bugün

Yaşadığımız günlerin en çok konuşulan siyasi konularından bir tanesi sağ kadroların (hatta tam tanımı ile dinci kadroların) devlet idaresi için önemli konumlara getirilerek devlet bakışında ve kararlarında sağcı bir değişimin gerçekleştirilmesidir.

Bunun ne demek olduğunu en yukarıdan bakarak inceleyelim.

Öncelikle yakın siyasi tarihimizin oluşumunda en önemli kaynak olan Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunda bu başlığı kapsayacak şekilde neler yaşanmış genel hatları ile inceleyelim.

600 yıllık imparatorluk yönetimi ve Osmanlı olmaktan çok ümmet olan bir toplum yapısı. Bu cümle genel olarak kötü bir şeymiş gibi görünmesine rağmen o dönem için oluşturulmuş mükemmel çözümlerden bir tanesiydi. Ekonomik olarak doğru desteklendiği sürece yani halk kendini refah içinde hissettiği sürece başarı ile devam etmiş bir sistemdi.

Bu sistemde yaşayan halkın da genel olarak özgürlük kelimesinden anladığı şey, aynı dönemde batıda yaşayan halkların özgürlük kelimesinden anladıklarından farklıydı. Yani kültürel olarak mutlu olunabilecek siyasal bir yapıyı batı kendi kendini yönetmek olarak kabul ederken bizde ise beni iyi yönetecek birilerini bulmak gibi bir karşılığı vardı. Bu o dönemde sadece bizde değil doğu kültürünün geneline yaygın olarak hâkim düşünme biçimi.

1900lerin ilk çeyreğinde Türkiye Misak-ı Milli sınırlarını belirleyerek yepyeni bir devlete dönüşüyor. Bir yönetim biçimine ihtiyacı var. Doğal olarak en gelişkin ve halkının en büyük kısmına mutluluk vadeden tek yönetim biçimi olan demokrasi ve cumhuriyet seçiliyor ve tam Türk usulü bir yöntemle bıçak gibi uygulanmaya başlanıyor. Bu bir tarafıyla bakıldığında gerçekten büyük bir başarı iken diğer taraftan da birçok komplike sorunları da yanında taşıyor. Çünkü yönetmek ve yönetilmek, yöneten ve yönetilenlerin anlama, kavrama, yorumlama bilinçleriyle doğrudan ilişkili. Yani soyut düşüme biçimini henüz öğrenmemiş birisine 2 ile 2 yi toplatamayız. Bu onun zekâsıyla, aklıyla direk ilişkili değildir. Bunu toplayamamasını aptallık olarak değil farklılık olarak ele almak gerekir.

Buna aynı zamanda çok da büyük başarı dedik çünkü dünya üzerinde köklü diktatörlüklerden gelmiş birçok ülke (mesela ingiltere, Belçika, isveç) hala halklarının bilinç boşluklarını doldurmak için sembolik olarak krallıklarını devam ettirmektedirler. Yılda milyonlarca doları bir ailenin krallık lüksü içerisinde yaşaması için bütçelerinden ayırmaktadırlar. Ve biz bu ülkelere demokrasinin beşiği falan diyoruz.

Peki, bıçak gibi gelen bir demokrasi Türkiye'de neleri, nasıl değiştirdi?

Gelen yeni yönetim biçimini anlayabilecek durumda; eğitimi, genel kültürü ve bilinci olan bir grup insanı -ki bu sanırım 1940lar dönemini baz alırsak Türkiye'nin %5ine denk geliyor- özel bir sınıf yaptı. Yani alınan kararların nasıl uygulanacağına karar veren elit bir bürokrat kesim doğdu. Bu demokrasiyi anladığını varsaydığımız kesim - sağlık müdürü, okul müdürü, kaymakam, başöğretmen, defterdar vbz. sıfatlarla - gelişmiş bir ülke olabilmemiz için gerekli argümanları halka yaymak için aracı oldu.

Halkın yeni sistem içerisinde nasıl davranacağına karar veren bu kesim için halk; cahil, yetersiz eğitilmesi ve sevilmesi gereken bir şeydi. Hâlbuki bu halk çok kısa bir süre öncesine kadar büyük bir imparatorluğun onurlu, gururlu, nitelikli, büyük şaheserler yaratmış halkıydı. Bu halk için sadece oyunun kuralları değişmişti ve yeni kuralları anlamak dünyadaki tüm insanlarda tüm halklarda olacağı gibi en azından 100 yıl sürebilecek bir süreçti. Böylece ister istemez; sadece kültürel farklardan kaynaklı, büyük bir grup içine kapandı. içine kapanmasının en temel nedeni başarısız olduğunu zannetmesiydi. On yıllarca TVlerde gazetelerde onlardan hemen hemen hiç bahsetmedik. Biz değişen sistemin oluşturduğu yeni yüzlerle demokrasiyi ve özgürlüğü öğrenmeye çalışıyorduk. Ve bu dönemde baktığımız yüzler Ahu Tuğbalar, Belgin Doruklar, Kadir inanırlar ve hatta belki de en son Tarkanlardı.

Askerimizin yıllarca 1. öncelikli Türkiye tehdidi olarak bize anlatmaya çalıştığı şey; aslında keskin bir şekilde Türkiye'ye gelen demokrasiyi henüz anlamadığından ne yapacağını bilemeyen dış etkilere ve manüplasyonlara açık halkının kendisiydi. Ve bundan kurtulmanın tek yolu demokrasiyi uygulamada anlayan ve bu kültürü üretebilecek duruma gelen bir halktı. Yani yönetime fiilen katılan ve bunu da başarı ile yapabilen bir halk.

Son on yıl içerisinde dini kesim dediğimiz grupların yönetimde yer almaları sermaye sahibi olmaları aslında Türkiye'yi çok daha büyük sorunlardan kurtaran ve daha nitelikli sonuçlara götüren bir gerçek. Türkiye yi sadece TV den gördüğümüz şey sanmak halkın eğitilmesi, acınması, hor görülmesi ve lütfen sevilmesi gereken bir şey olduğunu düşünmek; bunun üzerine yapılacak tüm teorileri boş çıkartır.

Yazımı tam da Türk usulü bir tanımlama ile sonlandırayım.

Hiç kimseyi ama hiç kimseyi -askeri, solcuyu, sağcıyı, dinciyi, Kürtleri, Ermenileri, Yahudileri, siyasi partileri ve mensuplarını vb. - başka ülkelerden ithal etmedik. Ne yaptıysak, nasıl bir kültür oluşturduysak beraber yaptık. Bu gruplar altında bahsettiğimiz insanlar bizim yan komşumuz, bakkalımız, kayınpederimiz, öğretmenimiz, öğrencimiz, çalışanımız ya da işverenimiz. Üretimde olduğu kadar yönetimde de paylaşabildiğimizde bu ülkeyi, aslında zannettiğimizden ne kadar daha büyük olduğumuzu görebileceğiz.

kaynak : zorbafikir.