bugün

muazzam bir kar fırtınası vardı. Tek odalı ahşap barakanın kenarına istiflenmiş odunların üzerindeki muşambanın üstünden karları, soğuktan titreyen elleriyle sıyırdı. Kucağına taşıyabildiği kadar odun aldı. Karşıdan esen rüzgârla beraber yağan kar suratına çarpıyordu yürürken. Birkaç adım bu acıya katlandıktan sonra barakanın kapısını tekmeledi. Ufak bir beklemenin ardından kapı açıldı.

"çabuk geç içeri. iyice üşümüşsündür." Bir yandan fikretin kucağındaki odunları almaya çalışıyordu burcu.
"dur dur, bırak kalsın. Sobanın yanına bırakacağım, kurusunlar."

Odunlar ıslandığı için ağırdı. Sendeleye sendeleye sobanın yanına kadar yürüdü. Birden bırakmadı odunları. Yavaş yavaş, tek tek dizdi. Acele etmemeliydi. Kimse acele etmemeliydi. Hatta elinden gelse saatleri bile yavaşlatırdı. Bütün bu dünya acele edenler yüzünden bu haldeydi. Acele edilen konuşmalar, acele alınan kararlar, acele söylenen pizzalar, acele aranan telefonlar, bunların hepsi zararlıydı. Eğer o da acele ederse, tanrı esirgesin, odunlar düzensizce, birden devrilebilirdi! Sakinlik bir anlamda mantığı barındırırdı. Bu yüzden odunları sakin ve sağlam bir şekilde yerleştirdi.

Doğrulup üzerinden paltosunu çıkarttı. Burcu sobanın karşısındaki ikili kanepeye kıvrılmış onu seyrediyordu. iki adım ötedeki askılığa özenle iliştirdi paltosunu, atkısını, şapkasını. Tekrar sobanın başına dönüp eline maşayı aldı. kapağını hafifçe aralayıp bir süre ateşe baktı. Sonra gözleri burcuya kaydı.

"üşümüyorsun değil mi?"

"hayır. Üşümüyorum"

Kanepeye doğru gitti. Burcu ona yer açmak için toparlanmak istedi.

"rahatsız olma, benim yerim çok rahat olacak zaten." Dedi ve burcunun kucağına başını koyup uzandı. Bir süre bakıştılar. Uzun derin bakışmalardı bunlar. Birbirlerinin gözlerinin içinde hazine aradılar. Öyle ki biraz daha dikkatli baksalardı cennetin girişini görebilirlerdi fikrete göre.

"her sene, bu allahın unuttuğu bu yerde ne yapıyoruz Fikret?"

"gerçekten unutmuş mudur dersin?"

"nasıl yani?"

"yani gerçekten tanrı bizi unutmuş mudur dersin? Öyle bir şey olması için neler vermezdim"

"delisin sen"

Fikret gülümsedi. Burcu fikretin saçlarını okşamaya başladı. huzur kelimesinin anlamı dolmuştu bu sahne için. Daha başka kelimelere ihtiyaç doğmuştu. Ama yoktu işte bu duyguları tam anlatacak kelimeler.

Bazen kelimeler kifayetsiz kalırdı. Bu çok rastlanılan bir durum değildi ama oluyordu işte. büyük bir sorun oluyordu bu zamanlar. Mesela sevdiğiniz saçlarınızı okşarken içinize bir rahatlık çöker, gevşersiniz, derdiniz tasanız kalmaz, unutuverirsiniz her şeyi, umursamazsınız, bir mutluluk hissi yayılmaya başlar. Sonra sanki gün doğumunda plajda kumlarda yürüyüp aniden sulara atlamışsınız da üşümeye başlamışsınız gibi tüyleriniz diken diken olur. Ve sonra kızgın kumlara gömülmüşsünüz gibi ısınmaya başlarsınız. işte tüm bu duyguları ifade etmek için huzur kelimesi yetersiz kalır

ihtiyaç duyulan kelime aşktı. Üç harfli, tek nefeste okunan bir kelime, milyonlarca farklı hissi içince barındırabiliyordu ve bu hiç garipsenmiyordu.

"acıktı mı? Sana yemek yapayım mı?" dedi burcu. Fısıldayarak konuşuyordu. Yanağından öptü fikreti.

"hayır. Lütfen bölme. Yarım kalmasın bu an saçlarımı ellerinde okşa, yeter..."

***

Sobanın arkasındaki odunlar kurumuştu. Fikret iki tanesini seçip sobanın içine attı. Burcuda sobanın üzerinden aldığı demliğe çay koyuyordu. Ufacık barakanın içinde bile yapacak ne çok iş vardı!

Dışarıda kar olağanca hızıyla yağarken, rüzgârın uğultusu ve soğuğun bir kısmı ahşap pencerelerden ve kapının altından içeri doluyordu. Fikret bir paçavra bulup kapının altına sıkıştırdı. Radyoyu açıp bir süre haberleri dinlediler.

Tüm ülkenin kara teslim olmasını, iktidarın ana muhalefetle olan kavgasını, yasak aşkıyla kaçtığı için kocası tarafından öldürülen kadının dramını, parası olmadığı için ameliyat olamayan ve acil organ nakline ihtiyacı olan bir adamın hikayesini, bilemem ne otoyolunda dikkatsizlik eseri olan zincirleme kazayı dinlediler.

Haberler bitene kadar çay demini almıştı sobanın üzerinde. Burcu iki fincana çay doldurdu. Kendisi için iki şeker attı. Fikretin çayı şekersiz ve az demli olmalıydı. Fazla dem sinir yapardı.

"konuşmayacak mısın?" dedi burcu Fikrete çayını uzatırken.

"konuşacak ne var ki burcu? Konuşmaya ne gerek var ki?"

"konuşmayacaksan beni buraya neden getirdin o kadar yoldan? içinde tutamadın yine değil mi? Bana değilse bile, kendine itiraf et." Diyerek gülümsedi burcu. Çayını da alıp kanepede oturan fikretin dizin dibine çöktü.

"kendimle küsüm bu aralar burcu, konuşmuyoruz..."

"çok ketumsun. Neden anlatıp rahatlamıyorsun? Hadi kırma beni anlat dök içini."

Fikret çayından bir yudum aldı. "nerden başlayayım hayatım? Sensizliğin verdiği ıstıraplardan mı, boş boş tavana bakıp uyumadığım ergenlik dönemine döndüğüm günlerden mi? Yoksa seninle kurabilme ihtimalimiz olan o mükemmel gelecekten mi? Ya da içimi kaplayan bu derin üzüntüden mi?"

"üzgün müsün?"

"Ben hep üzgünüm burcu, ben hep üzülüyorum çok üzülüyorum burcu. tanımadığım insanlara, hatta gerçekten var olmayan insanlara bile çok üzülüyorum. Hikmete üzülüyorum mesela. Raskolnikova , boromire , hüsnüye üzülüyorum üzülüyorum işte aslında iyi olan ama başlarına kötü şeyler gelen insanlara çok üzülüyorum. sevdikleri uğruna feda edecek bir şey bulamayan ve sırf feda olsun diye kendilerinden parça verenlere üzülüyorum. eve ekmek alamadan dönen tüm babalara üzülüyorum. oğlunun önlüğünü dikerken yenisini alacağına dair yalandan söz veren fakir annelere üzülüyorum. Sıra arkadaşının kalem kutusuna imrenen yedi yaşındaki çocuğa üzülüyorum. tüm sahtekârların içinde gerçekten yiyecek ekmeği olmadığı için dilenen ve sırf insanlar onu sahtekar sandığı için açlıktan ölenlere üzülüyorum. bu üzgün olma durumuma bakınca, kendime de üzülüyorum bilemezsin burcu, içim parçalanıyor."

"her şeyi sen düzeltemezsin Fikret. Bu yük çok büyük bir yük olur. Gereksiz bu yükü alma omuzlarına. Bırak üzülme onlara. Bana üzül bize üzül bana üzüntünü de kıskandırtma..."

Fikret çayını tazelemek için ayağa kalktı. Bardağını doldurdu. Burcunun bardağı bitmemişti henüz.

"ben taş kalpli biri değilim hayatım. Elimde değil. Göz göre göre ölüyor insanlık, insana ait duygular koşup yetişemiyorum, bırak yasını tutayım bari."

"gölge oyunu bunlar Fikret. Duygular, hisler Bu gün de yoklar, yarında olmayacaklar. Ama biz hep varmış gibi davranacağız ve bundan memnun olacağız..."
Burcu fikretin yanından kalkıp askılığa yürüdü bir şal aldı omuzlarına. Sobanın yanına kıvrıldı.

Fikret burcuyu seyretmeye başladı. konuşacakmış gibi nefesini aldı, ağzını açtı ama konuşamadan verdi nefesini.

"ne oldu Fikret? Ne diyecektin?"

Bir derin nefes aldı Fikret.

"olmuyor burcu. Anlatamıyorum"

"neyi? "

"beni... bizi... her hangi bir şeyi..."

Burcu iç geçirdi. Odanın içerisi kararmaya başlamıştı. Gözleri mayışık mayışık bakıyordu etrafa. "senin uykun gelmiş Fikret yat dinlen istersen?"

"Hayır burcu hayır... anlamıyorsun beni, sana seni ne kadar sevdiğimi bir türlü anlatamıyorum. Bir filmde görmüştüm, bir makine yardımıyla insanların rüyasına giriyorlar, zihninin en derinliklerinde gizli kasalarında sakladıkları düşüncelerine bakıyorlardı. işte burcu öyle bir makine olsaydı eğer gerçekten seni zihnimin derinliklerine davet ederdim. Üstelik bir kasa görmeye değil, bir kapı açmaya. Senin aşkını sığdıramadığım, uçsuz diyarlarıma, gizli bahçeme açılan kapıya belki o zaman anlarsın beni. Şairin dediği gibi işte, anlatamıyorum. Peki anlasan sesini duyar mıydım mısralarımda? Dokuna bilir miydim kara saçlarına ellerimle? Bak işte yine çaldım. Tüm hayatım boyunca yaptığım gibi yine çaldım burcu. Sensiz günler geçirdim, hayatımdan çaldım sana nefret duymak istedim, kişiliğimden çaldım seni unutmak istedim, benliğimden çaldım. Ama hepsini senin için çaldım burcu!"

Burcu sobanın dibinde bağdaş kurmuş, üzerindeki şala sımsıkı sarılmıştı. Mayışıklığından eser kalmamıştı. Üşüyordu her kadın gibi. Yanında yanan sobaya rağmen üşüyordu. Ve yanında gürül gürül yanan sobaya rağmen bir kadın üşüyorsa, bu sevgisizliğin alametiydi. Sevgiye üşüyordu...

"susma burcu ne olur." dedi Fikret. Burcunun simsiyah gözlerine bakarak.

"konuşmam neyi değiştirir ki Fikret? Unutmak istemişsin beni... Madem öyle neden getirdin beni buraya? Biz -kadınlar- böyle şeyleri çok çabuk yanlış anlarız Beyhude hayallere sürükleme beni"

"bir hikaye yazmak isterdim burcu hani o sonu sonsuza kadar mutlu yaşadılar diye bitenlerden. Sen ol isterdim, bir de ben. Hiç kötü insan olmasın isterdim. Bir çiftlik evinde başlasın ve orda bitsin, bizi seven çocuklarımız olsun, ben onlara seni anlatayım isterdim. Bir keçimiz olsun isterdim mesela, sabahları ben onu sağmaya gidip geldiğimde senden daha inatçı çıktı bu keçi, bak sütü bile azar azar veriyor diye seninle dalga geçseydim, kendi bahçemizi ekseydik, ben çapa yaparken sen bir ağacın gölgesine azığımızı hazır edip bana seslenseydin. Çocuklarımızı okuması için şehre gönderip onlar için endişelenseydik, kış geldiğinde ben yine böyle odun taşısaydım sobamıza, sen o sobanın üzerinde harika yemekler yapsaydın Ama olmadı burcu. Bu hikaye fazla iyimserdi çünkü.

Seni sevdiğimi söylemiştim ya hani, çok mutlu olmuştun, o an gözlerinin içinde cennet bahçelerinin çiçeklerinin tek tek açtığına şahit olmuştum hani, işte o an ben sana aşık olmaktan da bir adım daha öteye gittim. Sonra, zamanla ayrı düşünce, seni unuttum demiştim sana. Sen inanmamıştın. Sonra ben ısrar etmiştim senelerce, en sonunda inandın. Ve o kadar güzel inandın ki, ben bile inandım kendi yalanıma.

Unutamadım ki burcu. Nasıl unutabilirim bir insan kendini yakan teni, arzuyu, aşkı nasıl unutabilir? Bu bir anahtar değil ki masa da unutup çıkayım! Ya da bir ütü değil ki fişini çıkartmadan gideyim aşk bu burcu! Nasıl unutabilirim! "

Kasvetli barakanın içinde bir süre sessizlik hakim oldu. Sobanın ateşi biraz da olsa içeriyi aydınlatıyordu. Burcu fikretin yanına geldi. Sarıldı. Saçlarından öptü. Kokladı.

"bunları neden şimdi söylüyorsun Fikret? Bırak bunları... bizbizeyiz... başbaşayız... şu dünyada sadece ikimiz varız şu anda."

Fikret başını kaldırıp burcuya baktı. Dudaklarına bir öpücük kondurdu, ağlamaya başladı.

"ne olurdu ölmemiş olsaydın burcu? Ne olurdu?"

Burcu bir tebessüm etti. Fikretin akan göz yaşlarını öptü... "bundan bahsetme Fikret."

"elimde değil burcu sen ölmemiş olsan, yaşasan, ben hayatıma devam edebilsem, seni gerçekten sevebilsem, dokuna bilsem, koklasam gerçekten öpebilsem, ne olurdu! Bu nasıl bir oyun! Bu nasıl bir ceza!"

Karanlık odanın içinde burcu kayboldu. Sessizlik tekrar hakim oldu. Sessizliği bozan tek şey, sobanın içinde yanan odunların çıtırtılarıydı. Kül olmaktaydı odunlar tıpkı yanan her şeyin sonunda kül olacağı gibi. Fikret, o gece sabaha kadar uyumadı. sabaha kadar gözlerindeki sızıntı dinmedi.

Bir insanın diğer bir insana ne kadar bağlanabileceğini düşündü, sevilen insanların ihanet edip erkenden ölmelerini düşündü. Ölenlerin arkasında kalan insanların nasıl çaresiz olduğunu düşündü. Bir aşkı, -bir kara sevdayı- böyle hayallerde yaşatmanın kendisinden neler götürdüğünü düşündü.

Sabah olduğunda, ertesi sene tekrar ziyaret etmek üzere, gizli mabedinden ayrıldı. Burcu ona camdan el sallıyordu...

http://www.youtube.com/watch?v=T_wDid48Am0 *