bugün

entry'ler (439)

arda turan

http://terskademe.blogspo...om/2008/09/hagi-arda.html

2007 2008 şampiyonlar ligi şampiyonu fenerbahçe

hani az ihtimal ama olur da gerçekleşirse ahmet çakar'dan daha feci göt olurum. ibret olsun diye silmiyorum entryi de, bakalım götümüze girecek mi heyecanla bekliyoruz.

(bkz: #2227513)

23hapo

(bkz: #2912358)
(bkz: #2912390)

faşist ve faşizm kelimelerini yazmayı öğrenene kadar tek ayağı üzerinde beklesin, mümkünse yazmasın sokağa çıksın kardanadam falan yapsın.

liseli aylin

org çalan eleman bir sonraki devam filminde yapılacak orgy'nin habercisidir. metafordur, imgelemdir, alt metindir. okumasını bilene.

2 girls 1 cup

bunun aynı sitede 4 girls ile olanı var bir de. şimdi adını unuttum videonun. o çok daha ilginç. birbirlerinin bokları ile vücutlarına kalp falan çiziyor gayet de eğleniyorlar. tuhaf bir ruh hali olsa gerek. hadin yedin boku da işin içine lise öğrencisi duygusallığı katıp memeye kalp çizmek falan nedir.

haftalar sonra girdiğim ilk entrye bak. kendimi kutluyorum.

recep tayyip erdoğan

polis vazife ve salahiyet kanunu vesilesiyle polise verdikleri şahane imtiyazlar demokrasi aşklarının sadece işlerine geldiği zaman kabaran bir duygu sağanağı olduğu ve polis devleti olma yolunda attıkları bu şahane adım ile özgürlük, insan hakları ve benzeri meselelerde öncekiler gibi samimiyetsiz, pragmatist bir duruş içinde olduklarını göstermiştir. demokrasinin neferi gibi gösterilen kıymetli başbakanımız zannedersem sivil anayasayı da olsa olsa bir oksimoron olarak görüyordur. türbanını çıkaran kızın babasını aradığı gibi misal manisalı gençlerin de ailelerine ufak bir telefon açsın, hal hatır sorsun. polis tekmesi ile ölen adam hakkında iki kelam etsin. festus okey'in başına gelenlerle alakalı nijerya konsolosluğuna başsağlığı dileklerini iletsin vs vs vs. asker yapınca kötü polis yapınca üstünü kapatalım, görmezden gelelim gibi "işime gelirse aslan kesilirim gelmezse süt dökmüş kediyim"cilik yapmasın. o mağdur duruşlarını yemiyoruz haberi olsun.

arat dink

hakkında babası gibi 301. maddeden dava açılan ve tehditlerden sonunun babası gibi olacağını kestiren arat dink ülkeyi terkederek belçika'ya yerleşmiştir. beraber yaşama kültürümüz çok güzel hakkikatende. ermeniler, kürtler falan hepsini ite kaka, yıldırıp, tehdit edip bu ülkeden göndrebilirsek çok müreffeh bir ülke olacağız. gözaltında emniyet tarafından faili meçhul bir şekilde öldürülen nijeryalı festus okey'in tabutunda "gidiyoruz, teşekkürler türkiye" yazıyordu. gidiyorlar birer birer bu ülkeyi sahiplerine bırakarak, içiniz rahat olsun. arat'da gitti yüce türklük şuurumuz büyük bir yükten kurtuldu. aferin bize.

sahnede elektro baglama kiran turkucu

civciv ezmez, besmele ile tavuk keser.

vodka lemon

2003 yapımı hineer salem filmi.

naif bir film. karlar altında sıcak bir film. mesafeli bir film ama çok tanıdık insanların olduğu. bizden bir film. sovyetler çöktükten sonra ne yapacağını bilmez, beş parasız insanların karlar altındaki bir köyde yaşamaya çalışmalarını anlatıyor. insanlar nasıl orospu olur onu anlatıyor. iletişim sorunu çeken insanlar nasıl aşk yaşar onu anlatıyor. içine kapanık ve tüm dünyadan soyutlanmış bir yerde sıkışmış insanlar nasıl aynılaşır onu anlatıyor. çıldırmamak için böyle bir yerde ufak ama çok ufak mutluluklar lazım gelir onu anlatıyor. minicik hikayesi ve görece kısa süresi ile çok şey anlatıyor. bakışlar, ufak jestler, hayal kırıklıkları, tombe la neige'yi söyleyen şöför, kocasına mezar taşından kızıp somurtan kadın, piyano çalan kız, karların içindeki sandalyeler, sağa sola amaçsızca koşturan atlı. minimalist sinemadan etkilenmiş bir aki kaurismaki filmi hissi veren karelerle az malzemeden çok şey çıkarıyor. o kadar tanıdık ezgiler var ki filmde, o kadar bizden adetler bizden tavırlar, huylar. bu kadar biribirne benzeyen iki millet nasıl bu hale gelmiş diye düşünmemek imkansız. aynı şarkıları dinliyoruz, hayatı aynı frekasnta yaşıyoruz, birbirimize çok benziyoruz. bir ermeni köyünü dilden arındırırsak eğer aradaki çizgiyi ayıt etmek çok zor onu görüyoruz.

menfi kısmı için çok fazla şey söylememek istemekle beraber kürt yönetmenin araya sıkıştırdığı kurdistan posterlerinin çokça sırıttığını, 1915'e yaptığı göndermelerin çok lüzumsuz durduğunu eklemek isterim. mesele bunları dile getirmek değil ama eğer tüm bunları filme yediremezseniz ve böyle sadece 'olmuş olsun diye' araya sıkıştırırsanız tüm o samimi havayı dağıtabilirsiniz. salem' in samimiyeti konusunda şüpheleri olan birisi olarak bu ufak bir kaç ayrıntıyı filmin genel masum, yumuşak havasını zedeledğini ve propoganda sularına girdiği için üzülerek seyrettim.

vodka

(bkz: vodka lemon)

yaşandı bitti

özellikle "kanasın dünyam yansın oldu olacak, günahlar kavrulsun aleviyleeeeaağ" kısmında ve "haydi zıplaağ" şeklindeki şahane nakarat kısmında icra ettiği o brütal vokal ilen scream vokal arası böğürtülü ses tonu kendisini o dönem bir rock star falan sandığının işaretidir zannımca.

hoplayan zıplayan motorsikletler, deri mont, fonda zenci elemanlar falan da eklenince and the dünyanın en kolpa rakırı ödülü goes to burak kut oluyor ister istemez.

"benimle oynama, heyecanlıyım
Çok çılgınım bebeğim" dizeleri de çılgın sedat'ın arketipi kabul edilebilir herhalde.

kapitalizm

huxley'in cesur yeni dünya'sından şu cümle kanımca mottosu olabilir ve de kendisini özetler: "atıp kurtulmak onarmaktan iyidir, yama artarsa refah düşer."

brave new world

kitaptan önce önsözünden bahsetmek isterim ki aslında sonsöz olabilecek bir spoliler kazanını okumayı kitabın sonuna bırakmam pek bir hayırlı olmuş dersem meramımı anlatmış olabilirim herhalde. kitabın sonundan bahseden ve bunu açıkça dillendiren -vahşi'nin intiharı- başka bir önsöz var mıdır pek zannetmiyorum. ancak bir de şu var tabi. büyük bir kısımı kitabı okuduktan sonra ancak anlaşılabilecek bir yazı bu, yoksa kitap okunmadan pek fazla bir şey ifade etmeyecek bir takım huxley özeleştirisi ve önerileri tadında, kitabın bitimi akabinde tekar okunması elzem bir metin olarak da kalabilir.

illa ki her yerde bir 1984 kıyası var madem kendi adıma özelde atmosfer yaratma becerisi olarak 1984'ün yanına bile yaklaşamayacak, genelde distopya olarak da en karasından olan 1984'ün yanında fazlasıyla gri kalacak bir huxley ikilemleri hikayesi diyebilirim herhalde. burdan kitaba burun kıvırdığımız * gibi bir anlam çıkmasın, lakin 1984 eğer bir kıyas kriteri olarak kabul edilecekse o kadar çok kitap yerlerde sürünür ki bu tam manası ile kubrick'i orijin alıp filmleri o terazi ile tartıp değerlendirmek manasına denk düşer herhalde benim adıma. biraz yüksek bir kota oluyor haliyle 1984 ve her ne kadar iskeleti bu kitaptan miras ise de servete servet katıyor ve cesur yeni dünya'nın çok ötesinde ve çok daha yükseğe konuşlanıyor.

edebi bir doyuruculuk zaten vaadetmese de çizdiği gelecek panoraması hem çok ilginç hem de bugün bile günümüze denk düşebilecek kadar elle tutuabilir bir his veriyor. metaforları hem isimler, hem nesneler, araçlar (mesela malthus kemeri harikaydı), hem projeler anlamında çok aleni fakat yine de çok incelikli kullanmış huxley. o kara bulutların arasında gülümsetmeyi başarabilecek kadar güzel nüanslar yaratıyor tüm göndermeler.

yukarıda değinilmiş zaten huxley'in ikilemine fazla da söz kalmamış eklenecek. ayrıbölge'nin bende daha kara bir atmosfer çizdiğini ve kanımca uygarlıktan daha kötü ve ürkütücü betimlendiğini söylersek huxley'in zaten kendisinin de kabul ettiği ikilemini gayet net olarak görebiliriz. vahşi'nin uygarlığın zıttı olarak duran ayrıbölge'yi seçmeyişi de zaten ikisinin birbirinin yerine ikame edilebilecek ölçüde disütopik olduklarını gösteriyor. ayrıca yine yazarın belirttiği gibi ayrıbölge'nin insanlarının ırkçı tavrı ve ilkelliğin masumiyetinden ve el değmemişliğinden uzak duruşları tercih edilebilirlikten uzak kılıyor o tarafı da. yazmak niyetinde olduklarımı kitabın ek kısmı yeterince doyurucu bir şekilde aktarmış zaten. huxley'in karasız tavrı, okurken sizi soktuğu ikilem ve bu yeni dünya düzenini yer yer olumlayan hali ile yazara karşı alınan mesaf aynı zamanda bernard gibi bir kahramanın özdeşleşme vaadi ile başlayıp kendinden nefret ettiren hali ve vahşi'nin soğuk ve mesafeli tavrı ile birleşip kitapla aranıza girmeye çalışsa da yaratıcı temeli ve zekice kurgulanmış dünya tasarımı ile keyif veriyor.

herhalde en etkileyicisi de insanların okumalarını yasaklamak yerine onları okumak istemeyecek şekilde kurgulamak, düşünmelerini düşünce polisi veya tele ekranlar ile zapturapt altına almak yerine kendiliğinden buna ihtiyaç duyamayacak şekilde proglamlamak ve benzer şekilde kendini gösteren ve asla bir bireysel aydınlanma yaratamayacağınız, şartlandırılmışlıklar hamuru ile yoğrulmuş insanları görüp en ufak bir ümit ışığı görememeniz. zannedersem bu katıksız ümitsizlik de tek başına bile kitabı distopya saflarına katmaya yetiyor. her ne kadar hiç bir ölümün yaşanmadığı, sistemin tehlikesi söz konusu olduğunda bile insanların sadece sürüldüğü ve canlarına kastedilmesinin ihtimaller içerisinde bile zikredilmediği, hele ki 101 numaralı oda gibi işkence, zulüm, yaratılan delicesine korku ve benzeri durumların hiç yaşanmadığı bu dünyada bu tavır fazlasıyla yumuşak kalpli, anlayışlı ve hümanistçe gelse de çarklar öyle bir dönüyor ki insanları öldürmeye bile gerek bırakmayavak kesinlikte bir sistem işliyor ve brave new world tüm esprisini işte burdan alıyor. sistem asla tehdit altında değil, ümit asla yok. bu sebeple şiddete de lüzum yok. sadece propoganda veya kaba kuvvet ile değil de aynı zamanda fiziksel doğasına da müdahale edilen insanın daimi bir karanlığa mahkum olduğunu görmek zamanında golstein ile bir nebze de olsa heyecanlanan bize bu taraftan bakınca hakikaten kara bir manzara çiziyor.

tanrı dahil adına içgüdü dediğimiz tüm davranışlarımız, reflekslerimiz, tepkilerimiz ve belki de adına insan fıtratı dediğimiz şey şartlandırılmışlıklarımızdır ve de asla farkında olmayacağızdır kimbilir.

en güzel ingilizce cümleler

(bkz: lick my ass)

319 kd askere gidecek sözlük yazarları

tahminen 16 mayıs 2008 günü şu ruh hali içerisinde olacak ve sevinçten aynen böyle saçmalayacak yazarlardır.

(bkz: #1646464)

319 uncu dönem yedek subay sınavı

kırıkkale'ye yollanacak arkadaşlarımız varsa her türlü bilgilendirme, pohpohlama, geçer olm takma kafana hizmeti verilir.

8 aralık 2007 fenerbahçe galatasaray maçı

hakkında mantıklı herhangi bir izah bulamadığım fenerbahçe-galatasaray maçlarının sonuncusu. gerginlik mi, stres mi, şanssızlık mı, şartlanmışlık mı nedir olay. hayır mazeret falan da aramıyorum. tüm bu faktörlerin sebep olamayacağını da gayet iyi biliyorum. merak ediyorum sadece, kendi başıma işin içinden çıkamıyorum. 8 senedir her defasında fenerbahçe iyi oynuyor olamaz yahu. haydi öyle olduğunu düşünelim iyi oynayan takımlarda kaybeder, berabere kalır vs. yani o sahadan gaziantepler, rizeler, sakaryalar son sekiz senede defalarca puan aldı da galatasaray en iyi zamanlarında dahi neden alamadı. neden alamıyor. çıksın birisi aptal aptal tecavüz, kocanızız olm ekieki, işte böyle her sene böyle benzeri ucuzlukta konuşmadan bir açıklama yapsın ben de öğreneyim. kafayı yicem anasını satim.

hala pink floyd dinleyen artist

"yaptıkları müzik, bizim bir grup 84'ü bile aşmıyor" şeklinde bir kelam edebilen 84 iq'lu bir insan evladının yaptığı bu tespit ile dünyanın en yüzeysel insanı ödülünü ellerimden alacağına delalet olan başlık, saçmalık, ucuzluk, boş kelam falan fıstık.

leman

bir çocuğun * dünyaya bakışını, görüsünü, duruşunu biçimlendirirken en çok nemalandığı, en çok yaslandığı, hayatı kavrama ve anlamlandırma yolunda attığı ilk adımlarda omuz verdiği, arka çıktığı, sisin ardındakini aydınlatıp zihnine ışık tuttuğu, ona okuma, yazma, çizme edimini aşılayan, o çocuğun daima iyi, müstesna, özel addettiği ve geçmişteki en güzel anların bir hep bucağında illa ki andığı, üstüne çok şeyler de koyulsa o günlerden sonra bu gelişim olgunlaşma sürecinin onun yerinin hep ayrı ve özel olduğu, muhalefet etmeyi, sokağı, alt kültürü, küfürü, sevmeyi, sevişmeyi tecrübe ettiği, atmaya kıyamadığı bavullarda birikmişleri ara ara çıkarıp okuduğu, kokladığı dergidir. o çocuk büyümüş şimdi. büyümeseymiş keşke, leman da o da.

kemalizm

abbas kiarostami'nin taste of cherry filminde yaşlı bir adam şöyle kısacık bir hikaye anlatıyordu:

bir türk doktoru görmeye gider. ve ona der ki: "doktor bey, vücuduma parmağımla dokunduğumda acıyor, başıma dokunsam acıyor, bacaklarıma dokunsam acıyor, karnıma, elime dokunsam acıyor".
doktor onu muayene eder ve sonra ona der ki:
"vücudun sağlam, ama parmağın kırık!"

alakayı şöyle kurmak istiyorum başlıkla. başımız, kolumuz, elimiz aksıyor milletçe. demokrasi diyoruz, sivil siyaset diyoruz, kürt meselesi diyoruz, tutturmuş bir laikliktir gidiyoruz. bunların sebepleri üzerine kafa yoruyor, çözüm önerileri düşünüyoruz. ama parmak kırık, önce şunu bir görelim. çimento bonapartist temellerle karıldığı için baskıcı ve tahakkümperver. kemalizmin hem bu militarist yumruğu beslediğini, hem cumhuriyet döneminden bu yana kürt meselesine kemalist tezler çerçevesinde hatalı yaklaşıldığı için durmadan beslenen sorunun bu noktaya geldiğini, hem taassubun illa ki terakkiye mani olduğunu ve "gelişmekte olan" sıfatı ardına tıkıldığımızı, hem kemalizm'in şu tartışmalı kuratör hanru'nun da dediği gibi milliyetçi ideolojinin evrensel hümanizmin benimsenmesine aksi yönde işlediği ve toplumsal bir elit önderliğindeki ekonomik ilerlemenin toplumsal bölünme ürettiğini görmek lazım. önce parmağın kırık olduğunu farkedersek teşhisi doğru yere koyarsak problemin çözümü hızlanacaktır. başka uzuvlarımız neden ağırıyor, neden aksıyor gayet açık. şu dogmatik ilkeler bütününü aşıp tarihin resmi yazıcılığını terketmediğimiz sürece, ve tapınma seanslarımızın getirdiği bu kof resmi ideolojiyi sırtımızdan atamadığımız sürece daha çok doktor doktor gezeriz gibi geliyor.