bugün

kousozluk, lugatulkeyf, antisourtimes... gibi sözlüklerde tolstoy adı altında yazdığım dizi. şimdi googleden arattığımda birisinin kendi adı altında forumda yayınladığını gördüm. sırf bu yüzden bütün seriden ulaşabildiklerimi ve yeni yazdıklarımı bu siteden yayınlamak kararı aldım.
http://www.sinifogretmenim.org/showthread.php?t=5617
sağ işaret parmağının tırnağı kırılmıştı. lüle lüle siyah saçlarını ortasından ayırmış, yanaklarının iki yanına salmıştı. saçları çok sık, gür ve kıvır kıvırdı. siyah renkli kaşları, esmer teni, ufacık öpülesi ağzı, geniş bir anlı vardı. yüzünde tek damla boyak yoktu. bu coğrafyaya aitti, altın oranlara ve tanrısal güzelliğe sahipti. tek kusuru yüzünün sol tarafından bakılınca burnun dengesiz görünüşüydü. el ve ayak bilekleri zerafet ve incalikleri ile büyülüyordu. üzerindeki beyaz, dizlerinin üzerine kadar örten kaşmir paltodan bedenine dair pek bir şey seçilmiyordu; yalnızca bacaklarını saran lacivert pantolondan ne kadar orantılı olduğunun kopyalarını alıyordunuz. ayakları küçücüktü.
sesi de bu şöleni tamamlayıcısı olarak ince ama kulak tırmalamayan bir tonda idi. ince kısa kirpiklerinin arasından siyah gözleri ile boğazı izliyordu. sanırım ilgimden sıkıldı ve bacak bacak üzerine attıp sağ ayağını kesik kesik sallayarak karşımda oturmaya devam etti.
çok güzel, gerçekten çok güzel bir kız.
(01,04,2007)
vapur haydar paşa iskelesine yanaşmak için yavaşladığını sandığım sıralarda onu ilk gördüğüm andaki duruşunda neredeyse hiç bir değişiklik yapmamıştı. üst kata çıkan merdivenlerin kenarındaki koltuklarda, sağ bacağı sol bacağının üzerinde, sol eli ile sağ elinin üstünü kavramış, başını hafif sola cevirerek pencereden dışarıyı izliyordu. bana dönük kulağında palto düğmesi büyüklüğünde, sedeften, iki delikli yuvarlak bir küpe sallanıyordu. saçının telinden ayağındaki sandalete kadar karadenizin yüksek yaylarındaki nemli sis bulutlarının renkleri ile bezeliydi. gizli, yaşlı ve gri...
yüzünde ve bedeninin görünen yerlerinde hiç bir kırışıklık yoktu ancak işlenmiş inci gibi de pürüssüz değildi. koları kalınlaşmış ve derisi sarkmıştı.
bahcemizdeki elli yaşındaki elma ağacını andırıyordu. bu ağacın en canlı görünen şeyleri, kırmızı, sert ve sulu elmalarıdır. çiçek açtığını bile fark etmezsiniz. mevsimi geldiğinde çok güzel elmalar verir.
bu kadından da akılda kalacak tek şey elma gibi güzel, yaşam kokan ve tatlı dudakları olacaktır.
(23,05,2007)
bu ne şansızlık. karşıma bir kadın oturur bende onu süzerim diye beklerken uzun saçlı yakışıklıca bir genç oturdu. sakallarına bakılarak on sekizini yeni geçmiş, ellerine bakılarak üniversite öğrencisi denilebilir.
genç, saçlarını kafasının tepesinde bir lastik yardımıyla toplamış ve bere ile beysbol şapkası arası bir başlık giyinmişti. şapkanın bir tereği olmamasına rağmen arkasında saçların çıkmasına izin veren bir boşluğu vardı. yüzü michelangelo'nun davut'u kadar olmasa da güzeldi ve pürüzsüzdü. kocaman kemerli burnu sonradan eklenmiş gibi duruyordu. vücudu da düzgündü. ne boyu kısaydı ne de göbeği vardı. aksine maşallah kaslı, güçlü görünüyordu. şayet giyimine kuşamına dikkat etmiş olsaydı alelade insanlar arasından yüz kişi seçip yakışıklıklarını oylasaydık ilk ona rahatlıkla girebilirdi.
çocuk hala kendi vücudun güzelliklerini keşfetmemişti anlaşılan. giydikleri ile kaçlarının kaslarını, göğüs kafesinin genişliğini, endamını perdelemişti. neyse kalktı gitti de beni bu eziyetten kurtardı...
(09,03,2006)
doğa ile tin çatışır mı? işte insana ilk görüşte bu soruyu sorduran balık etinde bir esmerdi.selma *, güzel görünmesi için gereken kilonun iki katı olan tüm kadınlar gibi sağlıklıydı. yanaklarından kan damlıyordu. hiç bezenmemesine rağmen teninin pürüzsüzlüğü insanı şaşkına çeviriyordu.
kendine dair iki şey yapardı; kaşlarını ve bıyıklarını almak. ne süsüne nede püsüne dikkat ederdi. bezenemediği gibi iç çamaşırlarını bile haftada bir genel temizlik sırasında değiştirirdi.
her kes kadar yemesine rağmen ergen yaşta bedenin eriştiği üç aşağı beş yukarı 90 kilo baki kalmıştı vücudunda. butları, göbeği gıdısı hep aynı kalınlıktaydı. hatta hareket etmedikçe vücudunda oluşan yağ kıvrımları bile değişmezdi.
yüzüne bakılınca dikkati çeken ilk şey gıdısı idi. böyle yuvarlak hatlı yüzlere eşlik eden burunlar küçük olur ama selma bu genellemenin dışında kalmıştı. çocukluğundan beri gözlük takmasına rağmen gözlük tikinin olmamasının tek nedeni burnunun normalden geniş olan yüz düzlemi ile yaptığı dik açı idi. kara kaşı, kısa kirpikleri kahve rengi gözleri övgüyü hak etmiyordu. böyle bir kadına yapabileceğiniz tek iltifat dikeninden yeni kurtulmuş kestane parlaklığında ki saçları için olabilir. bir delikten bir yerine beş tane fırlamış, sık ve gür...
derken elini vücuduna yapışmış kotunun cebine soktu...

( sonunu yazmamın nedeni vapurun kadıköy'e varmasıdır.)
(10,03,2007)
o kuğu zarafetine sahip incecik boynun üzerinde bu kadar büyük bir kafa nasıl duruyor anladım….
doğal renklerini kaybetmemiş kürkü ve çekik gözleri bu kadının kafkas kökenli olduğunu bağırıyor. kafası büyük ama bu ona çirkinlikten ziyade güç katıyor. kocaman kocaman elleri, kısa küt parmakları var. beyaz çantası avucunda kayboluyor. oldukça şık giyinmiş ve çok şık boyanmış. büyük gözleri, geniş yüzünde kenarları kara kalemle belli edilmiş olarak gururla etrafı süzüyor.
başında beyaz deriden kasketi, siyah ince uçlu ve topuklu botları, füme rengi pantolonu, siyah bluzu, siyah saçları, kulağındaki sahte inci küpeleri, kavruk teni, kahverengi gözleri, başkalığı, bambaşkalığı...
hani biraz balık etli olmasa padişah hareminde ki kafkas kadınlarından biri yada tanrının çekik gözlüler için hazırladığı cennetindeki hurisi olduğuna yemin edebilirim.
bekli de bundan sekiz sene evvel cennette bu şekilde isdihtam ediliyordu. sonra isyan etti ve kovuldu.
(11,03,2007)
hemen herkesin sevdiği, selam verdikten sonra yanaklarını sıktığı, sulu sulu öptüğü, tombul ve her daim güleç yüzlü arkadaşları vardır. özellikle kız olanları en çok kullanılan ve neşeleri en çok sömürülenlerdir. bunlar kız ve erkek arkadaşlarının dertlerini dinler, sevişmelerini yorumlar, aşklarını onaylar, onları pohpohlar ve asla yüzlerini ekşitmezler. çekicilikten uzak fizikleri genellikle başkaları sevişirken erketede beklemekle yetinir ve kendi kendine yetmeyi öğrenmiştir. ....................................................................................
(12,03,2007)
erken olgunlaşmıştı. her erken olan şey gibi o da olgun olması gereken yaşta çürümeye yüz tutmuştu.

beyaz, bembeyaz kollarını kızıla dönük kahve rengi tüyler kaplamıştı. kaşları açık alnın altında bir bütün halini almıştı. sanki yukarıdan dökülenler kaşlarına tutunmuş ve iki gözünün üzerinde keratinden bir köprü oluşturmuştu. büyük bir olasılıkla çocukken sarışındı. her şeye alerjisi olan bedeninde irili ufaklı onlarca ben vardı. sol kaşının üstünde mercimek renginde ve mercimekten biraz büyük, burnunun sağ tarafında da nohut renginde, nohuttan biraz küçük benleri üç dört günlük sakalının ardına gizlenmişti.

güneşten turuncuya dönmüş yüzü ile uyumlu gömlek giyinmişti. gömlek beyaz olmakla beraber üzerinde dikine mavi ve enine turuncu şeritlerden oluşmuş kare desenler vardı. pantolonun rengi kadıköy limanın çevrelediği denizle şaşılacak kadar benziyordu ve laciver ayaykkabıları ile çorapları güyümündeki özeni perçimliyordu. kemeri bile yüzünün rengindeydi.

ancak ihtiyatlı annelerin çocuklarına giydirdikleri gömlek altı sıfır yaka penyeye alışmış hassas tene sahip vucudu aslında hiç de kötü sayılmazdı. boyu bir seksenin üzerinde idi ve iskeleti sağlam görünüyordu. ancak bu sağlam askıya gelimekte olan göbek hiç yakışmamıştı. o, hareketten yoksun bıraktığı bedenindeki kenenin farkında bile değildi.

(24,05,2007)
orta boylu, salarındaki kırları örtmek ve günümüzün sıradanlığına uymak için
sarıya boyatmış, otuz beşini geçmiş, bordo ceketli bir kadındı. ayrıldığı eşinden aldığı okkalı nafakayla hallice sayılırdı. şimdi de sanal alemden tanıştığı iki gençle birlikte oluyor gününü gün ediyordu...

(20 şubat 06)
teşkilattan aldığı botları her zamanki gibi boyayarak çıkmıştı evden. botlar, iki
kaşının arası gibi hafiften buruşmuş ve buruşukların arasına çamur dolmuştu. lacivert pantolonunun paçaları ne hikmetse tertemizdi, ütüsüne de diyecek yoktu hani...
saçları dökülmüş, alnı açılmış benim polisim muhakkak ki işini bilen cinstendi. sarıya çalan kumralımsı bir tenle aynı renkte saçlarla bu ikiliyi tümleyen mavi gözlerle iskandinav kökenli insanları andırıyordu ancak; çıltı bacaklarının üstünden sarkan göbeği, sapsarı dişleri ve gözündeki camekanları onu boğaz kenarına yapılmış gecekondu kılığına sokmuştu. eh yaşı da epey vardı.
tamı tamına on iki yıl sekiz ay on dört gündür memuriyetini yapıp allahlına şükür ediyor, tespihine birer birer asılıyordu. n'apsındı, rahatlamanın en iyi ikinci yolu bu idi.

(20 şubat 06)
ona sorarsan yaşı yirmi iki idi ancak kütüğü esas alırsak karşımıza en az yirmi dört rakamı çıkar.
bahsi geçen hanımın yüzünde makyajdan eser yoktu. tanrının cömert davrandığı kadınları aptal olarak değerlendirir insan ancak, ortaçağa özgü beyaz ten rengine ve de bu tene uygun boyanmış saçlara sahip kasımpatımızdaki zeka parıltıları bakanların gözünü kamaştırıyordu. sabah sabah aklımı kaldıran bu hal kızı abartıdan uzak sade giyinmişti. siyah, sivri burunlu, topuklu, tokalı botları; aynı renk çorabı ile bacaklarını ön plana çıkarmıştı. ay parçamız, üzerine bej, siyahın çiçek desenleri oluşturduğu ve benim kadına en çok yakıştırdığım giysi olan, etek giyinmişti. tırnakları kısaydı ama bakımlıydı da. vucudunu, yine siyah, boğazlı bir kazak ve siyah kısa bir montla sarmıştı. son olarak güneşin kendini göstermesiyle birlikte siyah çantasından çıkardığı yine siyah ve kalın çerçeveli güneş gözlüklerini taktı.
şimdi günden korunan bu büstün, burnundaki bir parça fazlalık olmasa ve gıdısındaki kırışıklık başlangıçlarını saymazsak yunan yontu ustalarının elinden çıkmış olduğuna yemin edebiliriz. ete ve kana bürününce bu surat pek bir sevimli olup öpülesi, koklanası bir hal alıyor.
eskiler böyleleri için hamuru iyiyimiş der...

(21 şubat 06)
guzük

esmer ve siyah saçlı idi. sakalları cildine zımpara kağıdı görüntüsü veriyordu. oysa daha bir önceki akşam kesmişti. on dokuz yaşından beri süregelen bir ızdıraptı bu durum. o her akşam tıraş olur; ertesi günün akşamı aynada o meymenetsiz maskeyle karşı karşıya gelirdi. saçlarının dökülüşünden sonra kendini güneşe benzetiyordu. sabah aydınlık, akşam karanlık; sabah yine aydınlık, akşam gene karanlık...
elleri güçlüydü e nede olsa beden işçisi sayılırdı. çoğunlukla ofisteydi ama ara sırada olsa makine kurulumuna gidiyordu. bu yüzden parmakları kuvvetliydi. otuzundan sonra hafiften kilo almıştı ama boğazıyla gövdesini birleştiği yerden yakasına yapışmış iki kuvvetli elin yüzünü yere yöneltmesinin nedeni bu değildi. o buralı değildi, ezikti; güçsüz değildi, uzunda değildi ama yanında oturan amerikalıyı ezebilirdi pekala. ancak onun yüzünü yere doğru çeken elleri yakasından kurtaramamıştı. o, guzük oturur, guzük yürürdü...

(22 şubat 06)

(bkz: guzük)