bugün

Cumartesi gecesi saat 23.30... Büyükada'dan, doğrudan doğruya Bostancı'ya giden son vapur...
Boğaz köprüleri yapılmadan önce, Karaköy - Kadıköy, Kadıköy - Karaköy arasındaki son vapurların yolcuları da, pek bilinmeyen çok ayrı bir fotoğrafını yansıtırdı istanbul'un...
* * *
Büyükada'dan Bostancı'ya direkt kalkan son vapurda, artık bizim yaşlarda pek kimse yok.
Topuklu terlikleri içindeki çıplak ojeli ayaklarıyla, yorgun yüzlü gencecik bir kadın, vapurun pencere pervazına yapıştırdığı kolu üstüne başını koymuş, mışıl mışıl uyuyor. Kimbilir nereden gelen, yorgun yüzlü; ama makyajlı, ojeli gencecik bir kadın...
Biraz daha olgunca bir kadın da, karşıdaki sıranın dibinde oturmuş, başı önünde; bayağı uyuyor o da...
* * *
Yakınım Yük. Müh. Doğan Barış gibi; her gün boğayı boynuzlarından tutup dizleri üstüne çökerten, Yük. Müh. Jako da, maşallah büyüdü, 50 yaşına bastı. Kendisini kutlamaya gittik Büyükada'ya; yedik içtik dönüyoruz...
Jako, Adapazarı'ndaki ünlü bir fabrikanın üst düzey yöneticisi. Hemen hemen 20 yıldır, her sabah erken saatlerde Adapazarı'na işyerine gider ve akşamları Adapazarı'ndan döner istanbul'a...
Eşi diş hekimi Sonia'yı da tanıdığımda, 22 - 23 yaşlarındaydı. Bizim Solmaz Kamuran'ın da fakülte arkadaşı...
Kuşaklar arası yaş farklarının eridiği, yazı ve sanatsal paylaşımlarla da sarmalanmış, birikimli dostluklar azdır. Son ödüllerdir bunlar, takvim yaprakları iyice sıskalaşan kalem emekçileri için...
* * *
Büyükada'dan Bostancı'ya kalkan son vapur...
Kimbilir ilk kez kaç yaşında götürmüşlerdi beni Büyükada'ya?..
Bir zamanlar ünlü yazarlar otururdu Adalar'da... Hüseyin Rahmi, Fazıl Ahmet, Sait Faik, zaman zaman Esat Mahmut, Orhan Seyfi falan gibi...
* * *
20 - 30 yıl öncesine kadar Ada vapurları geceleri, projektörleriyle çevrelerini durmadan tarayarak gidip gelirlerdi Adalar'a...
Fazıl Ahmet'in, köprüden kalkan, yandan çarklı Ada vapurları için yazdığı, mizahi bir manzume vardı:
Vapur pat pat vuruyor
Yolcu dersen kum gibi
Yine Fener duruyor
Karşımızda mum gibi...
Fazıl Ahmet'in kastettiği fener, herhalde Ahırkapı Feneri'ydi...
* * *
Son vapurla istanbul'a dönerken neler neler geçmiyordu ki aklımdan.
Örneğin, medyanın pek ilgilenmediği Şehir Hatları vapurlarının anılarla yüklü çilekeş kaptanları...
Kimbilir sabahları bazen kaçta kalkıyor, geceleri bazen kaçta yatıyorlardı?
Ve kimbilir bir ömür boyu, kaç bin mil yapıyorlardı istanbul'un denizlerinde?
* * *
Adalar'dan dönen son vapur yolcuları...
Çoğu orta ve ortanın üstündeki yaştaydı... Gençler ve artık emekliliğe geçmiş yaşlıca çiftler azınlıktaydı.
Acaba, istanbul'da oturmaya başlayan 12 milyon insandan - ki 1 milyonu henüz Boğaz'ı hiç görmemişti - gemicilik dilindeki "iskele - sancak" deyimlerinin ne olduğunu, kaç tanesi biliyordu?
Gemilerin solunda yanan kırmızı, sağında yanan yeşil ışıklar...
Kırmızı, "iskele", yeşil "sancak" ışıkları...
Ortasından denizlerin geçtiği istanbul'da, denizlerle de "hemhal" olmuş o kadar az insan yaşar ki...
* * *
Toprak gelirine bağlı "aristokrat" sınıfa karşı, deniz ticaretiyle usul usul 4 yüzyılda biçimlenen "burjuva" sınıfı... Ve toprak yerine, makinelerle fabrikaların üretimine geçiş...
Ve önce küçük, sonra büyük işletmelerde çalışmak için, köylerden kentlere gelerek "işçi sınıfı"nı oluşturan proletarya...
* * *
Vaktiyle istanbul'un, endüstrisiz ve proletaryasız; Ankara destekli bir "burjuva" sınıfı görünümü vardı. Gerçi hiç siyaset konuşulmazdı ama; renkli, esprili daha zengin bir Türkçe kullanılırdı.
Hanımlar şapkalı ve tayyörlü, erkekler fötrlü ve kravatlıydı...
Biz o "yaşam biçimiyle" burjuvaziye benzemeye çalışan istanbul'a "istanbul dükalığı" adını takmıştık...
Derken istanbul bir taşra yağmasına uğradı, o görüntü de kayboldu.
* * *
Cumartesi gece saat 23.30'da Büyükada'dan Bostancı'ya gelen son vapur, "istanbul dükalığı"nın şıkıdım vapurlarına hiç benzemiyordu.
Hele Bostancı'daki kalabalık, hiç mi hiç benzemiyordu.
21. yüzyıla çok acayip bir görüntüyle girmişti istanbul; 22. yüzyıla kimbilir nasıl girecekti

çetin altan