çoğu zaman ergenlik çağı kızlarının aklıma gelmesine neden olan allı pullu defter. öyledir de hani, acayiptir onların duygu durumları. e tabi özel olmalarından mütevelit her zaman da merak konusu olur bu yazılar. lan sanki kolanın formülü yazıyo, ya da define haritası var...hayır o yazıları yazan kız şair, yazar falan olacak olsa öyle gizli defterlere karalamaz.

ne yazacak en fazla yani, ''sevgili günlük, kimse beni anlamıyor, çok tatlı bir çocuk, bugün ilk kez sigara içtim.'' aha! kolanın formülünden önemli bir hede bu işte...ilk kez sigara içtim ve bunu iyi bi haltmış gibi yazıyorum...bu sigarayı neden denedim? bi çok şey sayabilirsiniz: özentiğimden, kötü arkadaşlarımdan, gençliğin yozlaşmasından...ama kendi payınızı hesaba katmazsınız ebeveynleri (bak ebeveyn dedim, artistlik yaptım.)...

e günah keçisi evde o kızdır, siz kızdıkça o içine kapanır. o içine kapandıkça siz açamazsınız. sonra ne olur? kız günlüğüyle arkadaş olur. o günlük de artık dümb*ktür, merak edersiniz lan ne var acaba diye...arkadaşları kim bunun diye.

e bundan sonra bu da zıçtığınızın resmidir. yok yok şaka...bi kere o günlük onun için her şeydir artık... demek ki duygularını bastırmış, kusacak yer arıyor kız. he şimdi ne yapalım yani, bağıralım mı dövelim mi diyorsunuz...hayır efendim, sadece ''kızım günün nasıl geçti?'' demeniz bile bir başlangıçtır.

o günlükte de bi şey yazmıyor merak etmeyin...ben baktım, ehe.
insanın kendine bile itiraf edemediği sırları paylaştığı sırdaş.
"sırrını dostuna söyleme dostunun dostu vardır" tavsiyesini hatırlayıp , güvenmememiz gereken sırdaş.
gün aşırı yenilenen.
(bkz: günlük yumurta)
hiç bir zaman okunmayacağından emin olamadığımızdan belki çok da olduğumuz gibi olamadığımız.
bir göksel baktagir albümüdür. "maraton", "flamenco turca", "ağlama", "unutmak mümkün mü" ve "martı" besteleri ayrı bir güzeldir.

Goksel Baktagir - 01 - Bahar
Goksel Baktagir - 02 - Maraton
Goksel Baktagir - 03 - New Orleans
Goksel Baktagir - 04 - Nihavend Sirto
Goksel Baktagir - 05 - Flamenco Turca
Goksel Baktagir - 06 - Aglama
Goksel Baktagir - 07 - Bosna
Goksel Baktagir - 08 - Nefes
Goksel Baktagir - 09 - Caglayan
Goksel Baktagir - 10 - Unutmak Mumkun Mu
Goksel Baktagir - 11 - Merdiven
Goksel Baktagir - 12 - Sultaniyegah Sirto
Goksel Baktagir - 13 - Anilar
Goksel Baktagir - 14 - Marti
Goksel Baktagir - 15 - Gokkusagi
Goksel Baktagir - 16 - Mutluluk Dansi
tutulmamasini tavsiye ederim. zira hani o kimseye soyleyemediginiz sirlariniz varya. hah iste anneniz siz evde yokken odanizi temizlerken sagi solu kurcaliyor ve o gunlugu okuyor. sizin komsunun kizindan hoslandiginizi ogreniyor falan filan. once annenize cok sinirleniyor sonra cok utaniyorsunuz. ben 500 gb harddisk gucundeki hafizama guvendigim icin hicbir sey yazmiyorum artik olur olmaz yerlere.
başkasının okuması riski mevcut olan kişisel defter. bu nedenle tutmak isteyenlere tavsiyem, kendilerine özgü bir yazı sistemi bulsunlar. latin alfabesi dışı bir alfabe, karmaşık bir el yazısı, çok kasmak isteyenler için şifreleme mesela. ben şahsen latin alfabesini sağdan sola yazıyorum iğrenç bir el yazısı ile. ama bunun da şu sakıncası var: yazıyı ya yaprağın her iki yüzüne de yazın ya da kalın bir yaprak kullanın. eğer kağıt ışığı geçirirse basitçe yaprağı ters çevirmek kabak gibi okunan bir yazı ortaya çıkmasına yol açar.
insanların hayatlarını,çiçekli böcekli defterlere şuursuzca yazarak, kendilerini tüm insanlığa ifade ettiklerini zannettikleri anlatım şeklidir.
Küçücük bir çocukken içine uydurduğum hikayeleri yazdığım defter. Bir gün yazar olursam ablam tarafından tozlu kolilerden çıkartılacak şey. *
başkası tarafından okunursa tezegin avuclanabilecegi sacmalıktır.
tedavi amaçlı kullanılan bir bitki latince de Gummi Olibanum denir. Dahilen kuvvet verici, yatıştırıcı, kabız, idrar artırıcı, adet söktürücü, adet getirici ve romatizma ağrılarını dindiricidir.
Merhaba;)
Bu gün zeki olmadigimi anladigim, dolayisiyla cok mutsuz oldugum gündür. meger düz bi adammısım ben yarebbim. offff icim daraliyo valla, moralim cok kötü! insan bunu anladıgında ne yapabilir ki; hic birsey. meger bugüne kadar olmadigim kisilik icin calıstırmısım kafayı. ama boş. hiç biri ben degilim, düz, hayata konsantre olmus bi insanım ben yaa :( hakikaten üzgünüm :( hiç degilse bunu anlayabilmem umut verici olabilir diye düsünerek ve yine hayata konsantre olarak kalan kısma devam edebilirim.:P
imza:düz insan
tanım: yapılanların degil de anlaşılanların,hissedilenlerin yazıldıgının makbul oldugu defterdir.