bugün

muse

2005. bir cuma akşamı. ümitköy’ün arka sokaklarında yağmurun altında abimin arkasında hızlı hızlı yürüyorum. küçük bir dvd kiralama dükkanına giriyoruz. abim kiralayacak film seçerken ben de etrafa bakıyorum. filmleri alıp çıkıyoruz. birkaç saat sonra abimin seçtiği filmlerden birini ailecek izlemeye başlıyoruz: haute tension. 9-10 yaşlarında bir çocuk için fazlasıyla kanlı bir film. teen slasher’larla ilk tanışmam bile olabilir. annem abime kızıyor bu ne biçim film diye ama izlemeye devam ediyoruz. gerilim yükseliyor. ana karakter bir kamyona atlıyor ve katilden kaçarken bir piyano çalmaya başlıyor. filmi unutup şarkıya kilitleniyorum. kreşendosuna kadar gözümü kırpmadan izliyorum. sonra şarkı kesiliyor ve film devam ediyor. film bittikten sonra kısa bir süre aklıma takılıyor o şarkı. interneti açıp filmin adını yazmayı akıl edemiyorum, sonra da unutup gidiyorum. new born’u keşfetmenin ucuna gidip geri dönüyorum o gün.

2007. okulda bütün gün görüştükten sonra sonra eve gidip saatlerce msn’den yazışmaya devam ettiğim yakın bir arkadaş grubum var. bir gün “stockholm syndrome” görüyorum bir arkadaşımın dinlediği şarkı durumunda. bakıyorum neymiş bu diye. o anki kulaklarım için fazla sert geliyor. yine de arkadaşımla ortak bir şeyler paylaşma hevesiyle dinliyorum bir süre.

2009. okulda bir twilight çılgınlığı. alıp okuyorum kitabı. seviyorum. filminin daha o yaz çıktığını öğreniyorum sonra. yavaş yavaş “dvd’ye film yazma” olayını öğrenmişim. internette bir süre cebelleştikten sonra bulup izliyorum filmi. malum beyzbol sahnesi. şarkı ile sahne uyumunu çok beğeniyorum ama film bittikten sonra araştıracak kadar değil. serinin diğer kitapları ve filmlerinin beklentisi ile unutuyorum supermassive black hole’u.

2012. facebook’ta aktif olduğum son yıllar. küresel ısınmaya dikkat çeken bir videoya denk geliyorum. altında hoş bir melodi. animals. videonun altında bir sürü yorum var, farenin tekerleğini kaydırıp şarkının adı yazıyor mu diye sorguluyorum. birisi yazmış. hemen girip dinliyorum. çok seviyorum. bi bakıyorum “muse” yazıyor. ilk kez o gün “kimmiş lan bunlar” diyip birkaç şarkılarına bakıyorum. resistance, uprising gibi o dönemdeki en popüler şarkıları çıkıyor karşıma. açıp bütün albümü dinleyecek kadar derine girmeden 4-5 şarkılarını daha dinleyip çıkıyorum.

2013. gezi zamanları. twitter’da, whatsapp’ta, facebook’ta alttan “uprising” çalan direniş görüntüleri derleme videolarını izliyorum. bu sefer iyice dinliyorum, sözlerini hazmederek. bu kadar kolay coşturan şarkılara çok sık denk gelmediğimi fark edip sevmeye başlıyorum grubu.

2014. lisede bir arkadaşımın hoşlandığı kızla ilgili bilgi toplamak için kızın en yakın arkadaşını araştırıp tumblr hesabını buluyorum. anonim mesajlaşma fasilitesi ile sohbet edip ağzını arıyorum. sayfada arka planda otomatik çalan bir şarkı var. ilk başta sadece bass gürültüsü gibi geliyor ama sayfanın müdavimi olmaya başladıkça aşık oluyorum hysteria’nın girişine.

2015. üniversite sınavına hazırlanıyorum. matematik/geometri soruları çözerken youtube’dan kendi oluşturduğum bir playlisti dinliyorum. liste bitince bir şarkı çalmaya başlıyor. o kadar cızırtılı ki bi an kulaklık bozuldu sanıyorum. sonra birden o cızırtı harika bir melodiye dönüşüyor, elimi kulağıma götürmüşken yarı yolda indirip test çözmeye devam ediyorum. şarkı bitince adına bakmak için ekranı açıyorum. plug in baby’i ilk kez orada görüyorum.

2018. üniversitedeyim. simulation theory’nin çıktığı ilk zamanlar. twitter’da sürekli eleştiri yazıları görüyorum. “ne yapmışlar bunlar” diye girip bakıyorum, synthwave havası hoşuma gidiyor. 1-2 şarkı hariç bütün albümü tekrar tekrar dinliyorum. “lan bu muse ne güzel şeymiş” diyorum ama hala eski albümlerine dair pek bir bilgim yok.

2021. hayatımın nispeten boş ve belirsiz dönemleri. her günün bir öncekini aratma ihtimalinin yüksek olduğu tuhaf, soğuk ve hızlı geçen birkaç ay. yıllarca parçalara böldüğüm muse bilgimi derleyip toplamak istiyorum. belki de bir şeyleri tam anlamıyla anlayarak hayatımı yavaşlatıp bir raya oturtmak derdindeyim. birisi en sevdiğin şarkıcı/grup? diye sorunca net bir cevabım olmasını istediğimden belki, bilemiyorum.

yine 2021. üniversiteden tanıdığım bir kızın instagram hesabında gezerken çok eski hikayelerinden birinde “new born”un başındaki piyano sekansını çaldığını görüyorum. yatağımda doğruluyorum. bir döngünün kapandığını hissediyorum ve “tamam, bu bi işaret” diyorum kendime.

böylece gerçek anlamda dalıyorum.

showbiz’den st’nin son şarkısına kadar ne varsa dinliyorum. bir şarkıyı tam anlamıyla içselleştirmek için şarkının hikayesini, sözlerinin arkasındaki anlamı araştırıp röportajlarını dinlemesi gereken biri olarak ilk dört albümündeki tüm şarkıları, sonraki albümlerin de çoğunluğunu ezberleyene kadar dinliyorum. stüdyo kayıtlarından bile daha etkileyici olan canlı performanslarına dalıp saatlerce çıkamıyorum. her birini “ah ulan orada olmak varmış” naraları atarak izliyorum. b-side’lara, demolarına, ilk yıllardaki “her tuvalette çaldıkları” * performanslarına kadar araştırıyorum. grup üyelerinin gençliğine iniyorum, “ben ortaokuldayken şu şarkı çıkmış vay be” diyorum. hayatımın farklı dönemlerine denk gelen albümlerini dinlerken “o zamanlar, bu albümler ‘canlı’ iken, keşfetseydim hayatım daha farklı olur muydu” diye merak ediyorum. “büyük ihtimalle olmazdı ama en azından o hayatı arka planda güzel bir müzik varken yaşardın,” diye cevaplıyorum kendi sorumu.

2022. ağustos. will of the people’ı çıktığı gün sindiriyorum. grubun açık bir şekilde kendisinin parodisi haline gelmişken -ve bunu kabul etmişken- bile inanılmaz kaliteli şarkılar çıkardığını görüp daha da bir bağlanıyorum. her şarkısını gelecekte nasıl bir dönemde dinleyeceğimi merak ederek bozuyorum kulaklarımın bekaretini.

hayatımı o kadar da güzel olmayan zamanlarda birazcık da olsa güzelleştirdiği için minnettar kalıyorum ingiltere’nin küçük bir kasabasında lise okumuş üç gence.
Gündemdeki Haberler
güncel Önemli Başlıklar